Dünyanın Hali

Kırılmaları izlerken soyut olana değil somut olgulara bakmalıyız. Zira bu konuda iki üstada saygı göstermeliyiz. Marks, Grundrisse’de somut gerçekçiliğin soyut düşüncelere önceliği olduğunu söyler. Benzer şekilde Lenin de, politika alanında, gerçekçi devrimci teorinin ancak gerçekçi kitlelerin pratik yönelişleri ve gerçekçi devrimci davranışları ile son şeklini aldığını belirtir.

Düşüncelerimizin oluşumu, ihtiyaçlarımızın ortaya çıkışı ve onları karşılama yönetimimiz, aksi iddia edilemeyecek şekilde, içinde yaşadığımız dünyanın hali ile yakından ilgilidir, hatta diyebiliriz ki, ihtiyaçlarımız ve onları karşılama yönetimi içinde yaşadığımız dünya hali ile birebir bağlantılıdır. Çünkü dünya hali bizim düşüncelerimizin oluşumunda etkili olmakta, böylece oluşan düşüncelerimiz ihtiyaçlarımızın oluşturulmasını tetiklemektedir; kısacası, düşüncelerimizin yönetimi pek sandığımız gibi elimizde olmadığı gibi, giderek daha da elimizde kaymaktadır. O halde, şu “dünyanın hali” dediğimiz somut şey nedir?

Yeni Ülke dergimizin son sayısında “Avrupa Solu” konulu çok zengin bir dosya bilgimizin katlanmasına vesile oldu. Dosyaya yazan dostlara minnettarız. Dosya konuyu daha geniş tutarak, “Avrupa Solu” yerine “Yeni Marksizm” başlığı ile konu daha geniş boyutuyla ele alınmış olabilirdi. Nitekim Erkin Öztok dostumuz haklı olarak dosya sınırını aşma gereksinimi duymuş olmalı ki tartışmayı Sanders’e kadar genişletmiş. Aslında Soysal Demokrasi ve Yeşil Ekonomi konuları tartışılırken de Avrupa dışına çıkılması ve tartışmayı coğrafi sınırlara hapsetmeyip, Duvarın Yıkılışı sonrası Dünya Hali olarak ele almak belki daha gerçekçi olurdu.

Dünyanın Hali ortadadır. İlk görüntüde Duvar yıkılmış, kapitalizm tüm hızı ile yerküreyi yerken, “taşlar bağlanmış, köpekler salınmış” misali ülkeler ve insanlar savrulmakta, bu durumu kurtarmayı bir tarafa bırakalım, tatminkâr şekilde anlatmaya dahi yetecek tutarlı bir teori henüz elimizde bulunmamaktadır. Günümüzden geçmişe baktığımızda yaşanan ekonomik kriz ve paylaşım savaşı sonrasında dünyanın halini çerçeveleyici ve bize dayatıcı teori ya da teoriler oluşturulmuş ve insanlık bir raya sokulmuştur. 1929 yılındaki ikinci kapitalist kriz ertesinde, her iktisat hocasının ağzından düşürmediği “kıt kaynaklar, sonsuz ihtiyaçlar” ideolojik sloganının bilimsel mucidi Lionel Robbins 1932 tarihli ünlü eseri ile karşımıza çıkar. Bu bir tetiklemedir, bu tetiklemenin davranışsal modelini 1936 yılında ünlü eseri ile Lord Keynes ortaya koyar. Keynes cesurdur, hatta o kadar cesurdur ki, iktisat dünyasında Lawrence R. Klein’in 1947 tarihli ünlü kitabı ile iktisat âlemine kazandırdığı “Keynes Devrimi” kavramına layık insan olarak anılır. Peki, neydi bu devrimci görüş? Kristof Kolomb’un yumurtayı dik oturtmasına benzer şekilde, tarihsel işleyişinde zaten değişmiş olan kapitalizmi geçmişin prangasından kurtararak yeni dinamiklerine oturtmaktı; geçmişteki tasarruf-birikim süreci, artık tüketim-birikim sürecine tahvil ediliyordu, teorinin görevi yeni süreci kuramsallaştırmaktı. Bizde de olur ya, her kriz sonrasında dillendirilen “shoppingfest” söylemi! Demek ki, algılamamızde doğal süreç gibi yansıyan dünyanın halini güçlü bir süreç ya da oluşum oluşturuyor, teorisyenler ise onu kavramsallşatırıp teori olarak bize yediriyor.

