AKP kongresinde 'Berat Albayrak' detayı

İstanbul Sözleşmesini kendi kararı ile fesheden Erodğan, "İnancımıza, kültürümüze, meşrebimize aykırı bu tür tartışmaları tamamen sona erdirmek için, sözleşmeden geri çekilme kararı aldık." dedi.

AKP kongresinde 'Berat Albayrak' detayı

AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla AKP’nin 7. Olağan Kongresi, Ankara Kapalı Spor Salonu’nda yine sosyal medafe ve koronavirüs tedbirleri hiçe sayılarak yapılıyor. Kongrede, AKP’nin yeni Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) kadrosunun oluşması bekleniyor.

Ülkenin her yanından otobüslerle Ankara’ya taşınan AKP’liler, sabahın erken saatlerinden itibaren Ankara Kapalı Spor Salonu’nun önünde toplandı. Salon çevresi, bariyerlerle araç ve yaya trafiğine kapatıldı. Kongrede Divan başkanlığına Ali İhsan Yavuz seçildi.

‘BERAT ALBAYRAK’ DETAYI

Erdoğan’ın damadı olan ve Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndan istifa ettiği günden bu güne görülmeyen Berat Albayrak’ın babası Sadık Albayrak’ın da salonda olduğu görüldü.

Salondaki kalabalık ise sosyal medyada büyük tepki topluyor.

İŞTE AKP’NİN MKYK LİSTESİ

Erdoğan, “75 kişilik bir MKYK ile devam edeceğiz. Ayrıca yedek olan 35 kişi de yedek olarak kalmayacak onlarda aynen asıl üyeler gibi çalışacaklar.” demişti. Erdoğan’ın açıkladığı MKYK listesi ortaya çıktı. Berat Albayrak’ın adı ise yine bu listede yok.

İşte o liste;

BAHÇELİ’YE TEŞEKKÜR

Erdoğan, kongrede divan başkanı Ali İhsan Yavuz’un ardından söz alarak konuşmasına tek tek illeri selamlayarak başladı.

Erdoğan illeri selamlamasının ardından MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye şükranlarını sundu. Erdoğan, “MHP’ye ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye, büyük ve güçlü Türkiye için bizimle birlikte yürüdükleri için kendilerine şükranlarımı sunuyorum. Milletimizin 15 Temmuz’da meydanlarda kurduğu Cumhur İttifakı’nı Meclis’te koruyup sürdürdük. Cumhur İttifakı’n mensup her bir kardeşime ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Türkiye’yi önce 2023 hedefleri sonra 2053 vizyonuna Cumhur İttifakı ile inşallah kavuşturacağız,” dedi.

AKP döneminde yaptıklarını iddia ettikleri icraatleri övünerek sıralayan Erdoğan, konuşmasına şöyle devam etti:

