DÜNYA SOLU | ABD ile diplomatik ilişkilerin normalleşmesi ve ÇKP’nin sol kanadı içindeki bölünme

Dış ve iç siyaset gündemlerinde giderek artan bir yer tutmaya başlayan Çin’in toplumsal düzenine ve Çin Komünist Partisi tarafından “Çin’e özgü niteliklere sahip sosyalizm” olarak adlandırılan politik çizgiye ilişkin tartışmalara ışık tutmak ve Manifesto okurlarına derli toplu bir arka plan sunmak amacıyla, ABD’de faaliyet gösteren Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi (PSL) tarafından hazırlanan metin Manifesto için Afşin Burak Umar tarafından orijinal haline bağlı kalınarak Türkçeye çevrildi.

DÜNYA SOLU | ABD ile diplomatik ilişkilerin normalleşmesi ve ÇKP’nin sol kanadı içindeki bölünme

Geçtiğimiz günlerde Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, başkent Pekin’de düzenlenen etkinlikte; Çin Komünist Partisi önderliğinde 2012 yılında başlatılan yoksullukla mücadelede programının başarıya ulaştığını ve ülkede aşırı yoksulluğun bitirildiğini açıklayarak kırsal bölgelerde sekiz yılda yaklaşık 100 milyon kişinin aşırı yoksulluktan kurtarıldığını ilan etti. Dış ve iç siyaset gündemlerinde giderek artan bir yer tutmaya başlayan Çin’in toplumsal düzenine ve Çin Komünist Partisi tarafından “Çin’e özgü niteliklere sahip sosyalizm” olarak adlandırılan politik çizgiye ilişkin tartışmalara ışık tutmak ve Manifesto okurlarına derli toplu bir arka plan sunmak amacıyla, Amerika Birleşik Devletleri’nde faaliyet gösteren Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi (PSL) tarafından hazırlanan aşağıda okuyacağınız metin Gazete Manifesto için Afşin Burak Umar tarafından orijinal haline bağlı kalınarak Türkçeye çevrildi.

Dünya Solu köşesinde çevirilerine yer verdiğimiz yazılarda ifade edilen görüş ve değerlendirmeler bu yazıları kaleme alanlara ait olup Manifesto’nun editoryal politikasını yansıtmayabilir. Çevirisini okuyacağınız aşağıdaki yazıdaki reel sosyalizm tarihine ve özelde Sovyetler Birliği’nin toplumsal yapısına ilişkin olarak yer verilen değerlendirmeler ile Sovyetler Birliği Komünist Partisi ve Çin Komünist Partisi tarafından izlenen kimi politikalar hakkındaki eleştirilerin de, çevirenin veya Manifesto’nun görüşlerini yansıtmadığını burada açıkça ifade etmek isteriz. Yukarıda da belirtildiği üzere bu çeviri sosyalist hareketin Çin konusundaki tartışmaları bağlamında değerlendirilmek üzere hazırlanmıştır ve yazıda ifade edilen görüşler Manifesto okurlarının geliştirici eleştirilerine sunulmaktadır.

KARŞI DEVRİME, EMPERYALİST MÜDAHALEYE VE PARÇALANMAYA KARŞI ÇİN’İN SAVUNULMASI İÇİN

(Çev.: Afşin Burak Umar)

Aşağıdaki belge, Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi (PSL) üyeleri tarafından neredeyse iki yıl boyunca sürdürülen ayrıntılı değerlendirme ve tartışmaların sonucudur. İlk kez partinin 2006 kongresi için kongre öncesi tartışmalar kapsamında dağıtılmıştır. O kongrede ve takip eden yıl boyunca, parti içi tartışmaların ve eğitim sınıflarının temel metni olmuştur. Mayıs 2007’de Partinin Ulusal Komitesi tarafından bazı değişikliklerle kabul edilmiştir.

Belgenin amacı iki yönlüydü. Birincisi, belgenin geniş kapsamı ve arka plan malzemesi, yeni aktivistlerin Çin’de bugün yaşanmakta olan sınıf mücadelesinin son derece karmaşık ve akışkan doğasına dair PSL’nin anlayışına uyum sağlamaları için hazırlanmıştır. İkincisi, belge partiyi Çin’deki sınıf mücadelesinin keskinleşmesi olasılığına ve özellikle de ABD destekli bir karşı devrim olasılığına siyaseten müdahil olmaya hazırlamak için tasarlanmıştır.

Belge burada, PSL içinde sunulduğu ve tartışıldığı biçimiyle, tartışmayı ve referansta bulunmayı kolaylaştırmak adına konular numaralandırılmış olarak yeniden basılmaktadır.

Çin Devrimi: Tarihsel bir kazanım

1) 1925’ten 1949’a kadarki Çin Devrimi, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi tarihindeki en büyük olaylardan ve kazanımlardan biriydi. Çin sosyalist devrimi emperyalist destekli komprador kapitalist devlete ve Çang Kay-Şek önderliğindeki Milliyetçi Parti’ye (Kuomintang) karşı zafer kazandığı sırada, her yıl 1 milyondan fazla insan açlıktan ölmekteydi. Çin halkı cehaletten, salgın halini almış bir afyon bağımlılığından, kırsal kesimdeki yarı feodal ilişkilerden kaynaklanan acımasız baskıdan, kadınların her yönden ağır biçimde ezilmesinden ve Çin’in çeşitli Avrupalı ve Japon emperyalist güçleri tarafından etki alanlarına bölüştürülmesinden mustarip durumdaydı.

2) 1949-1955 yılları arasında, Çin halkı -Çin Komünist Partisi’nin önderliği sayesinde- cehaleti ortadan kaldırmak, halkı sağlık hizmetine ve kentsel işçi sınıfını da istikrarlı istihdama kavuşturmak, kırsal kesimde toprak ağalığını ortadan kaldırmak ve kapsamı, erişimi ve hızı itibarıyla insanlık tarihinde neredeyse eşi benzeri olmayan diğer pek çok toplumsal kazanımlar için dev adımlar atarken, kitlesel açlığın, afyon bağımlılığının ve fuhşun kökünü kazıdı. 1955 yılına gelindiğinde, çekirdek endüstriler millileştirilmiş ve planlı bir ekonominin ilk adımları şekillenmeye başlamıştı. Ekonomik model, kapitalist mülkiyet ilişkilerinin ekonominin komuta kademelerinden alaşağı edilmesine dayanıyordu.

3) 1950’lerde Çin, Komünist Parti’nin önderliğinde, emperyalizmin ve sömürgeciliğin ellerinde aşağılanma yüzyılını tersine çevirmek için çalıştı ve hızla Asya, Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu’nun bir ucundan diğer ucuna ulusal kurtuluş için mücadele etmekte olan sömürge ve yarı sömürge halklara yön gösteren bir deniz feneri haline geldi.

Çin-Sovyet çatışması

4) Mao Zedong ile Sovyetler Birliği önderliği arasındaki -1920’lerden beri muntazam, hatasız ve yoldaşça olan- ilişkiler, Sovyetler’in Çang Kay-Şek liderliğindeki emperyalizm taraftarı Milliyetçi Parti’ye olan resmi destek politikasının bir sonucu olarak kayda değer bir gerilim içermekteydi. Örneğin II. Dünya Savaşı sonlandığında, Çin’in çok büyük bir kısmı o sırada Çin Komünist Partisinin ve Kızıl Ordusunun kontrolü altında olmasına rağmen, Sovyetler Birliği önderliği Çang Kay-Şek hükümetini Çin halkının meşru temsilcisi olarak resmen tanımıştı. 1945’te Sovyet önderliği Çin Komünist Partisi’ne Çang hükümetini devirmeye çalışmama çağrısında bulundu. Komünist Parti’nin 1949’daki zaferine kadar olan yıllarda, Komünist Parti ile Milliyetçi Parti arasında ülke çapında bir iç savaş devam ederken, Sovyet önderliği Çang hükümetiyle (1945’te imzalanan) Dostluk ve İttifak Antlaşması’nı sürdürdü.

Bu geri adımcı ve oportünist Sovyet politikası esasen, emperyalizmin Çin’deki bir sosyalist devrime Sovyetler Birliği’ne karşı bir savaş başlatarak tepki vereceği konusundaki tamamen anlaşılabilir korkudan kaynaklanmaktaydı. Amerika Birleşik Devletleri nükleer silahlar edinmiş ve bundan sadece dört yıl önce de bunları kullanmıştı. Sovyet önderliği esas itibarıyla, Alman Nazi işgali sırasında 27 milyondan fazla insan kaybeden ülkesini yeniden inşa edebilmek için savaştan uzak bir soluklanma mühleti arayışındaydı.

5) 1949’da Çin’de sosyalist devrimin zaferinden hemen sonra, Mao Zedong Moskova’ya seyahat etti. Uzun müzakerelerden sonra, iki taraf 1950 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında ekonomik, siyasi ve askeri bir birleşik cephe oluşturulmasının önünü açan bir Dostluk ve İttifak Antlaşması imzaladı. Sovyetler Birliği, Çin’in sömürgeciliğin dayattığı azgelişmişlik mirasını alt etmeyi hedefleyen hızlı ekonomik yükselişine yardımcı olmak için, binlerce ekonomik danışman ve teknisyenle birlikte muazzam miktarlarda ekonomik ve askeri yardım gönderdi. Sovyet-Çin ittifakı emperyalizm için tek büyük tehdit, sömürgecilik ve sömürünün üstesinden gelmek için savaşan tüm dünya halkları için de tek büyük umuttu. O zamanlar, dünya halkının beşte ikisinden fazlası, kendilerini sosyalist kalkınmaya adamış ülkelerde yaşıyordu.

6) 1949’da Çin Devrimi’nin zaferinin ardından, ABD emperyalizminin temel dış politika hedeflerinden biri Sovyet-Çin ittifakını parçalamaktı. ABD hükümeti 1948’deki Sovyet-Yugoslavya ayrışmasının deneyiminden -ve bu ayrışmanın akabinde Yugoslavya’nın batı emperyalizmi tarafından ekonomik, siyasi ve hatta askeri olarak kucaklanması sonucunun ortaya çıkmasından- sosyalist blok içinde büyük bir çatlağın daha yaşanmasının mümkün olduğu dersini çıkarmıştı. 1950’lerde hem Çin’e hem de Sovyetler Birliği’ne emperyalizmden gelen bitmek bilmeyen tehditlere, Sovyetler Birliği yahut Çin’le -diğerinin zararına olacak şekilde- yakınlaşma veya uzlaşma umutlarını yükselten “yoklamalar” eşlik ediyordu.

7) 1956 yılında Sovyetler Birliği’nde yeni bir önderliğin yerini sağlamlaştırması, bu önderlik tarafından yeni bir çizginin telaffuz edilmesini de içeriyordu. Hruşçov yönetimi, emperyalizmle sosyalist blok ülkeleri arasında “barış içinde bir arada yaşama” çizgisine ön ayak oldu. Bu çizgi, emperyalizmle giderek artan bir yakınlaşma ya da detant politikası anlamına geliyordu.

Sovyet ve ABD liderleri arasındaki “zirve diplomasisi”, 1950’lerin sonlarında Hruşçov ve batılı emperyalist liderler arasında gerçekleştirilen üst düzey ve süper dikkat çekici toplantılar ile başladı. Aynı zamanda, nükleer silah denemeleri ve diğer meseleler üzerine kapalı kapılar ardında ikili müzakereler de yapılıyordu. 1963’te Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği, atom ve hidrojen bombalarının atmosferik testlerini yasaklayan Nükleer Test Yasağı Antlaşması’nı imzaladılar. Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki savaş gerilimlerinin azalması Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist inşa açısından olumlu olsa da ve nükleer bombaların atmosferik testlerine getirilen yasak bu tür testlerin ardından devam eden nükleer serpintilerin ortadan kaldırılması bakımından büyük bir adım anlamına gelse de bu ikili görüşmelerin Sovyet-Çin ilişkileri üzerinde zararlı bir etkisi oldu. Kapalı kapılar ardındaki görüşmeler, tam da Washington’un Çin’e yönelik tehditlerini artırdığı bu yıllarda, Çin’in kendini tecrit edilmiş hissetmesine katkıda bulundu. Çin’in Birleşmiş Milletler’e katılması reddedilmişti. Buna ilaveten Pentagon, Tayvan’da tünediği yerden Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı sürüp giden bir füze ve bombalama savaşı yürüten Çang Kay-Şek rejimini ağzına kadar silahlandırıyordu.

8) Çin önderliği 1950’lerin sonlarında, Çin’in ve aynı emperyalist ülkelere karşı ulusal kurtuluş için savaşanların zararına emperyalizmle uzlaşma biçimindeki siyasi çizgisi sebebiyle Sovyet önderliğine karşı bir siyasi polemik başlattı.

9) Çin-Sovyet siyasi ideolojik mücadelesi, başlarda Çin önderliğinin sola doğru keskin bir çark edişine tekabül etti. Çin Komünist Partisi, 1914’te İkinci Enternasyonal önderliğine karşı Lenin’in özgün polemiğine benzer biçimde, sosyalist hareket içinde oportünizm eleştirisinin uluslararası ölçekte yeniden canlanmasına yardımcı oldu. Çin’in 1960’larda sola çark edişi, söz konusu on yılda küresel radikalleşmeye olağanüstü katkıda bulunmuştur. Çin, ABD-Sovyet ilişkilerinin neden olduğu izolasyonun üstesinden gelmenin yolunu, tüm kıtalarda dünya devrimini teşvik etmekte aradı.

