Faiz mi, kur mu?

Bu süreç, görece esnek para politikası nedeniyle oluşabilecek talep etkisiyle de birleşerek genel fiyat artışına sebep olabilir. İç dengeyi özetleyen bu genel çerçevenin dış denge ile, yani cari denge koşulları ile de tamamlanması gerekir. Merkez Bankası’nın faiz politikası yoluyla etkilenen dış kaynaklar, dış ticarette olduğu gibi ödemeler dengesinde nihai giriş ya da çıkış niteliği taşımayıp, borç alımı ya da ödentisi olarak geçici niteliktedir.

Faizi mi, yoksa kuru mu tercih etmeli şeklinde formüle edilebilecek günümüzün başat konusu ilginç olduğu kadar, sosyo-ekonomik görüşünüze göre de üzerinde karar verilmesi güç bir konudur. Konunun güçlüğü şuradan gelmektedir. Bir kere içinden geçtiğimiz mesele bugünün meselesi olmayıp, geçmişten günümüze birikimli olarak aktarılmış sorunların bir anda patlamasıdır. İkincisi, zorluk siyasi görüşten kaynaklanmaktadır, şöyle ki, böylesi uzun erimde birikimli olarak oluşan bir konu kısa sürede çözülemeyeceği halde, siyasi ekip, hiçbir koruyucu önlemi almadan, inatla meseleyi bir merciye sürüklemektedir. Üçüncüsü, yine siyasi cepheden kaynaklanmaktadır; iktidarın hâkim olmaya çalıştığı mesele, uzun sürede bozulmuş piyasanın organik müdahale alanındadır ve konuya hâkimiyette, maalesef, piyasa siyasilerin elindeki araçlardan daha güçlüdür. Hal böyle olunca, piyasa hâkimiyeti atlandığı zaman oluşacak sosyo-ekonomik sorunlar halkı ve ülkeyi perişan edebileceği gibi siyasileri de canından bezdirebilir.

Önce meselenin nasıl oluştuğuna kısaca göz atalım. Tasarruf kıtlığının yaşandığı çevresel konumlu Türkiye devamlı cari açık ve döviz sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Türkiye’nin dış açık sorunu, 1930’lar Devletçilik dönemi hariç, tüm dönemlerde yaşanmış olduğu halde, zaman içinde giderek bağımlılık oluştururcasına yükselmeye başlaması, Özal döneminde başlatılan sıcak para bağımlılığı, ünlü 32 sayılı kararname ile yabancı finans kuruluşlarına ülkeye serbest giriş vizesinin verilmesiyle de aşılamaz konuma sürüklenmiştir. Böylece yüksek faize sökün ederek iç ve dış kaynaklardan gelen döviz ödemeler dengesi açığını geçici olarak rahatlatırken, adeta dış kaynağa dayalı bir tür Keynesgil politikayı andıran uygulamayı ekonomiye yapıştırmıştır. Sıcak para politikasının, ekonomide madde bağımlılığı benzeri alışkanlık yaratacağı tehdidi açık olmakla beraber, politik gayelerle, hemen hiçbir iktidar bu konuda bir önlem almadığı, hatta sorunu tedrici geriletme politikasına dahi gitmediği gibi, AKP de “dava”sını gerçekleştirmek ve bu amaçla iktidar süresini uzatmak çabasıyla bu süreci bugünlere taşımıştır. Bunun da ötesinde, döviz kazancı sağlamayan özel şirketlere de dövizle borçlanma yetkisi tanınması işin tuzu biberi olmuştur. Şöyle ki, üretimiyle firmaya döviz kazancı sağlamayan işletmeler de dövizle borçlanmaya başlayınca, ödeme döneminde işler sıkıştı. Bu duruma bir de ünlü taahhütlerle girişilen yap-işlet-devret uygulamalarının taahhütleri eklenince döviz ihtiyacı aşırı boyutlara yükseldi. Bir yandan ekonominin aşırı borca sürüklenmesi, diğer yandan da iç ve dış politikaların reel yatırımcılarda kuşku yaratması ülkenin “risk primi”ni (CDR) yükselterek, faizleri zorladı. Ülkenin risk priminin yükselmesi giderek daha yüksek faizlerle borç bulabilme koşulunu politikacıların önüne koydu. İşte tam da bu dönemde faizin enflasyonu tetiklediği politik görüşünün dayatılması ve MB başkanlarının kısa sürelerde değiştirilmesi yatırımcılara olumsuz sinyal olarak yansıyınca, doğal olarak döviz kuru yükselişe geçti.
Ekonominin işleyişinin döviz ihtiyacını yükseltmesi, aynı zamanda piyasaların da söz konusu ihtiyaca göre tetiklendiği anlamına gelir, zira ihtiyaç, şekillendirilen piyasaların tetiklediği taleptir. AKP iktidarı şimdilere dek önceki iktidarlarda görülmedik boyutta faiz ekonomisini pompaladığı halde, son kertede “halk faize ezdirilmeyecek” söylemiyle faiz yükselişine karşı çıkılarak Merkez Bankasını bu yönde örtülü olarak yönlendirilmesi yoluna gidildi. Sorgulanması gereken mesele, şimdiye dek sürdürülen politikaların neden faiz aleyhine, kur lehine dönüştürülmesidir?