DOLAR AÇIKLAMASI

“Makroekonimide; satın alma gücü paritesine göre milli gelirde Türkiye’yi dünyada 17’nci sıradan 13’üncü sıraya yükselttik. Dünyayı kasıp kavuran salgına rağmen geçtiğimiz yıl yüzde 1,8 büyümeyle, G-20 ülkeleri arasında ikinci sırada yer aldık. Göreve geldiğimizde vergi gelirlerinin yüzde 86’sını bulan faiz ödemelerini, geçtiğimiz yıl yüzde 16’ya gerilettik. Avrupa ülkelerinde yüzde 97’ler, gelişmiş ülkelerde yüzde 130’lar civarında olan borç stokunun milli gelire oranını yüzde 42,6 seviyesinde tutmayı başardık. İhracatımızı 36 milyar dolardan aldık 170 milyar dolar bandına kadar çıkardık. Her ay yeni ihracat rekorları kırarak, bu yolda yürümeyi sürdürüyoruz. Son birkaç gündür piyasalarda yaşanan dalgalanmalar, Türkiye ekonomisinin temellerini, gerçek dinamiklerini, taşıdığı potansiyeli ve yarınını kesinlikle yansıtmıyor. Türk sanayisi, salgın dönemindeki performansıyla direncini ve gücünü bir kez daha ortaya koymuştur. Kamu maliyesi ve finans sektöründeki göstergeler, gelişmiş ve gelişmekte olan pek çok ülkeye göre daha sağlam bir yapıya sahip olduğumuza işaret ediyor. Bir süre önce açıkladığımız ekonomideki reform programımızın politikalarını ve takvimini dün akşam itibarıyla ilan ettik. Şimdi artık vakit, daha çok çalışma, üretme, gaza basma, hedeflerimize yürüme vaktidir. İktisadi temeli olmayan hareketlere karşı ülkesinin yanında yer alarak, güven ve istikrar mesajımıza sahip çıktıkları için milletimizin tüm fertlerine ayrıca teşekkür ediyorum. Sadece kendilerini güvende hissetmek amacı ile evlerinde döviz ve altın tutan vatandaşlarıma buradan bir çağrıda bulunuyorum. Bu vatandaşlarımdan, milli servetimiz olan evlerindeki döviz ve altını, çeşitli finans araçlarına yatırarak, ekonomiye ve üretime kazandırmalarını istiyorum. Finans kuruluşları, özellikle de katılım finans şirketleri, bu altın ve dövizler için müşterilerine, onları memnun edecek getiri sağlayabilecek alternatifler sunuyor.

İş insanlarımıza da 30 Haziran’a kadar devam eden varlık barışından yararlanarak, yurt dışındaki kaynaklarını ülkemize getirebileceklerini tekrar hatırlatıyorum. Ülkemize yatırım yapan uluslararası yatırımcılara ise, Türkiye’nin gücüne ve potansiyeline güvenmeleri çağrısında bulunuyorum.

Esasen, bu çağrının somut göstergeleri de vardır. Geçen yıl ülkemizde yeni açılan işyeri sayısı 103 bine yaklaşırken, kapanan sayısı 16 binin altında kaldı. İş yapma kolaylığı endeksinde 2002 yılında 175 ülke arasında 84’üncü sırada olan ülkemiz, geçtiğimiz yıl 190 ülke arasında 33’üncü sıraya yükseldi. Türkiye’de 2010-2020 arasında kurulan 75 bin 699 adet uluslararası sermayeli şirketten, toplam sermayesi 39 milyar lirayı bulan 11 binden fazlası, salgına rağmen geçtiğimiz yıl faaliyete başladı.

Şimdi buradan soruyorum; hangi uluslararası yatırımcı geleceğine güvenmediği bir ülkeye gelip şirket kurar ve o ülkenin vatandaşlarıyla iş ortaklığı yapar? Aynı şekilde, ülkemizde dünyanın hemen her devletinden 200 bin uluslararası öğrenci eğitim görüyor. Soruyorum, hangi ana-baba evladını geleceğine güvenmediğini, huzurundan ve güvenliğinden emin olmadığı bir ülkeye 4-5 yıllığına eğitime gönderir?”

LİBYA AÇIKLAMASI

“Bir başka önemli dış politika açılımımız, Libya’daki meşru hükümetle yaptığımız deniz yetki alanlarına ilişkin anlaşmadır. Bu anlaşmayla hem Türkiye’nin, hem de Libya halkının Akdeniz’deki doğal kaynaklar üzerinde varolan haklarını garanti altına aldık. Ülkemizi ve Libya’yı Akdeniz’de dışlamak için kurulan tezgâhları birer birer bozduk. Libya’nın meşru hükümetine verdiğimiz destekle, bu ülkeyle ilgili emelleri olan kötü niyetli çevrelerin heveslerini de kursaklarında bıraktık. Türkiye’nin sağladığı destek sayesinde bugün Libya yeniden geleceğine umutla bakabiliyor, demokratik süreçleri yürütebiliyor. Önümüzdeki dönemde de Libyalı kardeşlerimizin yanında yer almayı sürdüreceğiz.”