Endonezya’daki karşı devrim Çin’in tecrit edilmişliğini pekiştirdi

10) 1965 yılında devrimci milliyetçi Endonezya hükümetinin ABD destekli bir darbeyle devrilmesi, buna yaklaşık 2 milyon Endonezyalının katledilmesinin ve Endonezya Komünist Partisi’nin (sosyalist ülkelerdekilerin dışındaki en büyük komünist partinin) tasfiyesinin eşlik etmesi Çin’i başlıca müttefikinden mahrum bıraktı. Dünyanın en kalabalık ülkelerinden biri olan Endonezya, faşist bir askeri diktatörlüğün pençesine düştü. Çin Devrimi’nin müttefiki olmak yerine, Endonezya tam tersine dönüştü. Bunun Çin önderliği üzerindeki etkisi göz ardı edilemez. Tarihsel analoji yoluyla, Endonezya’da 1965’teki yenilginin Çin üzerindeki etkisi, Alman devriminin 1923’teki yenilgisinin yeni doğan Sovyet devleti üzerindeki etkisiyle karşılaştırılabilirdi. Bu yenilgilerin her ikisi de uluslararası sahnede ve hayat memat mücadelesi veren sosyalist hükümetlerin sınırları dışında yer alıyordu, ancak her ikisi de nihayetinde 1924’te Sovyetler Birliği’nde ve 1971 itibarıyla Çin’de şekillenen muhafazakâr, gayrı devrimci bir uluslararası dış politikanın kendini sağlamlaştırmasına katkıda bulunmuştur.

11) Çin daha da tecrit edilmiş hale geldikçe, Sovyet önderliği ile olan polemiği, 1967 ve 1968’den itibaren Sovyetler Birliği’ni “sosyal-emperyalist” ve hatta “faşist” bir ülke olarak nitelendirmeleriyle kötü biçimde bozuldu. Çin Komünist Partisi, Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restore edilmiş olduğunu ileri sürdü ve böylece Sovyetler Birliği’nin emperyalist ülkelerden farklı olmadığını ilan etti. Bu kadar radikal bir sonuca varmak için hiçbir gerçek bir kanıt sunulmamıştı -ki sunulması da mümkün değildi, çünkü Sovyetler Birliği’nin kapitalist bir toplumsal oluşum olarak nitelendirilmesi gerçeğe aykırıydı. Sovyet toplumunun bilimsel bir incelemesine dayanmıyordu. Bu, Çin’in siyasi ve diplomatik yöneliminde ölümcül bir kusur olarak kendini ortaya koydu ve sonuçta asıl kendisinin Sovyetler Birliği’ne karşı bir müttefik olarak ABD emperyalizmi ile yakınlaşmasına kapıları açtı. İdeolojik ve siyasal mücadele, sosyalist devletler arasında bir mücadele halini aldı.

Hem Çin hem de Sovyetler Birliği, terimin yaygın biçimde kabul edilen ancak kesin olmayan tanımı itibarıyla, sosyalist ülkelerdi. Her ikisi de özel olmaktan çok kamu mülkiyetine dayalı bir üretim biçimine sahipti. Her ikisinde de ekonominin sürükleyici lokomotifi olarak, kapitalist ekonomileri karakteristik özelliği olan kâr güdüsü değil merkezi ekonomik planlama vardı. Her iki ülke de hükümet tarafından izin verildiği ve düzenlendiği durumlar haricinde ekonomiye emperyalist müdahaleyi dışlayarak, böylece emperyalizm ile kendi topraklarındaki işletmeler arasındaki göbek bağını keserek, dış ticarette katı bir devlet tekeli tesis etmişti. Hem Çin hem de Sovyetler Birliği, emperyalist işgalcileri kovmak için verdiği uzun savaşta kahraman Vietnam halkına askeri ve ekonomik yardımda bulundular. Her ikisi de diğer sosyalist ülkelere ve ulusal kurtuluş hareketlerine sınırlı ama esaslı yardım sağladı.

Henry Kissinger, Richard Nixon ve Çin önderliği arasındaki gizli müzakerelerin ardından 1971 ve 1972’de ABD’nin Çin’e açılması, ABD-Çin diplomatik ilişkilerinin sürpriz bir şekilde yeniden başlamasına yol açtı. Leninist bir bakış açısından, bu tür diplomatik ilişkiler, ya da normalleştirilmiş ilişkiler olarak adlandırılan ilişkiler, sosyalist inşanın teşvik edilmesi zaviyesinden tamamen uygun ve hatta gereklidir. Sosyalist ülkeler barışa her şeyden çok ihtiyaç duyarlar, çünkü böylece değerli kaynaklar silahlanma yerine halkın ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılabilir. Ancak Çin’in ABD emperyalizmi ile ilişkilerini normalleştirmesi bir adım daha ileri gitti, çünkü esas itibarıyla anti-Sovyet bir ittifak üzerine inşa edilmişti. Çin tarafından Sovyetler Birliği’nin politik açıdan tutarsız bir sosyalist müttefik değil de düşman bir devlet olarak yanlış biçimde nitelendirilmesi, Çin önderliğinin asıl kendisinin tamamen oportünist bir biçimde emperyalizme doğru yönelmesinin üstünü örten bir siyasi kılıf oluşturdu.

Bu, Çin’in devrimci dış politikasının kahramanca döneminin sonu oldu. Çin’in 1960’lardaki devrimci enternasyonalizmi, diğer devletlerle ilişkisindeki izolasyondan kaçmasına katkıda bulunmamış, ama Çin’in dünyanın ezilen insanları nezdindeki prestijini rakipsiz kılmıştı. 1960’larda hâlâ ekonomik açıdan fakir ve azgelişmiş olduğu halde Çin, dünyanın sömürücülerine ve zalimlerine karşı ezilen insanların savunucusu olmanın getirdiği ahlaki otoritenin tadını çıkarıyordu.

ABD ile diplomatik ilişkilerin normalleşmesi ve ÇKP’nin sol kanadı içindeki bölünme

12) Çin’in ABD emperyalizmi ile ilişkilerinin kardeş bir sosyalist ülkeye karşı bir ittifakın ikmal edilmesi temelinde normalleştirilmesi, Çin’in enternasyonalizminin dar milliyetçiliğin ve işçi sınıfa olan bağlılığa ihanetin tehlikeli bir dışavurumuna dönüştüğünün işaretini vermişti. Bu klasik oportünizmin bir dışavurumuydu, yani öngörülen kısa vadeli örgütsel kazanımların, dünya işçi sınıfının uzun vadeli çıkarlarının önüne koyulması anlamını taşıyordu. Bu itibarla, Mao’yu ve Çin Komünist Partisi’nin sol kanadını ciddi şekilde zayıflattı.

13) 1969 ve 1971 yılları arasında, Çin Komünist Partisi’nin Mao Zedong ve Lin Biao etrafında toplanan sol kanadı, kanlı bir mücadeleyle bölündü. Lin, Halk Kurtuluş Ordusu’nun lideri ve Kültür Devrimi sırasında Mao’nun anayasal olarak atanmış halefi olagelmişti. Aralarındaki mücadele en nihayet Lin’in 1971’de şüpheli bir uçak kazasında ölmesiyle sona erdi. Bölünmeyi kışkırtan muhtemel sorun -bugün bile pek çok şey gizli kalmış durumdadır- Mao’nun ABD emperyalizmi ile bir uzlaşma arayışına girme kararıydı. Kissinger’ın 1971’de Pekin’e yaptığı sürpriz ziyaretin, 1971 ve 1972’de gerek onun gerekse Nixon’ın yaptığı takip eden ziyaretlerin ve ABD-Çin ilişkilerinin restorasyonunun öncesinde, Lin Biao ve sol kanadın taraftarları ordu ve parti içinde büyük bir tasfiyeye uğradılar. Sol içindeki tasfiyeye dair gerçekler halk kitlelerinden gizlenmiş ve her türden aşağılayıcı ve fantastik açıklamalarla üstü örtülmüştü. Bu durum, söz konusu sol-içi mücadelenin 1976’da Mao’nun ölümünün hemen ardından daha muhafazakâr bir önderliğin nihai zaferi elde etmesinde oynadığı rolün önemi hakkında yetersiz bir inceleme ve analiz yapılmasına da kısmen katkıda bulunmuştur.

14) Maocu sol kanadın geri kalanının Mao’nun 1976’da ölümünün ardından neredeyse anında tutuklanması ve tasfiye edilmesiyle, Çin Devrimi’nin solcu dönemi tamamen sona ermiş oldu. 1960’lardaki iç mücadeleler sırasında Komünist Parti önderliği içinde “kapitalist yolcular” olarak nitelendirilenler şimdi iktidarın dizginlerini ele geçirmişlerdi. Bu güçler, birkaç yıl içinde sosyalist ekonomide tarihî bir yön değişikliğine giden bir yol izlemeye başladılar. 1978’den itibaren bu Çin’de sözde “sosyalist piyasa ekonomisinin” başlangıcını teşkil etti.

İki çizgi mücadelesi: Azgelişmişliğin üstesinden gelmek için hangi yolu izlemeli?

15) 1949 yılındaki zaferinden bu yana Komünist Parti’nin önderliği, zorunluluk gereği Çin’in ekonomik kalkınması meselesine odaklanmıştır. İnsanı hayrete düşürecek ölçüdeki azgelişmişlik ve yoksulluk, beraberlerinde getirdikleri tüm sosyal sorunlarla birlikte, yarı-feodal ve bürokratik eski kapitalist toplumsal düzenden geriye kalan ve halen daha hükmünü sürdüren mirastı. Hiçbir görev, 1 milyardan fazla insanın gündelik yaşamı üzerinde etkisi olan ekonomik ve sosyal kalkınmadan daha acil olamazdı. Komünist Parti’nin tüm kanatları bu konuda mutabıktı.

Ancak parti içinde Mao Zedong ile başlıca siyasi rakipleri olan Deng Şiaoping ve Liu Şaoqi arasında uzayıp giden bir “iki çizgi mücadelesi” ortaya çıktı. Mao grubu kalkınma için, temel sanayi dallarında ve bankacılıkta millileştirilmiş kamu mülkiyetini, merkezi planlamayı, tarımda kolektivizasyonu ve dış ticarette devlet tekelini içeren sosyalist yöntemlerin uygulanmasını savunuyordu. Liu ve Deng’in önderliğindeki hizbin yaklaşımı ise öz itibarıyla Marksist olmaktan çok pragmatikti. 1966-1969 arasındaki Kültür Devrimi’nin eylemci safhası sırasında Mao hizbi tarafından “kapitalist yolcular” olarak nitelendirilen Deng hizbi, 1978’de iktidarı ele geçirdi. Sonradan “piyasa sosyalizmi” ya da “Çin’e özgü niteliklere sahip sosyalizm” olarak tanınacak olan bir dizi uzak erimli ekonomik reformu hayata geçirmeye başladılar.

Bu reformlar aynı zamanda Çin’in emperyalist banka ve şirketlere “açılmasına” yol açtı. “Dışa açılma”nın arkasındaki kalkınma stratejisi, stratejik bir varsayım üzerine bina edilmişti: Çin’deki düşük ücretli işgücünün istihdam edilmesinden elde edilecek süper kârların çekiciliği, en gelişmiş teknolojiye sahip sanayi şirketlerinin ve bankaların devasa sermaye yatırımlarını beraberinde getirecekti. Çin, en son teknolojilere erişerek ve bunları edinerek kendi kalkınmasında bundan fayda sağlayacaktı.

Tarımın kolektivizasyonuna dayalı Çin komün sistemi de dağıtıldı ve 1970’ten önceki on yıllarda tüm Asya’da eşitlikçi kazanımları ve en yoksul köylüler için sosyal getirileri ile bilinen Çin kırsal kesimi yeniden ciddi şekilde tabakalaşmış oldu.

Daha varlıklı durumdaki milyonlarca köylünün yaşam standartlarında keskin bir artış görülürken, kırsal bölgelerde yaşayan muazzam bir kitle her şeyini kaybetti. Başlarının çaresine bakmaya terk edilmiş vaziyette, çoğunlukla dış kapitalist yatırımcılar için tahsis edilmiş özel ekonomik bölgelerde bulunan yeni kurulmuş fabrikalarda iş arayarak, on milyonlar halinde kentsel alanlara göç ettiler. Topraktan koparılan bu göçmen işgücü, yeni bir piyasa-temelli özel kapitalist sektörün kurulması için gerekli insan malzemesinin kaynağı haline geldi.

16) Bir tarafta Liu, Deng ve onların siyasi mirasçılarının önderliğindeki “kapitalist yolcular” ile diğer tarafta sosyalist yöntemleri tercih eden Mao grubu arasındaki iki çizgi mücadelesini, yabancı sermaye ithalatını ve bir iç kapitalist piyasanın yaratılmasını bir uyarıcı olarak kullanmak suretiyle hızlı ekonomik kalkınmadan yana olanlar ile sosyalist normları koruyarak daha yavaş bir tempoda ısrarcı olanlar arasında bir mücadele biçiminde tasvir etmek yanlıştır. İki çizgi mücadelesinin her iki tarafındakiler de Çin’in süratli ekonomik kalkınmasını en yüksek bir öncelik olarak görmekteydi.

17) Deng grubu öncelikle, sosyalizmin inşası için gerekli olan maddi ön koşulların Çin’in üretici güçlerinin gelişmesinin süratle hızlandırılmasını gerektirdiğini ve yabancı (emperyalist) sermayenin ve teknolojinin ithal edilmesinin de üretici güçlerin geliştirilmesinin en hızlı yolu olduğunu savundu.

