Kısır döngüyü aşmak ya da asgariye mahkum olmak

Birincisi, sermaye düzeni ve iktidarları bunca deneyimden sonra kriz yönetiminde "ustalaşmıştır". Emekçilere karşı atacakları her adımda, emekçilerin ağzına bir parmak bal çalarak, emekçilerin birlik olmasını, harekete geçmesini ve dahası kendi kaderlerini ele almasının önüne engeller çıkarmaktadır.

Türkiye’de son günlerde herkes ekonominin gidişatı ile ilgili “kara kara” düşünüyor. Yazılı ve sosyal medyanın ana gündemi Türkiye ekonomisindeki gelişmeler tarafından belirleniyor. Eskiden beri bilinen “ekonominin siyasal gündemi belirleyen etkenlerden biri olduğu” gerçeği, krizin etkisi derinleştikçe daha belirgin hale geliyor. Özellikle de son günlerin ana teması olan “Türkiye modeli” tartışmaları ve asgari ücret belirleme komisyonunun sonuçları açıklanınca, bahsettiğimiz gerçeği kimsenin inkar edecek hali kalmadı.

Ancak bu gerçeğin, alabildiğine somut olan başlıklarının bir tür kısır döngü içerisinde ele alındığını söylemeden geçemeyeceğiz. Tüm toplumsal sınıf ve kesimleri ilgilendiren böyle bir başlığın somut bir biçimde tartışılıyor olması bir avantaj gibi gözüküyor. Bununla birlikte, “yanlış” bir zeminde yapılan tartışmanın olumlu sonuçlar doğurması beklenemez. Daha açık bir biçimde ifade etmek gerekirse, bugünkü kısır döngüye sebebiyet veren başlıklarda bir sadeleşme yaratılmadan, emekçiler için “olumlu” sonuçlar doğamaz.

Bugünkü kısır döngünün temel nedeni; ufku çoktan biten kapitalizmin ve onun toplumsal yapısının, değişmez bir gerçeklik olarak kavranmasından kaynaklanıyor. Asgari ücret artışının enflasyona neden olacağı ya da “vasıflı emekle vasıfsız emek arasında fark kalmadı” yaklaşımının yaygın bir biçimde kabul edilmesine neden olan bu yaygın kanı, bugünkü düzenin baki kalmasına sebebiyet veren politikaların desteklenmesine neden oluyor. Böyle bir politik zeminin “yanlış bilinçten” fazlasıyla açıklanmaya ihtiyacı var. [1]

Kısır döngüyü aşmak-1: Asgari ücret tartışmaları ve sınıfın birliği

Örneğin son günlerde pek popüler olan ve asgari ücret tartışmalarında “asgari ücret artarsa, enflasyon da artar” tezini medyada dile getiren Özgür Demirtaş ya da Nevşin Mengü gibi kişilerin, temel kalkış noktası “yanlış bilinç” değil. Belirli bir sınıfın “uzantıları” olarak konuşmalarıdır. [2] Bugünkü zeminin kurucusu sermayenin çeşitli kanatlarıdır.

Halbuki bu bakış açısının ne kadar “temelsiz” olduğu daha ilk andan anlaşılabilir. Dahası, sıradan bir emekçi, günlük sıradan yaşantısında ücret artışı ve enflasyon arasında eş zamanlı ve eşit etkiye sahip olduğunu deneyimleyebilir.

Soyut bir şekilde söyleyecek olursak; asgari ücretteki her bir birimlik artış, ortalama bir işçinin kendi hayatını geçindirebilmek için ihtiyaç duyduğu malzemelerin (gıda, barınma, ısınma vb..) en düşük düzeyde elde edebildiği fiyatlardaki bir birimlik artıştan kaynaklanmaktadır. Bir işçinin ihtiyaç duyduğu en temel ihtiyaçların fiyatlarında ortalama olarak bir artış meydana gelmeseydi, asgari ücret artışı da zorunlu olmazdı.