‘ANAYASA’ TARİFİ

“İlk olarak yeni ve sivil Anayasa teklifimizle ilgili yaklaşımımızı sizlerle paylaşmak istiyorum. Türkiye’nin neredeyse iki asrı bulan Anayasa arayışında, milletimizin içine sinen ve dört elle sarılacağı, sahipleneceği bir metne kavuşamadık. Anayasa çalışmalarımızın tamamı, olağanüstü dönemlerde, olağanüstü şartların dayatmasıyla ve olağanüstü yöntemlerle yapılmıştır. Milletin tüm kalbiyle içinde olmadığı bu süreçlerde ortaya çıkan Anayasa metinleri de daha ilk günden itibaren hep tartışılmalı olmuş, hep değişiklik talepleriyle karşı karşıya kalmıştır.

Mevcut Anayasamız, 1960 darbesiyle ilk şekli verilen, 1980 darbesinin ardından da yeniden yoğrularak milletimizin önüne konan bir metindir. Darbenin üzerinden silindir gibi geçtiği, terörden bezmiş, ekonomik sıkıntıların altında ezilmiş bir halka silahların gölgesinde onaylatılan bu Anayasa, lafzı ve ruhuyla arkasındaki vesayetçi güçlerin eseridir.

İki asırlık Anayasa geçmişimize baktığımızda aşağı yukarı her çeyrek asırda yeni bir Anayasa’yla karşılaşıyoruz. 1982 yılında kabul edilen mevcut anayasamızın üzerinden 29 yıl geçti. Yani bu Anayasa, tarihi periyodu içinde de artık geçerliliğini kaybetmiştir. Üstelik bu süre zarfında, Anayasanın neredeyse değişmeyen maddesi kalmadığı halde, yine de ortaya ülkedeki herkesi kucaklayacak bir metin çıkmadı. Esasen, dünyaya baktığımızda da Anayasaların daha sık değişiğini görüyoruz. Anayasaları uzun yıllar boyunca değişmeyen ülkeler ise, bu istikrarı, nispeten soyut ve sade metinlere sahip olmalarına borçludur.

Türkiye’nin yeni ve sivil bir Anayasa’yı tartışması, hem kendi tarihimizin, hem de gelişen ve değişen dünya şartlarının kaçınılmaz bir gereğidir. Nitekim, yeni ve sivil Anayasa teklifimiz, fikri temeli olmadığı için dikkate almayı gerektirmeyen kimi sığ itirazlar dışında, her kesimde olumlu yankı bulmuştur.

Peki, biz nasıl bir yeni Anayasa istiyoruz? Bizim baktığımız yerden, bu sorunun tek bir cevabı vardır: Milletimiz nasıl bir Anayasayla yönetilmek istiyorsa, biz de işte öyle bir Anayasa istiyoruz. Dolayasıyla; bu yeni Anayasanın ruhunda millet, yani insan olmalıdır. Bu yeni Anayasanın merkezinde insanın huzuru, refahı, mutluluğu yer almalıdır. Bu yeni Anayasanın özü, tüm değerleriyle, farklılıklarıyla, zenginlikleriyle, hayalleriyle 84 milyon vatandaşımızın tamamını içermelidir. Bu yeni Anayasanın temelinde, ülkemizin gücü, güvenliği, istikrarı, kazanımları ve elbette hedefleri bulunmalıdır. Bu yeni Anayasa, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diye ifade ettiğimiz kadim devlet anlayışımızla inşa edilmelidir. Bu yeni Anayasa, ilhamını ihtişamlı geçmişimizden alan, yönü Türkiye’nin geleceğine dönük, toplumun birlikte yaşama ve geleceğini birlikte kurma iradesinin ürünü asırlık bir sözleşme, bir vizyon belgesi olmalıdır.”