Mao döneminde, Çin ekonomisi umutsuz bir vaka durumunda olmaktan uzaktı. Gerçekte 1952’den Mao’nun 1976’daki ölümüne kadar, sanayi üretimi yıllık olarak yüzde 11,2 oranında artış göstermişti. Kültür Devrimi’nden kaynaklanan iç çekişmelerin üretimde neden olduğu en yoğun kargaşalıklar ve aksaklıklar da dahil olmak üzere, sanayi üretimi yıllık ortalama yüzde 10 oranında büyümüştü.[1] Çin bunu neredeyse hiç dış yardım veya destek olmaksızın becermişti. Tüm Sovyet ekonomik yardımı, desteği ve danışmanları 1961 yılı itibarıyla geri çekilmişti ve Çin çok az uluslararası banka kredisi alabilmişti. Aslında Çin, 1980’lerin ilk on yılına tepesinde sallanan neredeyse hiçbir dış borç olmadan giren çok az sayıdaki Üçüncü Dünya ülkesinden biriydi.[2]

Mao döneminde Çin’in sanayi üretiminde elde ettiği on kat artış nefes kesici bir ilerleme iken, yoksulluk içerisindeki köylerde ve kırsal kesimdeki ilerleme bariz biçimde yavaş olmuştu. Aynı dönemde toplam tarımsal üretim iki kat artmıştı. 1952-1976 döneminde kırsal nüfusun yıllık yaşam standartları yaklaşık sadece yüzde 1 oranında artmış olmasına rağmen,[3] Çinli köylüler kolektivizasyon ve komün sistemi sayesinde halk sağlığı, ücretsiz kamusal eğitim, uygun fiyatlı konut ve sosyal güvenlik alanlarındaki dev ilerlemelerin keyfini sürdüler. Kırsal kesimde zengin ve fakir arasındaki aşırı bölünmüşlük azaltılmıştı. Tarımdaki büyüme sanayi sektörünün fırtına gibi büyümesinden mahrum olsa da aynı dönemde “Çin’in, Hindistan’dan yüzde 14 daha az ekilebilir arazide, Hindistan’dan yüzde 30-40 daha fazla gıda yetiştirmiş olması” kayda değerdir.[4]

İki çizgi mücadelesi, proletarya diktatörlüğü sırasındaki sınıf mücadelesini yansıtıyordu

18) Çin’in aşırı az gelişmişliğinin üstesinden gelmek için hangi kalkınma yolunun tutulacağı konusunda Çin Komünist Partisi içindeki iki çizgi mücadelesi, salt ekonomik kalkınma için en verimli yöntemin ne olduğu hakkındaki bir ideolojik ve politik tartışma değildi. Devrimin 1949’daki zaferinden sonra Çin’de var olan sınıfsal güçler arasındaki çekişmenin bir ifadesiydi. Çang Kay-Şek ordusunun yok edilmesi ve ardından Tayvan adasına çekilmesi tarihi bir olay teşkil ediyordu. Yeni toplumun temelini ve alt yapısını yaratan, eski devlet aygıtının parçalanması ve yerini yeni bir devlet gücünün -Komünist Parti liderliğindeki Kızıl Ordu’nun- alması oldu. Yarı-feodal ve komprador burjuva devlet diktatörlüğünün yerini işçi devleti, ya da Marksist terminolojide proletarya diktatörlüğü olarak adlandırılan şey almış bulunuyordu.

Ancak kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin sınıfsal hakimiyetine dayanan eski devletin yerini işçi sınıfının iktidarına dayalı yeni bir devletin alması, toplumdaki sınıfsal bölünmüşlüğü hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz. Merkezi üretim araçlarının kamulaştırılması ve kapitalist özel mülkiyetin millileştirilmesiyle de sosyalizm meselesi çözüme kavuşturulmuş olmaz. Tam tersine, büyük burjuvazinin ve yarı-feodal toprak sahipleri sınıfının mülksüzleştirilmesi sadece sosyalizmi bir olasılık olarak gündeme getirebilir. Marx’ın sosyalizm olarak adlandırdığı, komünizmin en düşük aşamasına geçişin başlangıcı için temel oluşturur.

19) Mao ve onun hizbinin/hiziplerinin Komünist Parti içinde izlediği çizgi, her şeyden önce işçi sınıfının ve köylülüğün ihtiyaçlarına hizmet edecek olan sosyal ve ekonomik sisteme duyulan ihtiyaç üzerine kuruluydu. Birbirini izleyen 22 yıl boyunca silahlı mücadele, emperyalist işgal ve iç savaş da dâhil olmak üzere devrimci süreç bizzat yoksulların, ezilenlerin ve mağdurların örgütlenmesine, özverisine ve enerjisine dayandığı için Komünist Partinin zaferiyle sonuçlanmıştı. Devrimci savaşın kendisi, köylü kitlelerini atomize edilmiş ve siyasi bakımdan donmuş konumlarından uyandırarak onları işçi sınıfı örgütünün önderliğinde yeni toplumun aktif sosyal tabanına dönüştürmüştü.

20) 1952 ve 1955 yılları arasında büyük kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi, ekonomik üretim ve dağıtım için sosyalist planlamanın kurulması ve dış ticarette devlet tekelinin tesis edilmesi iki yönlü bir işleve hizmet etti: birincisi, Çin’in ekonomik ve siyasi egemenliğini ve bağımsızlığını geri kazanmak (Mao 1949’da Tiananmen Meydanı’ndaki  ilk konuşmasında devrimin zaferinin Çin halkının “ayağa kalktığı” anlamına geldiğini açıklamıştı); ve ikincisi, toplumu ve onun üretici güçlerini, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılamaları için, yeni egemen sınıf olarak ortaya çıkmış olan Çin işçi ve köylülerinin emrine vermek.

İşçi sınıfı dünya kapitalizmine bağlanmanın halkası olamaz

21) “Kapitalist yolcular”, Mao çizgisinin aksine, kalkınmaya giden en hızlı yolun Çin’in dünya pazarı için düşük ücretlerle, düşük maliyetlerle ihraç malları üreten bir ülke olarak dünya kapitalizminin küresel iş bölümünde kendisine bir yer edinmesi ve böylece dünya kapitalist pazarına entegre olması olduğuna inanıyorlardı. Çin’in uluslararası iş bölümüne katkısının yalnızca düşük (gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı için geçerli standartlara göre düşük) ücretlerle çalışmaya hazır devasa bir işgücü havuzu temin etmekten ibaret olmadığını, aynı zamanda emtia satışı ve özellikle de Amerika Birleşik Devletleri, Batı Avrupa, Japonya ve başka yerlerdeki ulusötesi kapitalist şirketlerden gelen sermaye fazlasının (fabrikalar, bankalar ve finans sermayesi, vesaire) ihracı için eşi benzeri olmayan bir yükselen piyasa arz edeceğini iddia ediyorlardı. Bu yükselen piyasanın en benzersiz özelliği, büyüklüğüydü. Nüfusu ve ekonomik gelişimi itibarıyla Çin’in, kapitalist yatırımcılar için Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bir asır önceki gelişimine zamanla denk olacak büyüklükte bir potansiyel pazar arz ettiği açıktır.

22) İşçi sınıfı ile yoksul ve orta köylüler, aşırı sömürü, iş anlaşmaları yapma ve finansal yatırım ihtiyaçları içindeki dünya kapitalizmine bağlantı halkası olacak türde birer sınıf mahiyetinde değildir. Gerçekte işçi sınıfı ve köylülük, sermayenin ihtiyaçları ile uzlaşmaz olan çıkarlara sahiptir. Proletarya için yatırım sermayesinin hangi ülke menşeli olduğu tamamen önemsizdir. Sermaye, her şeyden önce, sömürücüler ve sömürülenler arasında toplumsal bir ilişkidir. Sermaye sadece sömürü aracılığıyla yani kolektif, canlı emek tarafından yaratılan artı değere el konulması ve birikimi aracılığıyla gelişir. Çinli işçiler ister Amerika Birleşik Devletleri’nden, Almanya’dan veya Japonya’dan gelen kapitalistler tarafından istihdam edilsin, isterse fabrika sahibi Çinli bir kapitalist olsun, aradaki ilişki sömürüye dayalıdır. Bu, ücretli sınıf için bir kölelik biçimidir.

23) Dahası, Çin proletaryasının sınıfsal içgüdüsü gerek dünya kapitalist piyasasında gerek Asya çapındaki bölgesel piyasada gerekse gelişmekte olan Çin iç piyasasında rekabetçi kalabilmek adına amansız bir “maliyetleri düşürme” yolunu tutan küreselleşmiş uluslararası sermayenin ve onun Çin içerisindeki ajanlarının taleplerine karşı direnmek olacaktır. Maaşları ve sosyal yardımları kesmek, ticari imara açmak üzere işçi sınıfı mahallelerini yerinden etmek, kapitalist gelişme için kırsal kesimde arazileri ele geçirmek, sermayenin uygun adım ileri yürüyüşünün tipik özellikleridir. İşçi sınıfı bir sınıf olarak bu tecavüzlere karşı direnmeye mecburdur ve sınıf direnişi olgusu Çin’in her yerinde yaygınlaşmaya başlamaktadır.

24) 1978’den bu yana uygulamaya konan ekonomik reformlar, işçilerin ve çok daha fazla sayıdaki köylülerin önceden sahip oldukları sosyal sigorta güvencelerinin birçoğunun içini boşaltmıştır. Milyonlarca insanın en temel sosyal hakları -genel sağlık sigortası, çalışma hakkı, ücretsiz kamusal eğitim ve uygun fiyatlı barınma- ciddi biçimde budanmıştır.

Çin’in yeni kapitalist sınıfı homojen değildir

25) Reformlar Çin’de yeni bir kapitalist sınıfın türemesine yol açmıştır. Ulusötesi bankalarla ve şirketlerle ortak olarak bağlantı kurabilen işte bu kapitalist sınıftır.

26) Bütün sınıfsal formasyonlar gibi Çin kapitalist sınıfı da homojen değildir. En nihayetinde o, rekabet üzerine bina edilmiş bir sınıftır. “Pazar payı” elde etmek ve dünya ekonomisinde bir yer kapmak için kendi içinde rekabet halindedir. Emperyalist banka ve şirketlerle olan ilişkisi pürüzsüz ve ihtilafsız değildir. Dünya emperyalizmi, kendi çıkarı için Çin pazarına hâkim olmaya çalışmaktadır.

27) Hiç şüphesiz Çin burjuvazisinin, Çin ekonomisi ve iç piyasa üzerinde kendisi hâkim olmak istediği için emperyalizmle ihtilaf içinde olan milliyetçi bir kesimi mevcuttur. Sömürge dünyasındaki pek çok burjuvazi gibi o da yabancı emperyalizm tarafından hor görülmektense kendi ülkesindeki piyasaların sömürücüsü olmayı arzuladığından, emperyalizmin işe karışmasına içerlemektedir. Bu geçmişte sömürgeleşmiş ve yarı-sömürgeleşmiş olan ülkeler bakımından evrensel bir olgudur. Bir örnek üzerinden gidilecek olursa, Küba’daki 26 Temmuz Hareketi’nin komprador Batista diktatörlüğüne karşı savaşan, ancak daha sonra devrimi terk eden ve 1959’da Batista’nın devrilmesinin ardından Küba işçi sınıfının iktidarın dizginlerini elinde tutmakta kararlı olduğu ortaya çıkınca emperyalizmin işbirlikçileri haline gelen Küba milliyetçi burjuvazisinin geniş kesimlerini de içerdiğini hatırlamak önemlidir.

28) Keza hızla ortaya çıkan Çin kapitalist sınıfının, kentsel orta sınıfın ve burjuva entelijansiyanın içerisinde; Çin’in kalkınmasının mevcut dünya kapitalist sisteminin sınırları içinde kalkınmanın şartlarını müzakere edebilmek için güçlü bir devlete ihtiyacı olduğunu kabul eden önemli kesimler mevcut olmalıdır. 1949 devriminden ve proletarya diktatörlüğünün kurulmasından önceki dönemde Çin burjuvazisi bir sınıf olarak, yabancı kapitalist çıkarların bir taşeronundan -bir komprador ya da kuklasından- başka bir şey olarak işlev görmek için fazlasıyla cılızdı. 19. yüzyılın son yıllarında batı ve Japon kapitalizminin emperyalizme doğru evrilmelerinin, sömürgeleşmiş ve yarı-sömürgeleşmiş ülkelerdeki kapitalistlerin modern, olgunlaşmış birer egemen sınıf olmaya doğru aynı gelişim yolunu izleme yeteneğini boğucu bir etkisi oldu. Asya, Afrika, Ortadoğu ve Latin Amerika’nın her tarafında, burjuvazinin bir sınıf olarak gelişimi yabancı emperyalist burjuvazinin istilalarıyla ya bastırıldı ya da geciktirildi. Bu süreç Walter Rodney’nin “Avrupa Afrika’yı Nasıl Geri Bıraktı” adlı çığır açan çalışmasında Marksist bir bakış açısıyla belgelenmiş ve analiz edilmiştir.

Dış ticarette devlet tekeli

29) Çin Komünist Partisi iktidara geldiğinde, dış ticarette devlet tekelini tesis ederek Çin burjuvazisi ile dünya emperyalizmi arasındaki bağlantıyı kopardı. Yabancıların (günümüzde, emperyalistlerin) ülkeye nüfuz etmesini önlemekte hakiki Büyük Çin Seddi’nden bin kat daha etkili olan yeni bir Çin seddi inşa etti. Çin, tüm ekonomik, toplumsal ve siyasal alanlarda gerçek kalkınma yoluna koyulmak için devleti ve dahası proleter devlet diktatörlüğünü kaldıraç olarak kullanarak geniş topraklarının, doğal kaynaklarının ve emeğin kontrolünü geri almayı başardı. Dış ticarette devlet tekeli, Çin’e de halkına da değer vermeyen ve doğu ve orta Asya’nın hem doğal hem de toplumsal manzarasını kendi kârları için yağmalanacak, “yasallaştırılmış” soyguna tabi tutulacak bir sahadan başka bir şey olarak görmeyenler tarafından ülkenin talan edilmesinin ve yıkıma uğratılmasının önlenmesinde esaslı bir ilk adımdı.