Daha mı somut konuşalım?

Birleşik Metal İşçileri Sendikası Araştırma Merkezi’nin her ay yayınladığı verilerden yola çıkacak olursak, 2020 yılının Kasım ayında dört kişilik bir ailenin sadece beslenme giderleri düşünüldüğünde, açlık sınırı 2 bin 439 TL iken, 2021 yılında bu sınır 3 bin 84 TL olarak ölçülüyor. [3] Bu iki orandan bile yola çıktığımızda asgari besin gereksinimi bir yıl içinde yüzde 26,4 oranında artmış. Üstelik, tek bir işçinin geçinme maliyeti (kira, fatura, ulaşım, sağlık, yiyecek vs..), bu verilerden yola çıkarak hesaplandığında bir yıl içinde 3260 TL’den 4140 TL’ye çıkmış durumda.

Bir başka deyişle, daha Kasım ayındaki giderler, Ocak ayında alınmaya başlanacak asgari ücret düzeyiyle şu anda eşitlenmiş durumda. Yüzde 50 artışla, bir yıl öncesinin seviyesi dahi yakalanamamış durumda!

Bu basit gerçekler dahi, ileri sürülen tezleri çürütmektedir. Ancak bundan daha önemlisi, bugün enflasyondaki artışın temel nedeni ücretlerden çok, kurdaki oynaklık ve para politikalarından kaynaklanmaktadır. Kurdaki her artış, para politikalarındaki her türlü “adım” enflasyonu her gün daha da körüklemektedir. İşçi ücretleri, ancak fiyat artışlarının gerisinden gelmektedir.

Öyleyse, asgari ücrette yüzde 50’lik bir artış ne anlama gelmektedir ve sonuçları neler olacaktır?

Birincisi, sermaye düzeni ve iktidarları bunca deneyimden sonra kriz yönetiminde “ustalaşmıştır”. Emekçilere karşı atacakları her adımda, emekçilerin ağzına bir parmak bal çalarak, emekçilerin birlik olmasını, harekete geçmesini ve dahası kendi kaderlerini ele almasının önüne engeller çıkarmaktadır.

Bu artışla bir yandan, en düşük düzeyde maaş alanlar için “geçici” bir rahatlama sağlanmaktadır. Ancak kur artışı sonrası üretim ve dağıtım maliyetlerindeki artış enflasyonu arttırmaya devam edecektir. TÜİK’in verilerine göre bile üretici fiyatları endeksi, tüketici fiyatları endeksinin çok üzerinde. Maliyetler artıp, enflasyon daha da artıncaya değin, geçici olarak bu kesimlerde bir kafa karışıklığı yaratılacaktır.

Ama bu kafa karışıklığından fazlasını, sermaye düzeni emekçilerin ortak hareket etme yeteneğine vurulan darbeyle yapmaktadır. Mavi yakalı-beyaz yakalı, vasıflı-vasıfsız emekçiler arasındaki ücret farklarından doğan etkiler bugün en net bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

Sadece sosyal medyada bile, kamu emekçisi ya da beyaz yakalı olanlar, asgari ücret seviyesine yaklaştıkça ortak hareket etme yeteneğini kaybetmektedir. Halbuki bu kesimler arasındaki fark bugün neredeyse en aza inmiştir. Ortak sınıf çıkarları, kaybedilen maddi düzeyi yeniden ele almanın yegane yolu olarak ortaya çıkmaktadır.