Faiz, üretime giren bir üretim faktörünün, sermayenin payı olduğu için, bu payda oluşan her yükseliş, doğal olarak, genel fiyat yükselişine yol açar. Kur ise, ithal ürünlerin fiyatını yükselterek, özellikle ithalata dayalı yaygın üretim koşulunda fiyat artışına yol açar. Görülüyor ki, her iki kanaldan da fiyat artışı yaşanabilir, şu farkla ki, faiz daha çok kar payını yerken, kur daha çok tüketici harcamaları üzerine yansır. Çok karmaşık olan bu sorunda piyasa koşulları da hangi etmenin hangi kesime yansıyacağında etkili olur. Üretimde kullanılan sermayenin bir finans kurumundan alınıyor olmasının bu bağlamda hiçbir önemi yoktur, zira sermaye şahsi servetten de koyulmuş olsa, onun alternatif maliyeti faizdir ve bu maliyet her yatırımcının hesabına bu anlayışla dahil olur. Şu halde, hangi etmene ağırlık verilirse verilsin, her koşulda fiyatlar yükselir, çünkü dönem izlenen yanlış politikaların hesabının görüldüğü dönemdir. Kısacası mesele, yük sermayeye mi, yoksa halk yığınlarına mı yıkılacaktır sorunu etrafında şekillenmektedir! Son operasyonu bu bağlamda okumalıyız. Operasyon Merkez Bankası üzerinden yürütüldüğü için kısaca bu konuya da eğilmeliyiz.

Fiyat istikrarı ve faiz konusunda yetkili kurum Merkez Bankası’dır. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, yasal olarak fiyat istikrarını sağlama işlevi yanında, ülkenin altın ve döviz rezervlerini yönetme ve istikrarı sağlama amacıyla para ve döviz piyasalarında düzenleyici rol alma göreviyle de yükümlüdür. Merkez Bankası, bu yükümlülüklerle, içte fiyat istikrarı kadar, döviz kuru üzerinde de belirleyici olabilmektedir. Merkez Bankası politika faiz haddinin yükseltilmesi sonucunda, dövizin göreli ucuzlaması ya da istikrarını korumasıyla ithalat ürünlerinde fiyat artışlarının, dolayısıyla maliyet fonksiyonun frenlenmesi söz konusu olabilir. Bu politika neticesinde, piyasanın talep fonksiyonun da frenlenerek fiyatlar üzerinde istikrar sağlanması, hatta arz ve talep fonksiyonlarının karşılıklı durumlarına bağlı olarak, geriletici etki oluşturulması dahi sağlanabilir. Aksi yönde, Merkez Bankası politika faiz haddinin indirilmesi ise, dövizin pahalılaşmasıyla ithal malları fiyatlarının yükselmesine yol açar. Bu süreç, görece esnek para politikası nedeniyle oluşabilecek talep etkisiyle de birleşerek genel fiyat artışına sebep olabilir. İç dengeyi özetleyen bu genel çerçevenin dış denge ile, yani cari denge koşulları ile de tamamlanması gerekir. Merkez Bankası’nın faiz politikası yoluyla etkilenen dış kaynaklar, dış ticarette olduğu gibi ödemeler dengesinde nihai giriş ya da çıkış niteliği taşımayıp, borç alımı ya da ödentisi olarak geçici niteliktedir. Tasarruf yetersizliği sorunu olan gelişmekte olan bir ekonomiyi iç ve dış dengeleriyle ele aldığımızda, iç denge ile dış denge koşularının birbiri ile karşıtlık içinde olduğunu görürüz. Şöyle ki, içte göreli fiyat istikrarı ve istihdamın sağlandığı koşullarda dış açık büyür; tersi olarak, dış dengeye yönlendiğinde ise, içeride fiyat yükselişi ve işsizlik artışı baş gösterebilir. Kapitalist sistemde kalkınmakta olan çevre ekonomilerin temel sorunları bu açmazda düğümlenir. Gelişmekte olan ekonomilerde dış denge ile içte fiyat ve istihdam istikrarının sağlanması dengeli ve planlı ekonomi koşullarını, yani sosyalizmi gerektirir. Türkiye koşullarında da ekonominin düğümlendiği yer burasıdır. Yaşanan üretim yetersizliği ve tasarruf yetersizliğinin neden olduğu müzmin cari açık koşullarında yüksek faiz politikası, iç ekonomiyi geçici olarak rahatlatırken, dış borç stokunu yükseltir. Tersi durumda ise, düşük faiz haddi iç ekonomide fiyat ve işsizlik artışına yol açarak krizi ve yoksulluğu derinleştirirken, dış borç stokunun yükseltmesini frenleyebilir. Kısacası sorun, iç ve dış ekonomik dengelerin optimum düzeyde tutulması gibi zor bir noktada yoğunlaşır.