Sovyet ve Kızıl Çin sistemlerinin karşısına koyulan sevimli aldatıcı yüzlü kapitalizm; sosyal demokrasi ya da pembe kapitalizm! Şimdi burada biraz durup, düşünelim: kapitalizm inanılmaz bir savaş içinde milyonların ölümüne neden olmuşken; bu facia Stalin’in ordularının Hitleri yenmesi ile sonlandırılmışken, nasıl oldu da halk sosyalizme değil de, kapitalizme meyletti? Peki, siyasiler sermayenin etkisi altında kalarak Sovyetler ve Kızıl Çin’den uzak durup, sosyal demokrasiye sarıldılar da, kültürlü Avrupa halkı neden bizzat kendi topraklarında yeşermiş olan ister ütopik sosyalizm, ister bilimsel Marksizm’e değil de, kapitalizmin aldatıcı parıltılı yüzüne rağbet etti? Sanırım bu sorunu kısmen de olsa çözebilmek için İktisat alanında Thorsten Weblen’e, psikiyatri alanında da nöroliderlik alanındaki çalışmalara yönelmemiz gerekiyor. Psikiyatri alanına indiğimizde karşımıza bu kez de fevkalade ilginç bir kişilik çıkıyor. Bu kişi, Cezayir’de Blida Hastanesinde psikiyatrist olarak çalışan ve Cezayir Devrim hareketinin öncülerinden Frantz Fanon’dur. Fanon’un uzun yıllar süren çalışmalarını toplayarak, Yabancılaşma ve Özgürlük adı altında 796 sayfalık bir külliyat halinde 2015 yılında bize sunan Jean Khalfa ve Robert J.C. Young’a bu muhteşem eserden dolayı teşekkür borçluyuz. Bu eser bize, kolonizasyon sürecinin insanlarda oluşturduğu ve “kolonizasyon yabancılaşması” olarak adlandırılan psikiyatrik hastalığın siyasi sonuçlarını gösterir. Demem o ki, olumlu ya da olumsuz içinden geçtiğimiz koşullar, her kim ya da ne yapıyorsa onu, bizim kafa yapımızı oluşturmakta, o yoldan da davranışlarımızı tetiklemektedir. İnsanlar, Weblen’in, sömürüldüğünü algılayan mühendislere yakıştırmakla beraber, mühendislerin kalkışa cesaret edemediği şeklinde mi düşünür, bilemiyorum, fakat öyle anlaşılıyor ki, içinde yaşanılan ortam olumlu oldukça insanlar fazla bir şey düşünmeyip, düşünce alanını filozoflara bırakmaktadır. İçinde yaşanılan ortam olumsuz olduğunda ise, doğal olarak durum değişmekte, fakat düşüncenin yöneldiği hedef geleceğin belirsizlik durumundan çok, geçmişin bilinen, aldatıcı da olsa (ki, insanlar aldatıcılığı anlayamaz!) parıltısına yönelmeyi yeğler. İşte, Sovyetler’in kapitalizme bariz üstünlüğü ortada iken, insanların Keynes politikasına tav olmasını salt sermaye yanlı siyasilerin manevrası olarak görmek resmi tamamlamaz. Bu paragrafı sonlandırmadan şunu çok net ortaya koyalım ki, sosyal demokrasi halk için değildir, sermaye içindir; şöyle ki, sosyal demokrasi bazı gereksinimlerin karşılanmasında yardımcı olmaktadır, fakat bu süreç aynı anda sermayeye de piyasa açmaktadır. Nitekim İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında Avrupa’daki komünizm korkusu yanında, güçlü emekçi hareketleri ve daralan piyasalara iyi gelmiş olan sosyal demokrasiye günümüzde yer yoktur, çünkü artık korkutucu komünizm de güçlü emekçi ordusu da yoktur, sermaye ise piyasa ihtiyacını küreselleşme ve finanslaşma yolu ile fazlasıyla karşılamaktadır. Hal böyle olunca, hanehalkı borçlarının yükselmesi (hanehalkı Keynesçiliği) ve yaygınlaşan küreselleşme doğaldır ve artık sermayenin gereksinimi olmadığına göre, sosyal demokrasiye de yer yoktur.

Keynes politikaları Marksizme karşıdır, keza sosyal demokrasi de Marksizmin pan zehiridir. Zamanla kâr oranları gerilemeye başlayıp, zaman zaman emekçi kalkışları hareketlendiğinde kapitalizmin krize girmesi siyaseti şiddetlendirdiği gibi emekçilerin de parçalanmasına ve umutların yok olmasına yol açmaktadır. Dünya hali alt-üst oluyor, ama sonuç yine güçlüden yana geliş(tiril)iyor! Örneğin, 1969 İtalyan emekçilerin kalkışı, 1972 İngiltere’de emekçilerin direnişi ve 1973 Japonya krizinde emekçilerin direnişi komünizm yolunda mesafe alınmasına değil, 1974 dünya krizine ve 1980’de de neoliberal döneme ve demir leydi Thatcher’in ünlü politikalarını uygulamaya koymasına yol açtı. “Uygulamaya koyması” ifadesi rastlantısal değildir. Çünkü daha önceleri de siz değerli okur dostlarla paylaşmış olduğum üzere, Keynes 1936 yılında kapitalizmin pembe dönemine teorik temel sağlayan ünlü eserini yayınlarken, ondan sadece iki yıl sonra 1936 yılında neoliberalizmin asfaltı döşeniyordu. Şükür kı, o dönemde yeryüzünde komünistler vardı da bu cehennemden, geçici de olsa, kurtulmuştuk.