30) Dış ticarette devlet tekeli Çin’in iktisadi egemenliğini kazanması için elzemdi. Emperyalizm ile yerli teşebbüsler arasında kendiliğinden veya kontrolsüz teması engelleyen koruyucu bir duvar işlevi gördü. Dış ticarette devlet tekeli sosyalizmin bir prensibi değildir, daha ziyade yurtiçindeki sosyalist ekonomiyi küresel kapitalizmin yıkıcı etkilerinden, özellikle de ulusötesi şirket ve finans kurumlarından ya da banka sermayesinden korumanın bir yöntemidir. Bu, işçi devletinin bir güç gösterisidir. Fakat bazı yönlerden, hatta çoğunlukla, sosyalist yöntemleri kullanmaya çalışan tekil bir ulusal ekonominin, hâlâ sermayenin hükmettiği bir dünya ekonomisi karşısındaki zayıflığından kaynaklanan bir tedbirdir. Dış ticarette devlet tekeli de diğer her şey gibi karşıtların bir birliğidir ve kendi temel çelişkilerini bağrında taşır. Dış ticarette devlet tekelinin dezavantajı, sosyalist devletin ekonomisini dünya sermayesinden korumak için diktiği duvarın aynı zamanda endüstriyel ve bilimsel teknikteki en son ilerlemelere erişimde bir engel teşkil edebilmesidir. Teknolojiye erişim, üretici güçlerin ilerlemesi ve gelişmesi açısından son derece önemlidir. Gerek ekonomik gerekse siyasi arenada istisnasız her önderlik, bu konunun merkezî öneminin gayet net ayırdındadır. Son tahlilde ve süreç içerisinde, teknikteki iyileşme ekonomik ilerlemenin anahtarıdır ve geride kalanlar siyasi ve ekonomik meşruiyetlerini kaybettikleri için geri kalma düşüncesi büyük korkuya yol açar.

31) Sözde büyük emperyalist güçler ile Çin arasındaki yarışta, endüstriyel ve bilimsel tekniğin geliştirilmesinde veya geliştirilmesinde geri kalma meselesinin korkutucu askeri neticeleri de vardır. Sovyetler Birliği tarihi açıkça göstermektedir ki, Sovyet hükümetini ABD emperyalizminin “silahlanma yarışına” ayak uydurabilmek için kıymetli endüstriyel, bilimsel ve mühendislik kaynaklarını sürekli olarak başka tarafa yönlendirmek ve yeniden odaklamak zorunda bırakan, emperyalist savaş ve saldırganlıktan duyulan korkuydu.

32) Çin gibi bir ülke için yaman çelişki, ekonomik ve teknolojik kalkınmasını hızlandırabilmek için, dünya ekonomisine bağlanma veya onun içine entegre olma arayışına girmiş olmasıdır. Oysa bugünkü dünya ekonomisi, kapitalist bir dünya ekonomisidir. Bu kulübe kabul edilebilmek için ödenmesi gereken bedel, Çin’in kapitalist dünya ekonomisinin kurallarına göre oynamasıdır. Bu, emperyalistler tarafından emeğe ve piyasalara erişilmesi; finans kapitalin sadece kreditör sıfatıyla değil, aynı zamanda endüstriyel kaynakların yöneticisi olarak da ülkeye nüfuz etmesi ve esnek bir “serbest işgücü” havuzundan istifade hakkı anlamına gelmektedir.

33) Dünya emperyalizmi, yokluğunda uluslararası yatırımların ve ticaretin durgunlaşacağı teknoloji ve kredi üzerindeki fiili tekelinin keyfini sürerken, onun tüm önemli kurumsal bileşenleri, Çin’in dış ticarette devlet tekelini -ki bu egemenliğini geri kazanmasını sağlamış olan ve yeni-sömürgeci esaret altındaki konumunu sağaltan bir sistemin tam da temelini oluşturur- sonlandırmasında ya da gevşetmesinde ısrar etmektedirler.

34) Reform sürecindeki her yeni adımda, Çin dünya ekonomisine giderek daha fazla entegre oldukça, Çin devletinin Çin işletmeleri ile ulusötesi banka ve şirketler arasında son karar merci rolü daha da zayıflamakta ve tehlikeye girmektedir. Hem Çin kapitalist sınıfı hem de Komünist Parti, bu çelişkinin fevkalade farkındadır. Çin’in ulusal çıkarlarına odaklanmış güçlü bir devlet, komprador temelli bir devletin aksine, hem Çin işçi sınıfının ve köylülüğünün bağımsızlığı ve ekonomik kalkınması için hem de Çin’in yerli kapitalistlerin gelişimi için elzemdir. Emperyalistler Çin’in piyasalarına ve kaynaklarına tamamen ellerini kollarını sallayarak erişime sahip olurlarsa hem işçi sınıfının hem de gelişmekte olan Çin burjuvazisinin çıkarları çiğnenmiş olacak ve bunlardan ikincisi tali bir komprador katman seviyesine düşecektir.

Emperyalizmin Çin devletine karşı tutumu

35) Halihazırdaki Çin hükümetinin yok edilmesinin veya Çin Komünist Partisi’nin devrilmesinin mevcut koşullar altında bundan daha devrimci bir hükümete, sosyalist yöntemlerin aslî biçimde kullanılmasının geri dönüşüne veya Çin’de “iş yapan” uluslararası burjuvazinin mülksüzleştirilmesine yol açabileceğine dair ortada hiçbir emare bulunmamaktadır. Tam tersine, mevcut devletin kesintiye uğraması Çin’i yeni-sömürgeci uçurumun derinliklerine sürükleyebilecektir. İşçi sınıfının ya da köylülerin çıkarları şöyle dursun, Çin’in bir ulus olarak kalkınmasına dahi zerre önem vermeyen yabancı emperyalist şirket ya da bankaların her biri, dizginsiz bir süper kâr arayışında ülkeyi kasıp kavurabilecektir. Bu senaryonun olası sonucu, Çin’in sadece dinamik ileri yürüyüşünden geri atılmakla kalmaması, aynı zamanda ülkenin kolayca parçalanabilecek olmasıdır -emperyalistler “değerli” kıyı bölgelerinin kontrolünü ele geçirirken diğer bölgeler solup gidecektir.

36) Irak’taki burjuva milliyetçi rejimin emperyalistlerce yok edilmesi sırasında yaşananlardan, korkunç biçimde zuhur eden merkezkaç tehlikelerin nasıl bir şey olduğunu gördük. Çin’in buna dair uzun bir tarihî geçmişi vardır; bütün sınıflar Çin’in yabancı nüfuz alanları ile bölgesel merkezli savaş ağalığının kombinasyonu tarafından bölünmüş olduğu “aşağılanma yüzyılı” için temeli oluşturanın bu süreç olduğunun gayet farkındadır.

“Hukukun üstünlüğü”

37) Emperyalistler, 1949’dan beri Çin Komünist Partisi’nin önderliğindeki Çin devletinin etkisini zayıflatmak istemektedirler. Emperyalistler, ekonomiye devlet müdahalesinin yerini sözde “hukukun üstünlüğü”nün almasını talep etmektedirler. Ancak ABD hükümetinin ve ABD’de yerleşik kapitalist tüzel kişilerin “hukuk” derken kastettikleri, kapitalist yatırım için “kural ve düzenlemeler”, sözleşme serbestisi ve ulusötesi şirketler için mülkiyet haklarından başka bir şey değildir. ABD emperyalizminin şampiyonluğunu yaptığı bu yere göğe sığdırılamayan “hukukun üstünlüğü”; dış ticarette devlet tekelinden geriye kalan ne varsa kaldırılıp yerine mülkiyet haklarını -bilhassa da ABD’ye ait mülkiyetin ve ihraç edilmiş sermayenin haklarını- Çin işçilerinin haklarının üzerinde tutan “yasaların” geçirilmesinin üstünü örtmekte kullanılan tumturaklı bir lakırdıdan ibarettir.

38) Çin’in “hukukun üstünlüğü”nü benimsemesi yönünde öteden beri dillendirilen talep, büyük ölçüde tek taraflı bir yoldur. 2005 yılında Çin devlet şirketi CNOOC, diğer tüm kapitalist rakiplerden daha yüksek bir teklifte bulunarak ABD’de yerleşik bir üçüncü kademe tedarikçi petrol şirketi olan UNOCAL’ı satın almaya kalkıştığında, ABD hükümeti Çin’e tehditler savurarak ve Çin’in ABD mülkiyetindeki bir “stratejik” malvarlığını edinmeyi aklından çıkarmasını talep ederek neredeyse tam bir seferberlik hali ilan etti. Kongre, satın almayı durdurmak için derhal harekete geçilmesi talebinde bulundu. Washington Post’un haberine göre, “Yasa koyucular Çin’in stratejik bir varlığı, petrolü, ele geçirmek ve kendisine bağımlı bir arz kaynağı yaratmak için agresif bir arayış içerisinde olduğuna dair korkularını ifade ederken, Çin şimdi ekonomik kaygılara ulusal güvenlik endişelerini de eklemiş oldu. … Meclis ve Senato üyeleri, Savunma İmalatı Kanunu uyarınca potansiyel ekonomik ve güvenlik risklerini belirlemek üzere ihalenin yönetim tarafından gözden geçirilmesini talep ettiler. Hazine yetkilileri, UNOCAL’ın CNOOC’un teklifini kabul etmesi durumunda bu talebin gereğini yerine getireceklerini belirttiler.” UNOCAL, başka bir devralma şirketinin verdiği daha düşük bir teklifi kabul ederek Çinli şirketin teklifini geri çevirdi. Bunlar olup biterken, ABD bankaları ve şirketleri Çin’in bankacılık, telekomünikasyon, enerji ve diğer “stratejik” ekonomik sektörlerinde tümüyle devralma veya tam ortaklık elde etme amacıyla agresif biçimde hareket ediyorlar. Görünüşe göre “hukukun üstünlüğü”-ya da “serbest” piyasanın üstünlüğü- sadece ABD şirketlerinin çıkarları için faydalı ise geçerli olmaktadır.

Emperyalizm işçilerin mağduriyetini manipüle etmeye çalışmaktadır

39) ABD hükümeti, medya, sağcı örgütler, Kongre’deki liberal ve muhafazakâr politikacılardan oluşan bir koalisyon ve ABD sendikal bürokrasisinin belli başlı kesimleri, Çin hükümeti aleyhine sürekli kışkırtıcılık yapmaktadırlar. Çin devletiyle ve onun aracılığıyla iş yaparlarken aynı zamanda Çin devletinin gayrimeşrulaştırılmasına dönük daimî bir çabaları mevcuttur. Ekonomik müdahaleleri ve sızmaları Çin’de bu denli çok sınıfsal kutuplaşmaya neden olan emperyalist güçler demagojik biçimde, tam da aynı emperyalistlerin “iş yapmak” için şart koştukları politikaları uyguladığı için hükümete baş kaldıran Çinli işçilerin ve köylülerin davalarının dahi şampiyonluğunu yapmaktadırlar.

Bu tam da Reagan yönetimi ve CIA’nin antikomünist AFL-CIO liderliğinin yardımıyla 1981 yılında, CIA destekli bir “bağımsız” işçi sendikası olan Solidarność (Dayanışma) liderliğinde Polonya hükümetine karşı harekete geçen Polonyalı işçilere verdikleri destekle yaptıklarının aynıdır. İktidardaki komünist Birleşik İşçi Partisi liderliğindeki Polonya hükümeti, tarımı dekolektivize etmiş ve ulusal ekonomiyi ihracatçı olarak dünya kapitalist ekonomisine entegre etmişti. İşçi sınıfı Polonya hükümetinin ABD bankaları tarafından daha fazla kredi tahsisi için şart koşulan politikaları kabul etmesi yüzünden ekonomik sıkıntıya düşünce, aynı bankalar, CIA ve bütün emperyalist sistem sosyalist hükümet karşıtı işçi sınıfı hareketinin şampiyonu olmuştu. 1980’lerin başında Birleşik İşçi Partisi’nin gayrimeşrulaştırılması, eninde sonunda Polonya hükümetinin, Doğu Avrupa’daki ve nihayet Sovyetler Birliği’ndeki tüm sosyalist blok hükümetlerinin devrilmesine yol açan on yıllık karşıdevrim sürecinin gerçekte ilk adımıydı.

40) Bugün Çin’de, işçilerin ve kırsal kesimde yaşayanların birçok konudaki kapitalist suiistimallere karşı kendiliğinden mücadelelerinin sayısı giderek artmaktadır. İşçiler, köylüler ve yerel topluluklar yerine ticari çıkarları kayıran bölgesel ve ulusal hükümet kararlarına karşı yaygın protestolar gerçekleştiği rapor edilmiştir. Bu vakaların bazılarında, hükümetin kamu düzenini yeniden tesis etmek için şiddet ve baskı gibi polisiye yöntemlere başvurduğu anlaşılmaktadır. Polis baskısı sıklıkla halkın daha da fazla direnişini ve kızgınlığını körüklemektedir. Bu protestolara karşı şiddet kullanımı, Çin Komünist Partisi’ni ezilen sınıflar arasındaki toplumsal tabanına yabancılaştırma tehlikesini barındırmaktadır.

Komünistler her yerde, spontane gelişen bu protestolarda kendi sınıf çıkarlarını ileri süren işçi sınıfının ve köylülüğün yanında dururlar. Elbette, herhangi bir mücadele karşısında alacağımız tutumu ölçüp biçerken, işçilerin ve köylülerin meşru mücadelelerinin önderliğini karşıdevrimci ve emperyalizm yanlısı unsurların ele geçirmesi tehlikesine gözlerimizi açık tutmak zorundayız, özellikle de işçi sınıfı devrimci bir önderlikten yoksunsa. Bu tamamen farklı bir konudur.