Faiz ve kur ilişkisi ve buna bağlı oluşan sorun piyasa koşulları ve işleyişinden kaynaklandığı için piyasa koşulları doğrultusunda alınabilecek makul önlemlerle ve zamana yayılı olarak çözülmesi gerekirken, politikacıların iradi yönlendirmesi ile Merkez Bankası müdahalesi çatışmalı bir durum yaratmıştır. Piyasa karşısında iradi müdahale çatışması, bir başka açıdan uzun vadeli soruna kısa vadeli çözüm sağlanma çabası çatışması olarak görülmelidir. Ekonomi, tasarruf açığı ve ona yol açan verimsiz sanayi yapısının sonucu olarak karşımıza çıktığına ve bu nedenle de kısa sürede çözümü olanaklı olmadığına göre, sorunu uzun vadeli, istihdamı sağlayıcı planlı kalkınma modeli çerçevesinde ele almak gerekmektedir. Bunun tersi yaklaşımla meseleye kısa vadeli ve politik amaçlı bakışla, borç stokunu ve faiz ödentilerini frenlemek amacıyla faiz indirimine gitmenin, yükselen kur yoluyla ithalata dayalı ekonomide fiyatları yükselteceği ve toplumun büyük kesimini yoksulluğa itmenin ötesinde, ihracatı da frenleyeceği açıktır. Fiyat yükselişlerinin asgari ücretten düşük gelirlilere ve işsizlere varana dek geniş bir açılımda halkı olumsuz etkilemesi kaçınılmazdır.

Faiz dayatması politikasını kısaca iki yönü ile ele alırsak, şöyle bir durum olduğunu görürüz. Ekonomiyi rahatlatıcı yüksek faiz politikası, borç stokunu ve faiz yükünü kabartacağından, ülke “faiz lobisi”nin baskısı altına girmiş olur. Diğer yandan, düşük faiz politikası ise, kısa sürede borç stokunu ve faiz yükünü görece frenleyebilirken, faiz lobisinin ülke üzerindeki etkisini de kısmen zayıflatılabilir, ancak ithalata dayalı sanayileşme politikası gütmüş ekonomilerde derin kriz baş gösterir ve dış kaynak tekrar devreye girebilir. Görülüyor ki, meselenin iki yanı da net nihaî çıkış sağlamıyor ekonomiye. Konuya biraz daha yakından bakarsak, küreselleşme koşullarında önümüzde iki yol bulunmaktadır. Birinci yolda, faiz lobisini giderek eriyen iç kaynaklar aleyhine besleyerek, geçici yapay bolluk yaşanması; ikinci yolda ise, belirli dönem sıkışıklık yaşanarak, uzun vadede ülke kalkınması umudu ile, borç sarmalından kurtulunması söz konusudur. İkinci koşulda daha yoğun olarak, her iki koşulda da toplumsal yük dağılımında kapitalist sistem ve bu bağlamda hükümet politikalarının tutumu önemlidir. Görüldüğü üzere, her iki yol da küreselleşen ve finanslaşan kapitalizmin çevresel ekonomileri sömürme yoludur. Ancak, kurtuluş olan ikinci yol, sosyalizm kurallarıyla toplumda eşit ve adil yük dağılımının sağlandığı uzun dönem politikalarıyla yürünebilecek yoldur.

Ekonomi sorunları ve onlara yönelik yaklaşımlar kısa dalgalanmalarla değil, uzun dönem trendleri ile analiz edilir. Uygulanan politikaların çözümsüzlüğe sürüklediği ekonomi, son kararlarla, bir kez daha halk ve tüm ekonomi yoksullaştırılıyor.

NOT: Bu yazı, Hukuk Defterleri dergisine yazdığım yazıdan bazı değişikliklerle oluşturulmuştur.