Kırılmaları izlerken soyut olana değil somut olgulara bakmalıyız. Zira bu konuda iki üstada saygı göstermeliyiz. Marks, Grundrisse’de somut gerçekçiliğin soyut düşüncelere önceliği olduğunu söyler. Benzer şekilde Lenin de, politika alanında, gerçekçi devrimci teorinin ancak gerçekçi kitlelerin pratik yönelişleri ve gerçekçi devrimci davranışları ile son şeklini aldığını belirtir. Bu görüşler, felsefeye ya da soyut düşünce alanındaki gezintilere dayandırılan yeni sol açılımları boşa çıkarır. Nitekim devlet kuramı üzerinde çalışanlar da, Sweezy ya da Poulantzas’dan Miliband’a, Mandel ya da Picciotto’ya veya Jessop’a ve Habermas’a kadar hemen tüm Marksist düşünürler soyut teoriyi düstur edinmekle beraber, somut koşullar üzerinde yoğunlaşmışlardır.

Günümüz koşullarında, Yeni Sosyalizm’i W. Paul Cocshott ve Allin Cottree’in tanımıyla, “radikal demokrasi ve etkili planlama” olarak koyarsak, hedefe varmayı şimdilik başka bahara bıraksak da, halkların neden bizzat kendi çıkarları yönünde düşünmediğini sakin şekilde irdeleyebiliriz. Bu irdelemeyi değil genel halk, biz akademisyenler dahi çoğu zaman yapamamaktayız. Çünkü bilimlerin böylesi parçalanmış, dallanıp, budaklanmış hali karşısında demokrasinin olmadığı durumda, birikime yönelik artık üretimi oluşturmak için siyasetin despotluğa yöneleceğini dahi düşünemiyoruz. Çünkü demokrasiyi ekonomi alanından çıkarıp siyaset alanına hapsediyoruz, ekonomiyi sosyoloji ile de bağdaştıramıyoruz vs. Düşünebilir miyiz ki, yaşını başını almış ünlü filozoflar dahi, büyük bir masumiyetle ekonominin sahilinden dahi geçmeden, demokrasi, özgürlük vb gibi kavramları tartışabilmekte, bu kurumların nasıl oluşturulabileceği konusunda süslü cümlelerle ahkâm kesmektedir. Uluslararası alanda Nobel kimlere verilirse, ulusal madalyalar da bilimleri böylesine kompartımanlarda ele alanlara layık görülür.

Fanon’un “kolonizasyon yabancılaşması” kavramı üzeinde düşünürken, günümüzde gelişen davranışsal iktisat ya da sanki yapay zeka çağına uygun büyük bilimsel çalışma imiş gibi görülen nöroekonomi alanında acaba hangi konu araştırılmaktadır, hiç düşündük mü? Bu alanda, ileriki yazılarda daha detaylı tartışacağımız “algılama” (perception) tartışılmaktadır. Peki, bu çalışmaların amacı nedir ve dünya haline yeni neler katılacaktır acaba? Bu çalışmalarda amaç, insanoğlunun çevreyi ya da eşyayı nasıl algıladığının saptanmasıdır. Bir kademe daha ilerleyelim: neden acaba insanoğlunun algılama mekanizması ile ilgilenilmektedir ki? Bu soru bağlamında karşımıza yine sermaye çıkmaktadır; insanın yönetimi! Ne var ki, biz hala ekonomi derslerinde “tüketici hakimiyeti” ya da “rasyonel tüketici” kavramlarını büyük bilimsel gerçeklik olarak talebelerin kafasına zerk ediyoruz. Sermaye ne ile meşgul, akademi ise neyi kendisine görev ediniyor? Acaba bu durum akademi ile sermaye arasında bir ayrışmayı mı, yoksa tamamlayıcılığı mı yansıtıyor? Dünyanın halini sermaye mi, yoksa akademi mi oluşturuyor?

İşte dünyanın hali filminden farklı kareler. Marksın filozoflara serzenişine analojik olarak; bizler de felsefenin, bilimlerin çağdaş araç ve yöntemlerini kullanmak koşulu ile, eski haline dönmesini, tüm bilimlerin anası rolünü yeniden kazanarak, kompartmantalize edilmiş bilimleri bir araya getirerek bütünsel oluşumu gerçekleştirmesini istesek iyi olmaz mı! Sanırım, böyle bir hamle gerçekleşmediği sürece bizler de parçalı düşünmeye, daha doğrusu başat doku sermaye hakimiyetinin zamansal koşullara göre oluşturduğu binbir suratlı dünya halinin esiri olmaya mahkumuz.

Dünyanın Hali konusunu, Elinor Ostrom’un Nobel ile ödüllendirildiği “müşterekler” meselesi ile gelecek yazı ve yazılarda sürdürelim.

Tüm dostlara güzel ve sağlıklı günler!