Çin’in dış politikası: enternasyonalizme karşı milliyetçilik

41) Çin’in ABD ile ilişkisi, dış politikası aracılığıyla ifade olunan küresel yöneliminin unsurlarından sadece biridir. Ancak ABD emperyalizmiyle olan ilişkisi ve ona dair politikası, uluslararası yöneliminin diğer tüm veçhelerini tanımlayan belirleyici unsurdur. Çin, proletarya enternasyonalizminden ziyade milliyetçi bir siyasi çizgi ve program izlemektedir. Bu ÇKP çizgisine dair pejoratif bir açıklama veya niteleme değildir. Onların kendilerinin beyan ettikleri politikalarıdır. Çin’in ilan edilen hedefi, 21. yüzyılın ortası itibarı ile “azgelişmiş bir ülkeden, orta düzeyde gelişmiş bir ülkeye” dönüşmektir.[5]

ÇKP, bunun gerçekleşebilmesi için ABD ile “iyi ilişkiler” sürdürmek zorunda olduğu kanaatindedir, bunun da ancak ABD emperyalizminin küresel çıkarlarını, özellikle de en yaşamsal olanlarını tanımaktan geçtiğini kavramaktadır. Bu, petrol ve doğal gaz rezervleri nedeniyle ABD tarafından üstün stratejik öneme sahip olarak kabul edilen Orta Doğu’da Çin’in ABD ile çatışmayı önlemek için neden onun yolundan çekildiğini açıklamaktadır. Irak, İran ve ABD emperyalizminin hedef tahtasına yerleştirdiği diğer ülkeler ile önemli ilişkileri olmasına rağmen Çin, ABD emperyalizmi ile çatışmayı en aza indirmek için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyor. İzlediği politika, gazabının Çin’e yönelmesini önlemek için canavarı yatıştırmaya dayanıyor. 1990’larda Çin, Irak’a dönük ekonomik yaptırımları destekledi ve BM Güvenlik Konseyi’ndeki rolünü ABD’nin Irak’a karşı savaşını kınamak için kullanmayı reddetti. 4 Şubat 2006’da Çin, nükleer faaliyetleri konusunda İran’ın BM Güvenlik Konseyi’ne sevk edilmesi konusunda ABD ile aynı yönde oy kullandı.

İlk bakışta, bu hareketler Çin’in ulusal çıkarlarına zarar veriyor gibi görünüyor. Emperyalizme karşı ezilen ulusların yanında durma konusundaki komünist enternasyonalist yükümlülük bir kenara bırakıldığında dahi, başlıca müttefiklerine zarar verdiği ve hala Çin’e karşı uzlaşmaz karşıtlık içinde olan bir emperyalist gücün elini güçlendirdiği ölçüde bu hamleler Çin’in dar ulusal çıkarlarını kurban ediyor gibi görünmektedir. Gelgelelim Çin’in kendi ekonomik kalkınmasını bir numaralı öncelik olarak gören dış politikası, birbiri ile bağlantılı iki hedef üzerine inşa edilmiştir: birincisi, en agresif ve ölümcül aşamasına girmiş olduğu bir zamanda ABD emperyalizmi ile açık bir çatışmayı önlemek ve ikincisi ise ekonomik küreselleşmenin güçlerinden tecrit olmaktansa Çin’in bunlarla ilişkilenmesidir.[6]

Yakın zaman önce Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’nun baş danışmanlarından biri bu yönelimi tüm emperyalist sistem için mükemmel şekilde anlaşılabilir halde tarif etti: “Çin’in barışçıl yükselişi, 1,3 ila 1,5 milyar Çinlinin geçim, kalkınma ve eğitim haklarının güvence altına alınmasına ve [böylece] dünya nüfusunun dörtte birine düzgün ve onurlu bir yaşam sağlamaya odaklanmıştır. Bu, Sovyet Komünist Partisi’nin “dünya devrimi” sloganı altında askeri genişleme yoluyla hegemonya kurmaya çalıştığı Brejniyev döneminden köklü biçimde farklıdır.”[7] Mao’yu ve Çinlileri “dünya devrimi”ni teşvik etmekle suçlayanın Brejniyev olduğu gerçeği karşısında bu beyan elbette ironi yüklüdür. İronik tarafı bir yana bu, niyetleri ve yönelimi hakkında Çin önderliğinden emperyalizme verilen açık bir mesajdır.

42) Çin hükümeti ve Komünist Parti 30 yıllık bir süre boyunca milliyetçilik odaklı bir dış politika geliştirmiştir. 1960’larda, devrimci enternasyonalizme dayalı bir dış politika izlediğinde, Çin’in dünya halkları arasındaki prestiji doruk noktasındaydı. Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere, her kıtadan on milyonlarca insan kendini Çin veya Maoizm ile özdeşleştirmişti. Mao’nun 1962’de yayınladığı “Afro-Amerikan Halkına Mektup” ve FBI tarafından zulmedilen insan hakları aktivisti Robert Williams’a Pekin’e sığınma hakkı vermesi, Çin’in ezilen halklara verdiği desteğin ve emperyalizme meydan okumasının onu bir umut ve ilham ışığı haline getirdiğini gösteren pek çok örnekten sadece ikisiydi. Bu her kıtada, ulusal kurtuluş için savaşan güçler arasında komünist ideolojinin elini güçlendirdi.

Çin emperyalist kulüpten dışlanmıştır

43) Çin dış politikasının her şeyden önce emperyalizmle uzlaşmaya dayalı olmasına karşın, Çin’in emperyalist kulübün bir üyesi olmadığı ÇKP’nin üst kademelerinde gayet iyi bilinmektedir. Dahası, ÇKP emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilerden farklı olarak “devletlerarası ilişkiler bakımından Çin ve ABD’nin, gerçekten dostane ilişkiler kurmayı ümit edemeyecekleri[8] gerçeğini tanır. Çin, politikasını, “en azından önümüzdeki birkaç yıl boyunca Washington’un Pekin’i baş güvenlik tehdidi olarak görmeyeceği ve Çin’in de ABD’yi kendisine düşmanlaştırmaktan kaçınacağı” görüşüne uygun biçimde belirlemektedir.[9] Çin Komünist Partisi Merkez Parti Okulu’nda Stratejik Araştırmalar Enstitüsü direktörü olan Wang Jisi’nin değerlendirmesine göre böyledir.

44) Hâlihazırdaki ABD-Çin ilişkileriyle popüler olarak yanlış ve yanıltıcı biçimde “Soğuk Savaş” adıyla bilinen II. Dünya Savaşı sonrası ABD-Sovyetler Birliği ilişkileri arasında büyük farklılıklar vardır. Sovyetler Birliği küresel bir sosyalist hükümetler kampının dayanak noktasıydı. ABD’yle temel ilişkisi, jilet gibi keskin bir karşı karşıya gelişe dayanıyordu. İki küresel sınıf kampı birbirleriyle askeri, ekonomik, diplomatik ve ideolojik olmak üzere tüm cephelerde rekabet içindeydi. Küresel termonükleer savaş da dahil olmak üzere her zaman mevcut olan savaş tehlikesi, uluslararası politikanın tam da yüzeyindeydi. Buna mukabil Çin’in ABD dış politika hedefleri ile iş birliği içinde olması ya da onları yatıştırmaya çalışmasının, Çin’deki büyük ölçekli ABD’li şirket ve bankacılık yatırımları ve bunların Çin’le ortaklıkları da dahil olmak üzere Çin’in küresel kapitalist ekonomiye bağlanmasıyla da birleştiğinde, altta yatan gerginliği ve düşmanlığı hafifletici etkisi olagelmiştir. Ama gerginlik ve düşmanlık ne ortadan kalkmıştır ne de kalkabilir.

45) Çin Komünist Partisi’nin siyasi çizgisi, emperyalizmin Çin’deki niyetleri hakkında yanılsamalar yaratma etkisi doğursa da ve Çin’de emperyalizmin sınıfsal müttefiklerinin palazlanmasına müsaade etmiş olsa da Çin’in resmi dış politikası, ABD-Çin ilişkilerinin doğası gereği istikrarsız olduğunun kabulüne dayanmaktadır. ABD hükümetinin dayandığı temel emperyalist küresel çıkarlar iken Çin hükümetinin kurucu temeli az gelişmiş bir ülkedeki bir sosyalist devrimdir. Çin hükümetinin ekonominin giderek daha geniş sektörlerinde kapitalist ekonomik ilişkiler tesis etmiş olması, birçok alanlardaki işbirliğine ve Çin tarafındaki emperyalizmi yatıştırma ve onunla uzlaşma tavrına rağmen, bu temel uzlaşmazlığı silip atmamıştır.

Komünist Parti’nin ABD-Çin ilişkilerindeki tutumunu gayrı resmi olarak ifade eden Wang Jisi’nin makalesi, altta yatan ilişkinin doğasını serinkanlılıkla izah etmektedir. Makale, Marksist terminolojiden ziyade burjuva terminolojisini kullanmaktadır. Buna karşın, Çin’in ABD emperyalizmine doğru stratejik yöneliminin çerçevesini sunan temel analizi bakımından dikkat çekicidir: “Çin-ABD ilişkileri, bugün dünyadaki büyük güçler arasındaki diğer ikili ilişkilerden çok daha fazla anlaşmazlıklarla maluldür. Karşıtların aşırı ölçüde karmaşık ve son derece paradoksal bir birliğidir. Soğuk Savaş sırasında ABD-Sovyetler Birliği ilişkilerinde olduğu gibi, üstünlük sağlamak için karşı karşıya gelmeye ve rekabete dayalı bir ilişki değildir, ama aynı niteliklerin bazılarını beslemektedir. … Ulusal ve uluslararası güçleri ve uluslararası statüleri bakımından iki ülke arasındaki muazzam uçurum ve siyasi sistemleri ile ideolojileri arasındaki temel farklılıklar, ABD’nin Çin’i kendisinin dengi olarak görmesini engellemiştir. … Bundan ötürü, karşılıklı münasebetlerinde ABD’nin saldırgan, Çin’in ise savunmada rol almaları gayet doğaldır.”[10]

ABD-Sovyet ilişkilerinin “[küresel] üstünlük için rekabet” olarak nitelendirildiğine dikkat edilmeli. Bu, Sovyetler Birliği’nin küresel sınıf çatışmasındaki hedeflerini hatalı nitelemekte ise de epeyce doğruluk payı içerir. Yazar, “üstünlük” arayışına dayanan daha önceki ABD-Sovyet “rekabeti” ile günümüzün ABD-Çin ilişkileri arasında ayrım yapmaktadır, ancak ABD’nin halen daha küresel üstünlük arayışında olmadığı biçiminde bir önermede bulunmamaktadır. Aksine, bu gerçek varsayılmakta ve baştan kabul edilmektedir.

Sovyetler Birliği emperyalist bir güç değildi. İmparatorluk ve küresel egemenlik peşindeki ABD emperyalizmini frenleyen ve yeri geldiğinde onun karşısına dikilen bir küresel gücün liderliğini üstlenmişti. Makale, Çin’in ABD’nin hegemonik emellerinin -bu emeller doğrudan Çin’i tehdit etmediği müddetçe- karşısına çıkmak gibi bir niyetinin olmadığı konusunda burjuva kamuoyunu ve ABD’li politika üreticileri temin etmektedir. Bununla birlikte makale örtülü biçimde, ABD emellerini yatıştırmak arzusu ile bile olsa, Çin’in ABD emperyalizminin saldırgan adımlarından kaçamayacağını kabul etmektedir. Bunun yerine Çin, özellikle Asya’daki ABD ve Japon entrikaları ve planları söz konusu olduğunda, emperyalist saldırganlığı hafifleterek bu karmaşık ilişkiyi yönetmeye çalışmaktadır.

Çin Devrimi’nin sınıfsal karakteri

46) 1949 Çin Devrimi, yeni bir gücün: işçi sınıfı ve köylülüğün zaferine dayanması bakımından sosyalist bir devrimdi. Başlarda Çin Komünist Partisi’nin yeni hükümeti -işçi sınıfı, köylülük, kent küçük burjuvazisi ve ulusal burjuvaziden oluşan-“dört sınıflı bir blok” olarak tanımlamasına rağmen, yeni devlet yapısı özünde proletarya diktatörlüğüydü.

47) Çin Devrimi 1950’de Sam Marcy tarafından, her ne kadar “kimyevi saflık” manasında değilse de proletarya diktatörlüğü olarak doğru bir şekilde tanımlanmıştı, çünkü onun esas özelliği eski devlet iktidarının -Çang Kay-Şek’in komprador kapitalist ordusu- yok edilmesi ve onun yerine Kızıl Ordu’nun geçirilmesidir. Komünistlerin önderliğindeki Kızıl Ordu bir gerilla ordusu olarak yirmi yıldır varlığını sürdürmekteydi. Toplumsal temeli esas olarak köylülüktü, işçi sınıfı daha küçük bir oranda temsil olunuyordu. Ancak Kızıl Ordu’nun kent proletaryası yerine büyük ölçüde köylülerden oluştuğu gerçeği, onu özünde bir köylü ordusu yapmıyordu. Kızıl Ordu’nun subay birlikleri, proleter bir dünya görüşüne ve toplumsal olarak kolektivist Çin proletaryasının ihtiyaç ve arzularına karşılık gelen komünist bir programa dayanan bir parti olan Çin Komünist Partisi’nin kadrolarından oluşturulmuştu.

48) Çin Devrimi’nin bir “işçi devleti” ya da teknik olarak daha isabetli bir Marksist jargon kullanmak gerekirse proletarya diktatörlüğü olarak nitelendirilmesi, Çin’in 1949 zaferinden sonraki birkaç yıl içindeki evriminden çıkan gerçek deneyimle tamamen doğrulanmıştır. Yeni devlet 1949 ve 1952 yılları arasında sermayeye karşı yavaş adımlar attı. 1955’e gelindiğinde ise kapitalist sınai ekonominin ve bankacılık sisteminin komuta kademeleri esas itibarıyla devletleştirilmişti. Kırsal kesimde komün sisteminin kurulması, tarımı kolektivize edilmiş bir temelde yeniden örgütledi. Çin’in izlediği toplumsal rota, uluslararası ilişkiler dünyasında daha da kanıtlandı. Çin komünist önderliği ile Sovyetler Birliği önderliği arasındaki şiddetli gerginliklere rağmen iki ülke arasında, özünde sömürücü olmaktan çok sosyalist olan ikili ekonomik bağlantılar da dahil, pratik bir birlik bağı kuruldu.