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ

Erdoğan’ın İstanbul Sözleşmesi ile ilgili tartışmalara değinmesi bekleniyordu. Ancak, basına dağıtılan konuşma metninde yer alan ifadeleri Erdoğan okumadı.

İşte Erdoğan’ın konuşmadan çıkardığı o bölüm:

“İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmemizle yeniden alevlenen kadın, kadına şiddet, kadına yönelik ayrımcılık gibi hususlara da değinmek istiyorum. İnsanlığın yarısını oluşturan kadını, temsil ettiği değerler ve talepleriyle görmezden gelmek demek, bizatihi insanlığı inkâr etmek demektir. Hayatımızın her döneminde bu anlayışla kadınlarımızın hak ve hakkaniyet mücadelesine destek verdik. AK Parti’yi de, Türkiye’nin en güçlü kadın kolları teşkilatına sahip partisi olarak kurduk. Hükümetlerimiz döneminde, kadınların siyasetten iş dünyasına kadar her alanda yürüttükleri hak arama mücadelesine sahip çıktık.

Kadınlarımıza, gerektiğinde pozitif ayrımcılık yaparak, saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok hizmet sunduk. Cinayet ve şiddet gibi suçlar başta olmak üzere, kadınlarımıza yönelik her tehdidin üzerine kararlılıkla gittik. Her kim, bizim, bırakınız kadınlara karşı olmayı, kadınların haklarının korunması noktasında en küçük bir ihmalimiz, eksiğimiz olduğunu öne sürüyorsa, bilin ki yalan söylüyordur, iftira atıyordur. İstanbul Sözleşmesini de bu amaçla yürürlüğe sokmuştuk. Ancak, sözleşmede geçen kimi ifadelerin, inancımıza ve kültürümüze saldırı, varlığımızın ve geleceğimizin teminatı olan aile müessesini kökünden yıkma aracı haline dönüştürülmeye çalışıldığını gördük.

Elbette her ülke kendi meşrebine göre insanları arasındaki münasebetleri düzenleyebilir. Ama hiç kimsenin bize, insanımızı hangi cinsiyet sınıflarına ayıracağımızı, bunların arasındaki ilişkileri nasıl belirleyeceğimizi dayatma hakkı yoktur. İnancımıza göre sapkınlık işareti olan hususların, İstanbul Sözleşmesinin arkasına sığınılarak sürekli gündemimize getirilmesine ve baskı aracına dönüştürülmesine izin veremezdik.

İnancımıza, kültürümüze, meşrebimize aykırı bu tür tartışmaları tamamen sona erdirmek için, sözleşmeden geri çekilme kararı aldık. Bu kararımıza verilen tepkilere baktığımızda, asırlarca kadını insandan bile saymayan, bugün de dünyada kadına yönelik şiddetin, cinayetin, adaletsizliklerin en çok yaşandığı ülkeleri en başta görüyoruz. Kadını metalaştırma ve sömürme konusunda zirve yapanların, kadın haklarını savunma kisvesi altında bize yönelttikleri eleştirileri, acı bir tebessümle takip ediyoruz. Türkiye, tıpkı erkek gibi eşrefi mahlûkat olan kadının onurunu koruma, haklarını geliştirme, güvenliğini sağlama konusunda kimseden nasihat almaya ihtiyacı olmayan bir ülkedir.”

AİLE VURGUSU

“Üzerinde önemle durmak istediğim ikinci husus, önümüzdeki dönemde politikalarımızın lokomotifi olacak aile, eğitim ve kültür başlığıdır. İnsanı insan yapan, fıtrat itibariyle her ikisi de daima gelişmeye açık olan kalbi ve aklıdır. Kalbimizi aile, aklımızı eğitim, her ikisi birlikte kültürümüzü şekillendirir. Umran dediğimiz tarihi gerçeklik, medeniyet dediğimiz büyük tasavvur ise işte bu iklimden beslenerek ortaya çıkar ve gelişir.

