11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü'nün önemi

Sonuç olarak, cinsiyetçiliğe karşı verilecek mücadelede öncelikle toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin farkına varılması gerekir. Cinsiyet ayrımcılığından toplum olarak hepimiz sorumluyuz. Unutmayalım ki, sorunlarımız, seçimlerimizin sonucudur.

2012’de Birleşmiş Milletlerin aldığı bir kararla, kız çocuklarının cinsiyetlerinden ötürü maruz kaldığı eşitsizlik konusunda farkındalığın artırılması amacıyla 11 Ekim “Dünya Kız Çocukları Günü” ilan edildi. Dünyada ve ülkemizde de her yıl çeşitli etkinliklerle kutlanan (!) bu gün, aslında var olan hukuk sisteminin yetersizliğinin bir kanıtı değil mi? Eğer bu sistem cinsiyet ayrımcılığını önlemekte başarılı olsaydı, 1981’de yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler (BM) “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (Cedaw), “İstanbul Sözleşmesi” gibi uluslar arası sözleşmelere gerek duyulacak mıydı? Ama 11Ekim, dünyanın her yerinde her zaman olduğu gibi, resmi ideoloji çerçevesinde , ‘parlak deniz yıldızlarını kurtarma’ misali, genç kadınların başarı hikayeleriyle göz boyayarak kutlanacaktır. Oysa dünya nüfusu 8,5 milyarsa bunun yarısını kadınlar oluşturuyor. O halde sayıları milyarlarla ifade edilen kadınların, çocukluktan başlayarak cinsiyetinden ötürü ayrımcılığa maruz kalması bir sistem sorunudur .

Toplumsal cinsiyet araştırmalarının da gösterdiği gibi kız çocuk, cinsiyet ayrımcılığıyla erken çocukluk evresinde karşılaşır. Binlerce yıllık bir kurum olan din eğitimi, okul öncesinde başlar. Çocuk, dini ritüelleri ailede öğrenir. Okulda dinsel ve milliyetçi eğitimden geçirilir. Cinsel kimlik gelişimi yaşamın ilk yıllarında oluşur. Oyuncaklarda kız ve erkek çocuk ayrımı, eğitim – masallar, resimli kitaplar, çizgi filmler, atasözleri vb. – kadın ve erkek dünyalarının birbirinden farklı olduğu biçimindeki cinsiyetçi önyargıların temelini oluşturur.

Günümüz tüketim ideolojisinin, kız çocuğunun sosyalleşmesindeki etkileriyse insana pes dedirtecek düzeydedir. Artık internette, düğünde gelinin nedimesi olacak küçük kızlar için , “çocuk gelinlikleri”nin 2021 modelleri sergilenmekte, bebek gelinliğinden tutun, 6-11 arası her yaş için çeşit çeşit gelinlik satışa sunulmaktadır. Öyleyse kız çocuğunun “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorulduğunda, “Gelin olacağım” demesine şaşmamalı ! Batı icadı adetlere özenirken sonunun nereye varacağını düşünmek gerek.

Çocuk gelin sorunuysa hanidir gündemimize gelmiyor.

18 yaşın altında evlendirilmiş kız çocuğu, çocuk gelin olarak tanımlanır. İslami çevrelerse, kız çocuk için olgunluk yaşıyla ilgili olarak, “ayakları yere değmişse olgundur “ fetvası veriyor. Sağlık Bakanlığı verileri fetvayı çürütüyor: Kız çocukları 12 yaşında buluğ çağına giriyor. ( Günümüz koşullarında bu daha küçük yaşlara bile inebiliyor.) Çocuk gelin kayıt dışı evlilik yoluyla evlendiriliyor. 13 yaşında imam nikahıyla evlendirilmişse 16 yaşına gelince evlendirme izni almak için mahkemeye baş vuruluyor. Çocuk gelin boşanma hakkını kullanamıyor. Çocuk geline ancak doğum yaptığı sırada ulaşılabiliyor.

Resmi istatistiklere göre , 15- 17 arası yaş için doğum oranında bir düşüş var ama sorun bitmiş değil, bitirilmesi için ne gibi önlemler alındığı da merak konusu. Sözgelimi, en azından cuma hutbelerinde bu sorun konuşuluyor mu? Muhtarların tavrı ? Giderek artan imam nikahlı evlilikler ve bu evlilikten doğan çocukların nüfusa kayıtları ayrı bir sorun. Dolayısıyla resmi istatistikler bu kesimi kapsıyor mu sorusu geliyor akla.