49) 1950’lerde Çin Komünist Partisi’nin ve yeni kurulan proletarya diktatörlüğünün yerli burjuvaziye ve ulusal kapitalistlere -yani bunların Çang Kay-Şek’e ya da onun ABD’li emperyalist efendilerine kucak açmamış olanlarına- yaklaşımı büyük ölçüde müşfikti. Birçok burjuva güç sahibinin mal varlıklarının yasal mülkiyetini kaybetmiş olmasına rağmen ve küçük burjuvazi ile burjuva entelijansiyanın keyfini sürdüğü ayrıcalıkların “Eski Çin”e nazaran nispeten kısıtlanmış olmasına karşın, bu güçlerin çoğu yeni ya da “sosyalist” Çin’in bünyesine dahil edilmiştir. Okuma yazma bilmezlik, yoksulluk ve azgelişmişlik tarafından fena halde harap edilmiş bir ülkede; yöneticiler, teknisyenler, uzmanlar ve eğitimciler olarak faydalı ve gerekli kabul edildiler. Hizmetleri karşılığında işçilere ve köylülere nazaran önemli ayrıcalıklar elde ettiler. Her ne kadar tam anlamıyla kapitalist mülk sahibi olmasalar da, yine de ayrıcalıklı bir kesim olarak kaldılar. Onların baskın toplumsal ve siyasi ağırlıklarının hissedildiği yer sadece devlet aygıtı ve ekonomi ile de sınırlı kalmadı.

Burjuvazi ve işçi devleti

50) Burjuvazi feodal toplumda ezilen bir sınıfken, devrin efendilerinin ve krallarının huzurunda şapkası elinde ricacı olmayı nasıl öğrenmişse, Çin burjuvazisinin bazı unsurları da “resmi Marksizmi” dillendirmeyi, komünizme övgüler dizmeyi ve partiye girmeyi öğrenmiştir.

51) Belli bazı burjuva yanlısı güçler, çıkarcılar ve kariyeristler, artık iktidarda bulunan Komünist Parti’yi bireysel yükselmenin bir aracı olarak gördüler. Az gelişmişlikten çıkmak için sosyalist yöntemler kullanmaya çalışan bir diğer ülke olan Sovyetler Birliği’ndeki deneyimden hiç de farklı olmayan şekilde, burjuva yanlısı unsurlar Partiye sızdılar. Onların sosyal ve siyasi ağırlıkları, yılların deneyimli komünist önderlerinin Çin’in kalkınması için en iyi yolun hangisi olduğuna dair görüşlerini etkiledi ve bu da toplumdaki etkilerini artırdı.

52) 1966’da başlatılan Büyük Proleter Kültür Devrimi özünde, Mao’nun ve ÇKP’nin sol kanadının, burjuva ve burjuva yanlısı güçlerin Çin Komünist Partisi’nin kontrolünü ele geçirme eğilimini durdurma girişimiydi. Bu güçlerin Partideki yükselişleri 1959 ve 1960’ta, sanayileşmek ve azgelişmişlikten çıkmak için kapitalist yöntemlere başvurmak yerine kitlelerin seferber edilmesine dayanan bir çaba olan İleriye Doğru Büyük Atılım’ın başarısızlığının ardından belirgin hale geldi.

Çin genelinde “evlerin arka bahçesinde çelik fırınları” oluşturmak için girişilen bu alışılmadık çaba büyük ölçüde, 1960 yılında ABD-Sovyet uzlaşmasına Çin’in politik olarak muhalefet etmesine misilleme olarak Sovyet ekonomik yardımlarının kesilmesine ve Sovyet ekonomik danışmanlarının alelacele ve ilkesiz biçimde geri çekilmesine karşı gösterilen radikal bir tepkiydi. İleriye Doğru Büyük Atılım ciddi altüst oluşlara ve çarpıklıklara, en nihayetinde de ekonomik daralmaya yol açtı. Ayrıca Mao’nun kilit mevkilerden uzaklaştırılmasına ve daha sonra Kültür Devrimi sırasında “kapitalist yolcular” olarak nitelendirilecek olanların yükselişine neden oldu.

Bazı parti liderlerinin “kapitalist yolcular” olduğu suçlaması, birçok insana Kültür Devrimi’nin retorik lafazanlıklarından veya aşırılıklarından biri olarak görünmüş olabilir. Ancak sonradan ortaya çıktığı üzere, bu suçlama hiç de aşırı hararetli bir retorikten ibaret değildi. Mao’nun Komünist Parti önderliğindeki siyasi rakiplerinin tam ve kesin bir betimlemesiydi. 1976’da Mao’nun ölümünün ardından partinin sol kanadı bozguna uğratıldı ve liderleri tutuklandı. 1978’e gelindiğinde, Deng Şiaoping’in önderliği altında koruyucu bir zırha kavuşan “kapitalist yolcular”, yeni uydurulan ve teorik temeli bulunmayan “piyasa sosyalizmi” etiketi altında kapsamlı ekonomik reformlar başlattılar.

53) Partinin sağ kanadının yükselişi Çin’in sınıfsal karakterinde bir değişikliğe işaret etmedi. Çin dışındaki ülkelerde kendilerini “Maoistler” olarak tanımlayanlar Çin’i derhal kapitalist bir ülke olarak nitelediler. Bu niteleme en az Mao’nun 1967 ve 1968’de Sovyetler Birliği’ni bilimdışı biçimde “kapitalist” ya da “faşist” yahut “sosyal emperyalist” olarak nitelemesi kadar yanlıştı.

54) Çin’in tamamen kapitalist bir ülke olduğunu söylemek, siyaseten eldeki silahtan mahrum bırakıcı bir şeydir. Emperyalizm ve “sosyalist devletler” arasındaki kaçınılmaz karşı karşıya gelişte -ki bu karşı karşıya geliş modern küresel sınıf mücadelesinin organik ve kaçınılması mümkün olmayan bir özelliğidir- kenarda kalıp izlemeyi ya da emperyalizmi desteklemeyi haklı gösterir. Bu karşı karşıya geliş, liderlerin “hain” veya uzlaşmacı yönelimlerinden bağımsız olarak kendini gösterir.

Uluslararası mücadelede, birbiriyle çatışan sosyal ve sınıfsal çıkarlar nedeniyle, sosyalizmin, işçi sınıfının ve sosyalist devrimler sonucunda ortaya çıkan devletlerin çıkarları; önderliğin yönelimleri tarafından tahrif edilebilir hatta kötürüm bırakılabilir ve böyle olmaktadır da.

Ama bu çıkarlar tamamen buhar olmamıştır. İşin gerçeği “solda” duran kimilerinin durumun böyle olmadığına dair beyanatları emperyalistlerin karşı devrime, müdahaleye ve halkların yeniden köleleştirilmesini hedefleyen saldırganlığa olan yönelim ve bağlılıklarına etki etmemektedir.

Siyasal nitelendirmenin önemi: Yugoslavya

55) Yugoslavya örneği, soldaki bu geri adımcı eğilimin en ikna edici kanıtıdır. Aynı zamanda neyin tehlikede olduğunun canlı kanıtıdır. Sovyetler Birliği’nin varlığının son kırk yılında, ABD emperyalizmi Yugoslavya’ya karşı az ya da çok dostane bir tutum sergiledi. Bir Komünist Parti tarafından yönetilmekte olmasına rağmen Yugoslavya, ABD-Sovyet çatışmasında “tarafsızlığını” korudu. Yugoslavya’nın önderliği, piyasa reformlarını uygulamaya koydu, dış ticarette devlet tekelini büyük ölçüde terk etti, ülkeyi dünya kapitalist ekonomisine entegre etti, batılı bankalara ağır şekilde borçlu hale geldi, “piyasa” ilkesine ve onun esnek işgücü havuzu ihtiyacına uygun olarak geniş ölçekli işsizliğin gelişmesine müsaade etti ve Uluslararası Para Fonu’nun talimatlarına uymaya başladı. 1980’lerin sonlarına doğru Yugoslavya, solun çoğu tarafından “kapitalist bir ülke” olarak nitelendirilmekte ve solun burada savunacağı bir şeyin kalmadığı açıkça ima edilmekteydi.

56) Ancak Komünistler Birliği Yugoslavya’da iktidarı elinde tutmaya devam ettiği için, parti Alman emperyalizminin 1990 ve 1991’de ülkeyi parçalamak için topyekûn bir çaba başlatmasına karşı bir direniş kuvveti olarak ortaya çıktı. 1989’da Doğu Alman sosyalist hükümetinin devrilmesi ve Batı Almanya’ya yeniden dâhil edilmesi, Alman emperyalizminin nüfuz alanını genişletme güdüsünü yoğun biçimde tetikledi. Almanya, çokuluslu Yugoslavya’nın en batıdaki cumhuriyetleri olan Slovenya ve Hırvatistan’ın ayrılmasını finanse etti ve gizlice örgütledi. Bu da Yugoslavya’yı yeni-sömürgeci sızmalar için nüfuz alanlarına bölüştürmek amacıyla Almanya, Fransa, İngiltere ve son olarak da Amerika Birleşik Devletleri arasında, öngörülebilir ve klasik türde bir emperyalist köşe kapma yarışının fitilini ateşledi.

57) Emperyalizmin ilham verdiği bu karşıdevrimci kampanya karşısında, Slobodan Miloşeviç liderliğindeki Komünistler Birliği aniden rota değişikliği yaptı. Sanayinin özelleştirilmesi yavaşlatıldı ve bazı vakalarda tersine çevrildi. IMF ile iş birliği yavaşlatıldı ya da durduruldu. Emperyalizm Yugoslav önderliğini şeytanlaştırdı, ekonomik yaptırımlar uyguladı ve rejim değişikliği için bir yol haritası izlemeye başladı. Yugoslavya, bölüp parçalayıcı güçlere karşı savaştı. Daha çok işçi sınıfı içindeki tabanına dayanmak zorunda kaldı. Bu tamamen kapitalistleşmiş bir rejim tarafından, kökleri toplumsal devrime ve toplumsallaştırılmış mülkiyete dayanmayan bir rejim tarafından gerçekleştirilmesi imkânsız bir dönüş olurdu.

58) Emperyalizmin Yugoslavya’da başarılı olmasının tek yolu topyekûn bir bombardıman savaşı yürütmekti. 24 Mart-4 Haziran 1999 tarihleri arasında NATO’nun kolektif emperyalist hava kuvvetleri Sırbistan’a, Yugoslav hükümeti Kosova’yı emperyalistlerin kollarına terk etmeye karar verinceye dek 23.000 bomba ve füze fırlattı. 1999 savaşının sona ermesinden sonra, Yugoslav hükümetinin ekarte edilmesi ve yerine köle ruhlu bir taşeron güç getirilmesi için nihai karşıdevrimci hamleyi icra etmek üzere emperyalist baskı hiç ara vermeksizin yoğunlaştı.

59) Başlangıçtaki Yugoslav devriminden geriye sosyal ve ekonomik anlamda hiçbir şey kalmadığı gerekçesiyle Yugoslavya’yı siyasi olarak savunmayı çoktan terk etmiş olan uluslararası solun geniş kesimleri, 1999’da kenarda durarak katliamı izlemekle yetindi. Diğer bazıları, Kosova’nın “kendi kaderini tayini” için vülgarize edilmiş beyanları dillendirerek, gerçekte NATO’nun savaşına destek oldular ya da emperyalist destekli parçalanmanın şu veya bu çeşidine destek sundular. Oysa o şartlar altında gerçek bir kendi kaderini tayin, tek bir anlama geliyordu: emperyalist saldırganlığa ve karşıdevrime direnen Yugoslav hükümetini militanca savunmak.

Emperyalizm ve karşıdevrim arasındaki organik bağlantı

60) Yugoslav örneği, sosyalist bir altüst oluş sonucunda oluşan hükümetlerin bulunduğu tüm toplumlarda emperyalizm ile karşıdevrim arasında organik bir bağlantı olduğunu kanıtlamaktadır.

61) Sosyalist yönelimli hükümetlerde muhafazakâr ve devrimci olmayan önderlikler ortaya çıkmasına rağmen, bu rejimlerden hiçbiri ile emperyalizm veya tekil bir emperyalist hükümet arasında asla uzun vadeli, istikrarlı bir ortaklık olmamıştır.

62) Bir komünist bir partinin iktidar partisi olarak varlığı –ki bu iktidar işçi sınıfının çıkarlarına dayanır- bizzat, emperyalizmle ilişkilerin doğası gereği istikrarsız olması anlamına gelmektedir. Bu istikrarsızlığın nedeni, komünist partilerin salt iktidarı ellerinde tutmalarının dahi ülkenin emperyalizm tarafından tamamen ele geçirilmesine ve yeni-sömürgeci yeniden köleleştirmeye engel teşkil etmesidir.

63) Emperyalizm sistematik olarak ve doğası gereği süper kârların peşinde koşarken, komünist partinin siyasi iktidarını yıkmak temel hedefiyle, karşıdevrimin cazibesine kapılır. Karşıdevrim saplantısı canavarın bizzat doğasında mevcuttur.

64) Yugoslavya bu karşıdevrimci fenomenin örneklerinden biri olmakla birlikte, Çin’in yakın tarihine, özellikle de 1989’da Tiananmen Meydanı’ndaki karşıdevrimci hareketin bastırılmasına yol açan olaylara bakıldığında, neredeyse bunun tıpkısı olan bir süreç gözlemlenebilir. Doğu Avrupa’daki sosyalist blok hükümetlerinin çoğunun devrildiği yıl olan 1989’da Tiananmen Meydanı’nı yedi hafta boyunca işgal eden bir kitlesel hareketi bastırmak için adımlar atan, Çin Komünist Partisi önderliği ve özellikle de Deng Şiaoping’in önderliği oldu.

ABD emperyalizminin Deng Şiaoping’e ve “kapitalist yolculara” karşı tavrının çift yönlü karakteri

65) Deng Şiaoping’in “kapitalist yolcular” hükümeti, 1978’den itibaren Çin’i dış yatırıma açtığı için ABD egemen sınıfının yanı sıra tüm emperyalist hükümetler tarafından sevinçle karşılanmıştı. Hepsi “piyasa sosyalizmini” başlattığı için Deng ve grubunu alkışladılar. Mao’ya tenzil-i rütbe etmesinin ve Mao fraksiyonunu ortadan kaldırmasının yanı sıra Kültür Devrimi’ni reddetmesi sebebiyle de hepsi Deng’i desteklediler.