Üstelik bu ortaya çıkan yeni yol, sermaye sınıfı adına da bazı sonuçlar doğurmaktadır. Nasıl ki ücret artışı krizin yürütülmesinde önemli bir araç rolü üstleniyorsa, aynı zamanda asgari ücretin ortalama ücret düzeyine yakınlaşması sermaye sınıfına büyük avantajlar doğurmaktadır. Bu da bizi, ikinci sonuca götürmektedir. Ortalama ücretler ile asgari ücret arasındaki fark kapandıkça, büyük sermaye, uluslararası tekeller ve mali sermaye için “kar oranlarını” korumak kolaylaşmaktadır. Bir yandan, daha az ortalama maaş ile elde edilen artı değer/kâr artarken, diğer yandan da daha az işçi ile daha çok üretim sağlanabilmektedir.İşte kâr oranlarını sermaye için korumanın en güzel yolu!

Bu iki nedenden ötürü sermaye sınıfının asgari ücret artışına karşı “çok fazla ses” çıkarmaması anlaşılır hale gelmektedir. Ancak kısır döngüyü kırmak için yüzümüzü başka bir yöne, bu tartışmaların düğümlendiği noktaya dönmek gerekmektedir.

Kısır döngüyü aşmak-2: Sermayenin bakış açısı ve emekçilerin geleceği

Son günlerde yürütülen ve “Türkiye Modeli” olarak kamuoyuna pazarlanan model, gerçekte sermaye sınıfının bir kesimi açısından krizi yürütme sürecidir. Mevcut duruma bulunan kılıftan ve iktidarla iç içe geçmiş sermayenin çıkarlarını korumaktan fazlası yoktur bu yeni modelde. Üstelik, bu yeni modelde uluslararası tekeller ve mali sermaye için sadece işçi ücretlerinin kısıtlanması açısından değil, kredilerin genişleme eğiliminden ve Türkiye’deki varlıkların ucuza kapatılmasından doğan “avantajlar” vardır.

Öte yandan bu avantajların sadece bir kesim için olduğu aşikar. Bu nedenle devreye giren bir diğer model ise para politikaları üzerinden faiz-kur dengesini kurmayı ve yakın pazarlarla daha uyumlu bir rol üstlenmeyi hedeflemektedir.

Bu iki eğilimi, daha önce pek çok kez ifade etmeye çalışmıştık.Şimdi ise ortaya yeni bir durum çıkmaktadır. Her kriz dönemi, kendi siyasal çerçevesi içinde değerlendirilmelidir. Yakın tarihimizdeki tüm krizler, 94, 2001, 2008/9 sadece ekonomik krizler olarak görülemez. Her bir kriz, Türkiye’de sermaye sınıfının siyasal yönelimlerinde değişikleri tetiklemiştir. Krizler, sermayenin siyasal misyonunu da yenileme dönemleridir.

94 krizinin ardından açılan sahnede gericiliğin iktidara taşınma süreci vardır. Bu süreç, kendi içindeki yüklerle birlikte 28 Şubat ile kesintiye uğramıştı. Ancak Türkiye kapitalizmi, emperyalist sistem içindeki dönüşüme tam boy eklemlenmiştir. Mali sermaye istediğini almış, gericilerin iktidara gelmesi için siyaset sahnesi temizlenmiştir.

2001 krizi bu sürecin tamamlanmasıdır. 2001 krizi ile birlikte AKP iktidara gelmiş, Türkiye, Ortadoğu’daki ABD müdahalelerinin temel destekleyicisi haline gelmiştir. Bugün yaşadıklarımızın başlangıcı, 2001 krizinin açtığı siyasal atmosferdir.

2008/9 krizi ise daha geniş bir çerçevede ele alınmalıdır. Bu Türkiye kapitalizminin yapısal süreçlerini de içeren genel bir krizdir. Emperyalist merkezlerde başlayan kriz, Türkiye’ye taşınmıştır. “Teğet geçti” söylemine rağmen, Türkiye bu krizi son derece net bir biçimde yaşamıştır. Krizle birlikte Türkiye sermayesi Ortadoğu’daki yeni rolüne daha hevesli bir biçimde soyunmuş, Arap Baharı ile başlayan ve Suriye ile tamamlanan süreçte AKP aracılığıyla etkin bir rol almıştır.