Düne kadar muhafazakarlığın kentlileştiğinden dem vurulur; eğitim, sağlık, barınma vb. alanlarda hizmetin kurumsallaşmasının, dinsel kurumların etkisini azaltacağı; dolayısıyla Batı’da refah devletiyle birlikte , dinin toplumsal temelinin zayıflamaya başladığı yorumu yapılırdı. Ancak ülkelere özgü farklılıklara karşın neoliberal kapitalizm, beka kaygısıyla dinin kamusal alanda güçlenmesi ve faaliyet alanlarını geliştirmesini destekledi.

Laiklik ilkesini benimseyen dindarlıktan farklı olarak, dinin devlet eliyle dayatılmasının başta eğitim, hukuk ve sanat olmak üzere yaşam alanlarına müdahale etmesi sonucunu doğuracağı açıktır. Laik eğitimin kişiye kazandıracağı “düşünme olanağının genişliği”ne karşılık, düşünce ve ifade özgürlüğünün olmayışı, biat ( koşulsuz bağlılık) kültürü, dogmatizme dayalı, bilimsellikten uzak , değişime kapalı toplum yapıları, tam da emperyalistlerin böl- yönet politikalarında kullanılmaya elverişli yönetim biçimlerini oluşturur. Bundan kadınlar büyük zarar görür. Örneğin, Arap geleneğini baz alan ve daha çok Müslüman ülkelerde uygulanan kadın sünneti , Batı ülkelerinde serbesttir, başka kültürlere saygıdan(!) olsa gerek; ABD ve İngiltere’de sünnetli kadın sayısı yüz binlerle ifade ediliyor.

Ülkemizde de “geçmiş”in bugün içinde “güç kazanması, laiklik tartışmalarını gündemden düşürmüyor. Bazı İslamcı örgütlenmelerin yurttaşın “yasal hak” arayışına bile tahammülleri yok! ((Hukuk uyuşmazlıkları için “Arabuluculuk Daire Başkanlığı” kuruldu.) Çürük elmalar da cabası… “Dinde zorlama yoktur”, “Kur’an hükmüdür”, deniyor ama hükme uymamak için yasal boşluklardan yararlanılıyor. Bunun, konumuz açısından sakıncalarına gelince: Toplumsal cinsiyet ayrımı, kadınlara uygulanan ayrımcılığı meşrulaştırmak ve aile içinde yaşanan hak ihlallerini, “kamusal denetimden uzak tutmak” için kullanılıyor. Bu yüzden Diyanet İşleri Başkanlığının (DİB), 4-6 yaş için zorunlu din dersini uygun görmesi bizi şaşırtmıyor. ( Dini ritüellerin tahakkümü doğallaştırdığını ve küçük yaştaki çocuklar üzerinde daha etkili olduğunun farkındalar ) Acaba bu öneriye pedagoglar ne diyor?

Zorunlu din dersinde küçük yaştaki kız çocuğuna, “başını açarsan günaha girersin” denirse o çocuk dini değerleri kavrayacak yaşta olmadığından özgür iradesiyle değil, korkudan başını örtecektir. Oysa İslam dininin bu konuda farklı yorumları olduğu biliniyor. (İran’da , Afganistan’da, Suudi Arabistan v.b. başörtüsü bir örnek değil.) Kaldı ki burada eğiticinin ehil olup olmadığı meselesi söz konusu. (1) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) istihdam ettiği vaizeler (kadın vaiz) Çocuk Esirgeme Kurumu, öğrenci yurdu, hastane gibi kamusal alanın akla gelebilecek tüm kesimlerinde görevlendirilmişlerdir.

Eğitici sorunu bununla bitiyor mu? “ İnternette çocukları bekleyen risklere” karşı, ABD ve AB’de çocukları zararlı yayınlardan korumak için okullara “medya okuryazarlığı” dersleri konuldu. Buna göre eleştirel düşünme becerileri, erken yaşta kazanılırsa medyanın çocuk üzerindeki olumsuz etkileri de o ölçüde azaltılmış olacaktı. ( Önyargı, ayrımcılık, cinsiyetçilik, şiddete özendirme vb. etkiler) Bizde de ilk öğretim 6,7,8inci sınıflarda seçmeli ders olarak okutuluyor.

Bilinçli medya kullanıcıları yaratmaya yönelik projenin çocuğa TV, radyo, internet, gazete vb. iletim kanallarını kullanırken yararlı olacağı düşünülmüştü. Ancak, okutulacak dersin okulun ders müfredatıyla çelişeceği ortadadır. Nitekim “eleştirel yurttaş” yetiştirmenin zorluğu ortaya çıkmakta gecikmemiş, öncelikle eğiticiler arasındaki bakış açılarının çeşitliliği tartışmalara yol açmıştır. Bazılarına göre eğiticilik işlevi anne- babalara bırakılmalıdır.