Aile değerleri zayıflamış veya ortadan kalkmış toplumların sadece medeniyetin maddi unsurlarıyla varlığını idame ettirmesi mümkün değildir. Nitekim, bugün Batı toplumu, sahip olduğu maddi imkanların ve bununla ayakta tuttuğu eğitim ve kültür gücünün büyüklüğüne rağmen, aile müessesesinde yaşanan çöküş sebebiyle, ciddi bir gelecek korkusu, hatta krizi içindedir.

Milletimizin, asırlardır maruz kaldığı onca saldırıya rağmen ayakta kalışının en önemli sırrı ise aile yapımızın mukavemetidir. Şartlar ne olursa olsun, birlik, beraberlik, dayanışma içinde olan aile fertleri, sosyal ve ekonomik her türlü sıkıntının üstesinden gelmeyi başarmıştır. Şehirleşmenin artması, çalışma biçimlerinin değişmesi, eğitim seviyesinin yükselmesi, hayat şartlarının karmaşıklaşması gibi sebeplerle, geniş aileden çekirdek aileye doğru bir geçiş yaşadık. Buna rağmen, aile müessesimizi korumayı başardık.

Televizyon ve internetin yaygınlaşmasıyla, insanımızı çekirdek aileden bireye doğru yönlendiren bir kültür iklimi etrafımızı kuşatmaya başladı. Gözü ve gönlü kapalı bir taklitçiliğin kadim medeniyet birikimimizin yerini alarak, kendi değerlerimiz içinde yenilikçiliğin önünü kesmesi tehlikesini en somut olarak ailede görüyoruz. Öyle ki, evlilik yaşları zaten 30’lara dayanan gençlerimiz arasında hiç evlenmeyenlerin sayısı da artıyor. Bir veya en fazla iki çocuklu aile yapısı giderek yaygınlaşıyor. Ebeveynlerin her ikisinin de çalıştığı ailelerde, şayet yakında ikamet eden bir aile büyüğü yoksa, çocuklar evdeki veya kreşteki bakıcılar tarafından yetiştiriliyor. Sadece ve sadece aile içinde kazanılabilecek değerlerin, ücreti mukabili alınan hizmetler yoluyla ikame edilemeyeceği açıktır.

Okullarda ise hem eğitim, hem öğretim kısmında ciddi eksikler, ciddi boşluklar olduğunu görüyoruz. Aklı ve kalbi rehber edinmek yerine, sadece nefis ve zekâ üzerine kurulu bilginin çocuklarımıza aktarıldığı bir eğitim sistemi bizi, haktan, hakkaniyetten, irfandan, hikmetten uzaklaştırıyor. Daha açık bir ifadeyle; yeni nesiller, binlerce yıllık varlığımızın teminatı olan aile ortamından, aileden tevarüs edilen değerlerden ve nihayet mektepte biçimlenen şahsiyetten mahrum bir şekilde yetişiyor. Bu tablo bize, yatırımlarımızı kalbe ve akla, yani aileye, eğitim ve kültüre yapmamız gerektiğine işaret ediyor.

Medeniyet nöbetini devralacaksak, işe önce buradan başlamamız gerekiyor. Elbette dünyadaki teknolojik, siyasi, sosyal, kültürel gelişmelere sırtımızı dönecek kadar hakikatlerden kopuk değiliz, asla da olamayız. Bizim söylediğimiz; insanı nesne değil, kalbi ve aklıyla özne olarak ele alan kadim medeniyet değerlerimizi, ilhamını geçmişimizden alan yenilikçi bir anlayışla yükseltmemiz, yüceltmemiz gerektiğidir.

Taklit eden değil üreten, özenen değil özenilen, hevâyı değil fıtratı önceleyen, vakte teslim olan değil yönünü geleceğe dönen, maziden atiye köprüler kuran nesiller yetiştirmek için önce aileyi sağlama alacağız. Türkiye’nin 2053 vizyonunun hamurunu, diğer her şeyin bunların arkasından geldiği bilinciyle aile, eğitim ve kültürle yoğuracağız.”