Her bir krizde dışarıdan sermaye getirme arayışına giren iktidarlar, karşılığında emperyalizm adına siyasi roller üstlenme taahhüdünde bulunmuştur. Bugün de, aynı durum söz konusudur. Dolayısıyla ister Millet İttifakı aracılığıyla olsun, ister Cumhur ittifakı, sermaye düzeni emperyalizm adına roller üstlenecek, karşılığını ise ülke varlıklarının, emekçilerin ürettiği değerlerin ucuza kapatılması ile ödeyecektir.

Esas mesele ise bundan sonra başlamaktadır. Emekçiler açısından sözünü ettiğimiz her krizde belirli tepkiler ve talepler ortaya çıkmış, ancak her tepki ve talep zamanla düzenin bir parçası haline dönüşmüştür. 94′-96 arasında yükselen emekçi hareketi, sonunda 28 Şubat’ın dalgasında boğulmuştur. 2001 krizi sonrası kurulan Emek Platformları, siyasi hedefsizlikle kendini imha etmiştir. 2008 sonrası ortaya çıkan irili ufaklı deneyimler ise ciddiyetle ele alınmadıkları için buharlaşmıştır.

Bugün ise emekçiler için benzer bir durum söz konusudur. Belirli tepkiler ve talepler ortaya çıkmakta, bu tepki ve talepler ise “AKP sonrası iktidar ve muhalefet” arayışının bir parçası haline dönüştürülmektedir. Bu durum, işçi sınıfı açısından bir dezavantaj yaratmaktadır. Öte yandan, bugünkü tepki ve arayışların, 94’ten beri gelen süreçlerle kıyaslandığında daha zayıf olmasına karşın en büyük avantajı ise kapitalizmin tarihsel limiti ile karşı karşıya kaldığımız bir evreden geçiyor oluşumuzdur.

İşte bu noktada, solun kendi tarihsel misyonuna ve güncel sorumluluklarına dönüp bakması gerekmektedir. Gerçek odak noktası, emekçilere sunulacak yeni ve büyük bir toplumun hedeflerine yönelmesi gerekmektedir. Denklem sadeleşmelidir. Yeni odak, diğer odakların gölgesinden ve hedeflerinden çıkarılmalıdır. Bunun dışındaki siyasi arayışların ya sorumsuzluğa ya da kısır döngüye yol açacağı bilinmelidir.

Bunca deneyim, emek ve zaman böyle bir kısır döngüye izin vermemek zorundadır.

Yaratılan birikim ve deneyim, sözünü ettiğimiz odağı öyle ya da böyle yaratacak, mevcut potansiyel bir güce mutlak dönüşecektir.

Notlar

[1] Soner Yalçın, “Yanlış Bilinç”,https://www.sozcu.com.tr/2021/yazarlar/soner-yalcin/yanlis-bilinc-6829813/

Soner Yalçın’ın tam doğru olmayan bilgilerden yola çıkarak yazdığı bu yazı bugün için gerçekliğin sadece bir kısmını açıklıyor. Ancak bu tartışmanın açılmış olmasını önemli buluyoruz.

[2] Bu kişilerin etki alanları ne kadar büyük olursa olsun, kişisel ağırlıkları yalnızca sermayenin bakış açısını yeniledikleri ölçüde sınırlıdır. Yoksa bu yazıda isimlerinin geçmesinin nedeni “büyük etkiye” sahip olmalarından kaynaklanmıyor, sadece sermayenin bakış açısını en “çiğ” bir biçimde aktarıyor olmaları sebebiyle bugün konuşuluyorlar.

[3] Kasım 2021: http://www.birlesikmetalis.org/index.php/tr/guncel/basin-aciklamasi/1838-bisam-12-21

Kasım 2020: https://www.birlesikmetalis.org/index.php/tr/guncel/basin-aciklamasi/1630-bisam-11-20