“Bilginin toplumsal olarak kurulduğunu” kavramak , medya okuryazarlığı için büyük ve temel bir katkıdır. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında medya okuryazarlığı rol oynayabilir. Kadının , hakkında üretilmiş mitlerden özgürleşmesi, nihai kurtuluşunda atılan bir adım olarak önem taşır. Cinsiyet ayrımcılığının girmediği yer yok. Postmodernin gölgesinde birbirinden farklı dünya görüşü ve inançlara sahip eğiticilerden her birinin öğrenciye kendi görüşünü dayatma olasılığı yüksek. (Vaiz Ahmet M. Ünlü’nün din eğitimi konusunda dikkat çektiği sorun burada da mevcut.)

Çoğumuzun ufku, ne yazık ki yaşadıklarımızın sınırında son buluyor. Aile, okul, çevre olarak özellikle kız çocuklarımızı ahlâk zabıtası yaklaşımıyla yetiştirmiyor muyuz? Doğru diye belletilen yanlışları sorguluyor muyuz? Sözgelimi şeriatla yönetilen ülkelerde kadınların özgürlüğünden dem vurulur. Okuma özgürlüğünü ele alalım. En son Afganistan’daki Taliban yönetiminde gördük, kız ve erkek öğrenciler ayrı yerlerde oturtuluyordu. Okuma hakkını ve diğer haklarını elde etmek isteyen kadın, kamusal alana çıkabilmek için bu bedeli tesettüre girerek ödemek zorunda kalıyor. (2) Ancak, baskılara karşın İslam coğrafyasında düzene muhalefet sona ermiyor, tersine güçleniyor.

Sonuç olarak, cinsiyetçiliğe karşı verilecek mücadelede öncelikle toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin farkına varılması gerekir. Cinsiyet ayrımcılığından toplum olarak hepimiz sorumluyuz. Unutmayalım ki, sorunlarımız, seçimlerimizin sonucudur.

Kamuoyu, hükümetleri zorladığında kısa erimde olumlu gelişmeler gerçekleşebilir. Her şeyden önce:

Kız ve erkek çocukları, hakları konusunda eğitilmeli.

Çocuk hakları kavramı hayata geçirilmeli. Eğitim, sağlık, kültür vb. koşullar çağdaş ölçütlere göre sağlanmalı. Çocuklar toplumsal güvence altına alınmalı.

Ders kitaplarında toplumsal cinsiyet eşitliği vurgulanmalı.

Karma eğitimden vaz geçilmemeli. Kız ve erkek çocuklar, birbirlerini çocukluktan itibaren tanırlarsa yetişkinlikte daha sağlıklı ilişkiler kurabilirler. (İletişim- etkileşim- değişim sürecini, diyalektik süreç olarak yorumlarsak, karma eğitimin değeri daha iyi anlaşılacaktır.)

Kırsal kesimde toplumu dönüştürücü politikalar geliştirilmesi için siyasiler zorlanmalı. Sol çevrelerin ve kadın hareketlerinin de girişimleriyle, kız çocuklarının önündeki engeller kaldırılmalı.
Okula gönderilmeyen kız çocukları ,yasal yolla takibe alınmalı. (Sorumluluk devletindir.)

DİPNOT:

1) Halk arasında “cübbeli Ahmet Hoca olarak”) tanınan vaiz, hafız Ahmet Mahmut Ünlü, 3.09.2021 tarihinde basına verdiği demeçte, din dersi veren eğiticilerin, “müfredattaki her şeye yorum kattıklarını “ iddia ediyor; öyle ki, iddiasını “Çocuklarınızı İmam Hatip’e göndermeyin” noktasına vardırıyor.
İddiaların doğru olup olmadığını bilemeyiz. Ancak gözümüzün önünde öyle örnekler var ki, asılsızdır da diyemeyiz. Neoliberalizmle uyumlu, dogmalarla beslenen din istismarcıları , kendi ideolojik aygıtlarıyla , baskıcı kuralları inananlara uygulama çabası içindeler. Buna ortam hazırlayan etmenler, hukuk sisteminin uygulamadaki yetersizliği, yasal boşluklar, geleneğin yasalardan güçlü olması ( resmi nikah yerine iman nikahının tercih edilmesi gibi) çok boyutludur. Buna ek olarak ülkeyi yönetenlerin de var olan sistemi kalıcılaştırma eğiliminde olduğuna dair kuşkularımız artmaktadır.

2) Bizde bile çocuk ailenindir, diyen çevreler var. Aile, küçük yaşta kız çocuğunun başını örttürme hakkına sahip midir? Nerede kaldı Çocuk Hakları Sözleşmesi? Anayasa’da değişiklik çalışmalarını izlemek lazım. Uzmanlardan bir uyarı: Başörtüsü Anayasa’ya girerse veli, kızının (9-13 yaş) örtünmesini talep etme hakkına sahip oluyor.