Bu “reform” süreci, Komünist Parti içinde ve dışında artan nüfuzuyla, başarılı olması halinde Komünist Parti’nin iktidardan edilmesine yol açacak olan Tiananmen Meydanı hareketinin kıvılcımını çakan bir burjuvazinin yaratılmasına yol açtı. Dolayısıyla Deng Şiaoping liderliğindeki hükümet bu hareketi bastırdığında, istisnasız tüm emperyalist ülkelerin şiddetli saldırısına maruz kaldı. 1989’un Mayıs ayı sonlarında ve Haziran’ın ilk günlerinde mücadele bir dönüm noktasına doğru yaklaşmaktayken, istisnasız tüm emperyalist hükümetler, onların tüm istihbarat teşkilatları ve yine onların tüm uluslararası medya kuruluşları, Çin Halk Cumhuriyeti’nin başkenti ve hükümet merkezi Pekin’deki “öğrenci” direnişine verilen desteği koordine etmekle meşguldü.

66) Mukayese edilecek olursa, kapitalist dünyanın herhangi bir yerinde, emperyalist sistemin ve büyük işletmeler medyasının küçük bir kısmından bile en ufak bir övgü alan, başlıca kapitalist hükümetlerin az çok tümüyle seferber olup da koordineli bir şekilde destek verdiği tek bir ilerici öğrenci ayaklanması dahi bulmak mümkün değildir. Venezuela’da ayrıcalıklı üniversite öğrencilerinin Venezuela devlet başkanı Hugo Chávez’e karşı protestoları “halkın sesi” olarak sevinçle karşılanır, çünkü emperyalist medya kuruluşları bu öğrenci protestolarının sınıfsal yönelimini anlarlar -tıpkı 1989’da Çin’de yaptıkları gibi.

Çin hükümetini politik olarak hangi şartlar altında savunuruz?: Sovyetler Birliği’ne devrimci yaklaşımın kısa bir incelemesi

67) Sovyetler Birliği’nin var olduğu yıllarda, emperyalist saldırganlıkla karşı karşıya gelişinde ve içerideki burjuva karşıdevrim güçlerine karşı Sovyet toplumsal sistemini militanca savunmak kesinlikle doğru ve zorunluydu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin siyasi tutumları ile hemfikir olalım ya da olmayalım, bu en az aynı içtenlikte ve militanca bir savunmaydı. Sovyetler Birliği vakasında işçi devletinin ciddi ve çok sayıda kusurları olduğunu kabul ediyoruz. Sovyetler Birliği sanki liderlerinin söylediği neyse oymuş gibi davranan idealist ya da eleştirel olmayan desteğe o zaman da karşıydık ve halen de karşıyız. Sovyet liderliğine verilen bu türden idealist ve eleştirel olmayan destek, ABD Komünist Partisi’nin ve diğer Sovyet yönelimli partilerin korkunç bir kusuruydu. Sovyet önderliğinin gerek iç gerekse dış politikada yaptığı her kıvırma ve dönüş, ABD Komünist Partisi tarafından politik olarak doğru bir karar olarak sorgulanmaksızın desteklendi, çünkü rivayete göre bunlar her zaman Sovyetler Birliği’nin ve uluslararası işçi sınıfı hareketinin ihtiyaçlarına tam olarak denk düşmekteydi.

68) Çin Komünist Partisi’nin Maoist takipçileri söz konusu olduğunda ise, bu kez Çin önderliğine aynı şekilde eleştirel olmayan kabul ve destek yöntemi kuraldı. Her iki durumda da bu tür bir idealist savunma hem Sovyet hem de Çin partilerinin ideolojik kamplarındaki takipçilerini son derece savunmasız hale getirdi. Sovyet ve Çin partilerinin ani dönüşleri ve pozisyon değiştirmeleri, bu partilerin aynı pozisyonlar terk edilmeden hemen önce “doğru” tutum olarak ilan ettikleri tutum ve politikalarla tümüyle çelişki içerisinde görünüyordu. Sonuç olarak, bu yöntem politik olarak silahsızlandırıcıydı ve hareket içinde birçok kayıplara yol açtı. Gerçeklikle temas ettiğinde ahlaki gerilemelerle karşılaşan idealizm, tam karşıtına -yani kinizme dönüşür. Kinizm devrimci bakışın aforoz edilişidir, birçok samimi ve dürüst aktivistin devrimci enerjisini yiyip bitirir.

69) Kusurları olan bir işçi devletine eleştirel destek, ilk olarak Sovyetler Birliği ile ilgili olarak geliştirilmiştir. Bu analiz sırasında toplumsal ilişkilerin sınıf karakterini değerlendirmek için belirlenmiş bir ölçüt ortaya konmuştur. Cömertçe destek sunulan şey, önderliğin konumlarından ve politikalarından ziyade toplumsal sistemin, yeni bir toplumsal formasyon olarak işçi devletinin kendisi olduğundan, bugün Çin’e yönelik yaklaşımımızı dile getirirken bu kriteri incelemek faydalı olacaktır.

Burada da aynı kriter mi geçerlidir, yoksa dikkate alınması gereken ek faktörler de var mıdır? Bütün analojiler, doğaları gereği kesin olmaktan uzaktır. İki şey aslında hiçbir zaman birbirinin aynı değildir. “Teori” adı verilen geniş kategorinin altına yerleştirdiğimiz tüm genelleştirilmiş deneyimler, daha önce rastlanan neyse ona dayanmaktadır. Sovyetler Birliği’nin gerçek hayattaki biçimlenmesi ve yüzleştiği sorunlar olmasaydı, bürokratik kusurları olan bir işçi devletinin biçimlenmesi hakkında bir yöntem, bir yönelim ya da teori benimsemek mümkün olamazdı. Marksizm, işlerin nasıl olması gerektiği ya da olacağı konusunda kapalı bir dünya görüşünü benimsemek manasında bir felsefe değildir. Bilimsel yöntemi kullanarak gerçekliği araştırır ve hakikati gerçeklerden elde eder. Teori kapalı bir sistem değil, bir kılavuzdur. Tüm toplumsal olguları tarihsellik-üstü bir şekilde açıklamaya kalkışan bir dogma değildir. Çin’i olduğu haliyle analiz ederken de bu yöntemi kullanmalıyız.

İşçi devleti nedir?

70) Sovyetler Birliği’nin, Sovyet işçi devletinin temelini oluşturan; onu bürokratik kusurlarına ve çarpıklıklarına rağmen, Rusya’da kendisinden önceki kapitalist sisteme kıyasla yaşanabilir ve daha üstün bir sosyal sistem olarak ayırt eden dört temel özelliği vardı.

Birincisi, devlet ve hükümet burjuvazinin eski devlet iktidarının işçilerin ve köylülerin devrimiyle parçalanmasının ardından oluşturulmuştu. İkincisi, üretim araçlarında kamu mülkiyeti vardı. Üçüncüsü, ekonomik üretimi yönlendiren motor olarak meta piyasasından ziyade merkezî ekonomik planlama vardı. Bu, üretimin kişisel kâr elde etmek yerine ihtiyaçları karşılamak için yapılması olarak özetlenebilir. Dördüncüsü, hükümet dış ticaret üzerinde tekel uyguluyordu.

71) Sovyetler Birliği, 74 yıllık varlığının büyük bir kısmında bu temel özellikleri korudu ve 1917 işçi ve köylü devriminden sonra ekonomik sistemi bunlar şekillendirdi. Sovyet sistemini kapitalist üretim biçiminden ayıran şey işte budur. Bu tam olarak gelişmiş bir sosyalist sistem değildi. Tam tersine, Sovyetler Birliği’nin sosyalist “toplumsal ilişkilerin” henüz ilk aşamasının ötesine geçememiş olduğu ileri sürülebilir. Eşitsizlik de azgelişmişliğin birçok kalıntısı da mevcuttu. Ekonomik ve toplumsal azgelişmişlik, Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinde Rusya’nın ve diğer Sovyet Cumhuriyetlerinin en çarpıcı özelliğiydi.

72) Fakat Sovyetler Birliği’nin, kapitalist piyasadan ve şahsi kâra dayalı üretimden bariz biçimde farklı bir ekonomik mekanizmaya göre işlediği açıktı. Sovyetler Birliği, bu başlangıç seviyesindeki sosyalist ekonomik yöntemleri kullanarak dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline geldi. İşsizliği ortadan kaldırdı. Bu sistemin işsizlerden oluşan bir yedek sanayi ordusuna ihtiyacı yoktu, çünkü üretim artık işçi sınıfından artı değer sızdırmaya dayalı değildi. Kapitalist ve yatırımcı sınıfının kâr gereksinimlerini tatmin etme konusundaki fevkalade zorunluluk, kapitalistlerin egemen sınıf tahtından alaşağı edilmiş olması nedeniyle ortadan kalkmıştı.

73) Sovyetler Birliği, bu kapitalist olmayan üretim biçimini kullanarak sadece büyük bir dünya gücüne dönüşmüş olmadı. Sovyet işçi ve köylüleri o güne dek duyulmamış toplumsal ve ekonomik haklar ve faydalar elde ettiler. Bunlar yasal haklardı, devletin sermayenin emeği sömürme hakkını savunmak yerine arkasında durduğu haklardı. Tarihte ilk defa olarak “hukukun üstünlüğü” denilen şey, ezilen sınıfın istihdam, barınma, sağlık, eğitim, çocuk bakımı, rekreasyon ve dinlenme gereksinimlerine uygulanmıştı.

Kapitalist piyasanın “mantığı”

74) 1978’de “ekonomik reformlar” başlayana kadar Çin ekonomisi, Sovyet ekonomisinin temelini oluşturan dört ilkesel ve ayırt edici kapitalist olmayan mekanizmaya az çok uygun biçimde işliyordu ki bu; fabrikalar, bankacılık ve ulaşımın kamu mülkiyetinde olmasını ve kırsal kesimde tarımın kolektifleştirilmiş olmasını da kapsıyordu.

Kapitalizm yanlısı ekonomik reformlar 1978’den bu yana birbirini takip eden aşamalar halinde sürmektedir. Bu farklı aşamalar kimi zaman dizgininden boşanmış kapitalist ilişkilerin topyekûn restorasyonu istikametinde hız kazanırken, kimi zaman da bu eğilimi yavaşlatmıştır. Ancak genel itibarıyla, günümüzde Çin ekonomisinin küresel kapitalist piyasa da dahil, kapitalist piyasanın “mantığı” tarafından giderek daha fazla yönlendirildiği gerçeği tartışmasızdır.

Bu artan entegrasyon, kısmen tasarım eseridir kısmen de kapitalist piyasanın kendi “mantığına” sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Çin için her ekonomik reform, içerisinde kendi çelişkilerini barındırmaktadır. Piyasayı yönetmek isteyenlerin kendileri de piyasa tarafından ve altta yatan “piyasa odaklı bir ekonomide sermayenin kral olduğu” gerçeği tarafından yönetilmektedirler. Acımasız rekabete dayalı bir sistemde sermaye, kârın en üst düzeye çıkarılabildiği yere doğru akar. Kapitalistlerin kibarca adlandırdıkları “esnek emek havuzu”, gerektiğinde -“piyasa”nın talebine göre-   işten atılabilen ve işe alınabilen işçilere ihtiyaç duyar. Kârı maksimize etmek; devleti, emek ve çevre haklarını, serbest yatırımı ve kâr realizasyonunu engelleyen sınırlamaları aradan kaldırmak anlamına gelmektedir. Eğer Çin küresel kapitalist piyasada başarılı olmak istiyorsa ekonomik küreselleşmenin kurallarına göre oynamalıdır, yoksa sermaye diğer ülkelere doğru akacaktır.

75) Son 29 yılda Çin, ekonomisini kademeli olarak yeniden örgütledi. Sanayi sektörünün büyük bir kısmında, iktisadi devlet teşekkülü olarak adlandırılan işletmelerde kamu mülkiyeti hala mevcuttur, ama şu anda özelleştirmeye doğru artan bir eğilim söz konusudur. Kamu mülkiyetinin gerçek düzeyine ilişkin istatistiklerin neyi ifade ettiğini uzaktan kolayca ayırt etmek mümkün değildir. Kimi mülkiyet biçimlerinin gerçekte kamu sektöründe devlet tarafından işletilmesine rağmen “özel mülkiyet” olarak adlandırılması ya da bunun tam tersi söz konusu olabilmektedir. Ancak tartışmasız olan şey, eğilimin kamu mülkiyetindeki işletmelerin ve bankaların giderek daha fazla özelleştirilmesi yönünde olduğudur. Dış ticarette devlet tekeli kademeli olarak azaltılmıştır ve Çinli işletmeler ile ulusötesi emperyalist şirketler arasında belirsiz sayıda doğrudan ekonomik bağlar mevcuttur. Devlet, halen daha kaynak tahsisinin yönetiminde ve Çin pazarına erişim izni vermek veya bunu önlemekte önemli bir güçtür, ama onun devlet bazlı resmi karar alma süreci de büyük ölçüde ekonomik küreselleşmenin “mantığı” ve yabancı yatırım sermayesinin ihtiyaçları tarafından yönlendirilmektedir. Ve bu “mantık”, iktisadi devlet teşekküllerindeki veya özel sektörlerdeki planlamacılara alacakları kararları dikte edip etmediğinden bağımsız olarak, işçi sınıfının çıkarlarına aykırıdır. Piyasa ve kârlılığı ispatlama ihtiyacı, işten çıkartmalara, sosyal yardımların azaltılmasına vb. yol açmaktadır.

Çin’in pazarlık kozu

76) Çin Komünist Partisi, bunun Çin’in uzun vadede azgelişmişlikten çıkıp 21. yüzyılın ortaları itibarıyla orta düzeyde gelişmiş bir ülke seviyesine yükselmesi bakımından kritik öneme sahip olan teknolojinin edinilmesi için yegâne -ya da en azından en hızlı- yöntem olduğu varsayımı doğrultusunda faaliyet yürütmektedir. Hedefleri budur. Partideki “kapitalist yolcu” fraksiyonun Deng Şiaoping kanadının kafasındaki hesap, eğer Çin Komünist Partisi yüksek siyasi iktidarı elinde tutmayı sürdürebilirse, ülkenin yeni-sömürge ya da yarı-sömürge esarete doğru sürüklenmesine seyirci kalmak yerine sermaye yatırımını Partinin yönetebileceğidir. Bu değerlendirmenin hareket noktası şudur: Çin her ne kadar emperyalist devletler ve ulusötesi mega şirketler ile bankalarla mukayese edildiğinde zayıfsa da sermaye yatırımının ve yabancı doğrudan yatırımın koşullarını müzakere ederken elini güçlendirecek bir şeye sahiptir. Bu şey de Çin pazarının, en önemlisi de potansiyel Çin pazarının devasa boyutu ve dünya piyasasında satılan ihraç mallarının üretimi için ulusötesi şirketler tarafından işe alınması mümkün olan düşük ücretlerle istihdam edilebilir potansiyel Çin endüstriyel emek havuzunun devasa boyutudur. Çin iç pazarı Avrupa’nın tümünü sadece birkaç on yıl içerisinde kolaylıkla yanında cüce gibi bırakabilir ve bu da teknoloji transferinin, yatırım türlerinin ve ortaklık biçimlerinin müzakeresi sırasında oynanabilecek bir karttır.

77) Çin Komünist Partisi’nin düşüncesi, Çin pazarına erişim “mükafatının” ve ülkenin devasa düşük ücretli emek havuzunun, hükümete doğrudan yabancı yatırımı da Çin’in kalkınma planları yararına olacak şekilde dizginlemek ve teknolojiye ve tüketim mallarına daha fazla erişim elde ederek nüfusun hatırı sayılır kesimlerinin yaşam standardını artırmak için pazarlık gücü kazandırmak bakımından yeterli olduğudur. Bunun ön koşulu sadece dış ticarette devlet tekelinin, kamu mülkiyetinin ve yönlendirilen merkezî ekonomik planlamanın tasfiyesi değil, aynı zamanda işçi sınıfının ve köylülüğün yasal düzenlemeye kavuşturulmuş haklarının, yani 1952 ve 1978 yılları arasında Çin’i dünyanın en eşitlikçi toplumlarından biri yapan hakların da ortadan kaldırılmasıdır.

Çin’in dünya ekonomisindeki rolü hakkındaki efsaneler

78) Bugünkü Çin’in toplumsal ve sınıfsal karakteri konusunu incelerken, onun kapitalizm yanlısı ekonomik reformlarını daha geniş bir perspektife oturtmaya çalışırken, Çin’in dünya ekonomisindeki rolüne dair doğru bir kavrayışa sahip olmak önemlidir. Kitlesel medya organlarında çıkan haberler, yanlış bir tablo çizmektedir. Çin kesinlikle küresel ekonomideki rolünü arttırmıştır, ama Çin’i yeni ekonomik süper güç olarak nitelemek bütünüyle yanıltıcıdır.

79) Çin 1,3 milyar kişilik bir nüfusa sahiptir -yani bu Amerika Birleşik Devletleri’nden 1 milyar daha fazla insan demektir- ama ekonomisi ABD ekonomisinin yedide biri ve Japon ekonomisinin de üçte biri büyüklüğündedir.[11] Kişi başına düşen gelirde “Çin düşük gelirli bir ülke olmaya devam etmektedir, dünyada kabaca 100. sırada gelmektedir.”[12] 1978’de Çin, dünya ekonomisinin yüzde 1’inden azına tekabül ediyordu, bugün ise yüzde 4’üne tekabül etmektedir.[13]

80) Bugünlerde sürekli “her şey Çin’de üretiliyor” şeklinde yapılan yorumlar, sanayi üretiminden elde edilen dünya servetinin büyük bir bölümünü Çin’in ürettiği -ve bunun sahibi olduğu- izlenimini vermek için tasarlanmıştır. Bu da yanlıştır.

81) ABD ve Çin arasındaki çift taraflı ticaret açığının çılgınca büyümekte olduğunu gösteren rakamlar düzenli olarak zikredilmektedir. Ancak ikili ticaretle ilgili bu veriler yanıltıcıdır. “Made in China” etiketini taşıyan ürünlerin çoğu ulusötesi şirketlere aittir ve bunların çoğu da ABD’de yerleşik şirketlerdir. Bunlar sıklıkla başka yerlerde tasarlanmış ürünlerdir. Parçaları başka yerlerde üretilir ve son montaj aşaması için Çin’e gönderilirler. Sonra da Çin’den Amerika Birleşik Devletleri, Japonya ve Avrupa’ya gerisin geri “ihraç” edilirler. En son Çin’i terk ettikleri için bu uluslararası olarak üretilmiş emtianın üzerinde birer “Made in China” etiketi bulunur. Ama kârları elde eden Çin değildir, çünkü ihraç edilen bu ürünler ulusötesi emperyalist şirketlere aittir. Çoğu kez Çin’in eline “montaj” fabrikası dışında kayda değer bir teknoloji transferi de geçmez.

82) Bu aranjmanlar sayesinde Çin, eğer bunlar olmasaydı işsiz kalacak olan veya köylü olarak kalıp geleneksel bir yoksulluk içinde hayatında devam edecek olan fabrika işçilerine ödenen ücretlerden gelir elde etmektedir.

Hong Kong’da yerleşik bir ekonomist olan Dong Tao: “Bundan en çok çıkar elde eden ABD’dir. Bir Barbie bebek 20 ABD dolarına mal olur ama Çin bundan sadece 35 sent kazanır.” demektedir.[14] Çin gümrüğünün verilerine göre, Çin’in ihracatının yüzde altmışı aslında yabancı şirketler tarafından kontrol edilmektedir.[15]

Ekonomik ve sosyal hakların soyulup soğana çevrilmesi

83) Ekonominin devlete ait sektöründeki işçiler geniş sosyal güvenlik himayelerine sahipken, büyümekte olan özel sektördeki işçilerin hakları diğerlerininki kadar cömert olmaktan epey uzaktır. Devlet dışı sektördeki işsiz emekçilerin barınma ve sağlık hizmetlerine güvenli erişimi yoktur. Kırsal ekonominin önemini azaltma kararı, milyonlarca Çin köylüsünü kırsal bölgeleri terk ederek şehir merkezlerine gitmeye mecbur bırakmıştır. Bu güvencesiz ve göçmen işgücü havuzu, yabancı yatırımcıların sömürmeye çalıştığı devasa düşük ücretli işçi havuzunun tabanını oluşturmuştur. Ulusötesi şirketler tarafından kurulan binlerce montaj fabrikası, bu göçmen emekçilerin milyonlarcasını aşağı yukarı saat başına 75 sent ücretle istihdam etmektedir.[16]

84) Çin’in ülkenin “dışa açılmasına” dayalı ekonomik kalkınma stratejisi, yerli bir burjuvazinin ve orta sınıfın büyümesini dürtüklemiştir. Çok sayıda şehirlileşmiş fabrika işçisine daha fazla harcanabilir gelir sağlamıştır. Ama sayısız Çin işçi ve köylüsü, 100 ila 150 yıl önce sanayi devriminin ilk aşamalarındaki Avrupa proletaryasının halini anımsatan, güvencesizliklerle dolu bir varoluşa doğru sürüklenmiştir.

85) ABD ve yabancı şirketler, Çin’in “dışa açılmasından” büyük çıkar sağlamışlardır. Bu yeni ve genişleyen sermaye piyasası, küresel kapitalizmin kısa vadeli istikrarına çok büyük bir canlanma getirmiştir ki bu, kapitalist ekonomik çevrimin mantığı göz önüne alındığında, süratle tam tersine dönüşebilecek olan bir canlanmadır. Fakat Çin’in liderleri, bu yolun uzun vadede üretici güçleri modernize etmenin ve Çin’in az gelişmiş bir ülke statüsünü aşmasını mümkün kılmanın en hızlı yolu olduğuna inanmaktadırlar. Nitekim kütlesel olarak fabrikalar inşa edilmesi, hızlandırılmış şekilde yeni şehirler kurulmasına ve Çin genelinde eskiden kırsal kesimde yaşamakta olan on milyonlarca insan için yepyeni bir kentsel yaşam biçimine yol açmıştır. Çin önderliği, gelişmiş kapitalist ülkelere “yetişmek” için gerekli teknik becerileri ve teknoloji düzeyini Çin halkının zamanla biriktireceğine inanmaktadır.

Çin ile Sovyetler Birliği’nin karşılaştırılması

86) 1978 reformlarından bu yana Çin, Sovyet ekonomik modelinden farklı bir kalkınma yoluna girişmiş bulunmaktadır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Sovyet devletine liderlik etmesi gibi, Çin’de de devlet hala daha Çin Komünist Partisi’nin liderliği altında olmakla birlikte, 1991’deki çözülüşüne kadar Sovyet modeli; kamu mülkiyetinin hâkimiyeti, merkezi planlama ve dış ticarette devlet tekeli üzerine kuruluydu.

87) Sovyet devletinin sosyolojik anlamda bir işçi devleti olarak tanımlanması, her ne kadar önemli çarpıklıkları ve kusurları bulunan bir işçi devleti olsa dahi, işte bu nesnel kritere dayanıyordu. Peki bu Çin Halk Cumhuriyeti için de geçerli bir tanım mıdır?

Çin devleti bir burjuva devletin görevlerinin çoğunu üstlenmiştir

88) Çin ve eski Sovyetler Birliği’nin her ikisi de birer işçi ve köylü devriminden doğmuş, dümenin başında proleter (komünist) bir partinin bulunduğu devletler ve hükümetlerden oluşuyordu. Her ikisi de uzun vadede kapitalizmi değil, sosyalizmi inşa etme perspektifiyle birbirine benzer bir ekonomik modeli kullandılar. Gözlerini diktikleri yer sosyalizmdi.

89) 1978 ekonomik reformlarından bu yana Çin, ulusal ekonomisini dünya kapitalist ekonomisine entegre etmek amacıyla, ekonomik modelini aşamalı olarak ve radikal bir biçimde sosyalist yöntemlerden farklı bir yöne kaydırmıştır.

90) Bu reformlar Çin içerisinde yeni bir burjuvazinin doğmasına yol açmıştır. Çin Komünist Partisi’nin önderliğindeki devlet hem Çin işçi sınıfıyla hem de emperyalist burjuvaziyle olan ilişkilerinde bu burjuvazinin hamisi olma işlevi görmüştür.

91) Çin devleti, Çin burjuvazisinin ve Çin’de faaliyet gösteren ulusötesi şirketlerin haklarını, çıkarlarını ve ihtiyaçlarını desteklediği ve dayattığı ölçüde, devlet bir burjuva devletin görevlerini üstlenmiş olmaktadır. Bir işçi sınıfı devriminden doğmuş ve işçi sınıfı ile köylülük içinde muazzam taban desteğine sahip olmuş bir devlet olması hasebiyle, Çin devleti tarihsel görevlerinin ve esas toplumsal tabanını savunmanın önemini azaltmayı ancak adım adım ve birkaç on yıla yayılmış bir zaman çerçevesi dahilinde başarabilmiştir.

92) Çin Komünist Partisi de dahil olmak üzere Çin devleti, Bonapartizm olarak bilinen şeyin temel unsurlarını taşımaktadır, yani iktidar partisinin bir ayağı burjuvazinin diğer ayağı da işçi sınıfının kampındadır ve ağırlığını kâh o yana kâh bu yana kaydırarak sınıfsal bölünmüşlüğün her iki tarafını da bir dereceye kadar idare etmektedir. Çin’in 1949’dan bu yana geçirdiği evrimdeki hakiki yaşam deneyiminin eşi benzeri yoktur. Sovyetler Birliği’nin geçirdiği evrim ile arasındaki farklılıklar, bulunduğumuz nokta itibarıyla Çin’in Sovyetler Birliği’yle tam manasıyla kıyaslanabilir bir toplumsal formasyon olmadığını kabul etmemizi gerektirir.

93) Kamu mülkiyetinin, merkezi planlamanın ve dış ticarette devlet tekelinin yıkıma uğratılması ve adım adım tasfiye edilmesi, Çin işçi sınıfı için tarihî bir gerileme teşkil etmektedir. Onun hak ve çıkarları elinden alınır veya ciddi biçimde aşındırılırken, sermayenin hakları, yabancı sermayeninkiler de dahil olmak üzere, arttırılmaktadır.

94) Çin burjuvazisinin ilerlemesi, işçi sınıfının siyasal ve toplumsal üstünlüğünü yitirmesi pahasına olmuştur. İşçi sınıfı da içinde olmak üzere Çin nüfusunun daha büyük bir kesiminin, ticari mallara ilave erişim imkânına bir ölçüde sahip olması, kişisel ya da münferit bir kazanç elde edilmesi şeklinde söz konusu olabilmektedir ve işçi sınıfının bir sınıf olarak statüsünün, devlet ve parti içindeki sosyal hakları ve siyasi ağırlığı bakımından ciddi şekilde azaltıldığı gerçeğini gizleyemez.

95) Çin’deki kapitalist toplumsal ilişkiler, feodal veya yarı-feodal ilişkilere kıyasla elbette ilericidir. Ancak proletarya ve köylülüğün devrimin zaferini takip eden ilk birkaç on yılda ulaşmış olduğu ilişkilerle karşılaştırıldığında gericidir.

96) “Piyasa sosyalizmi” etiketi, Çin’de olup bitenin üzerini örtmektedir. İki toplumsal sistemin kırması olarak gösterilmek istenen bu şey teorik bir kurgudur -gerçekte Marksizm’in bir teorik karikatürüdür. Kapitalizmin ardından insan toplumunun bir sonraki aşaması sosyalizmdir. Kapitalist sistem altında yaratılmış toplumsal zenginlik sosyalizmde kamusal hale getirilir ve üretici güçler insani ihtiyaçları karşılamak için harekete geçirilir. Piyasa, meta mübadelesi dönemine, toplumsal zenginliğin sınıfsal imtiyaz ve çıkarlara göre üretilmesine ve dağıtılmasına ait bir müessesedir. Kâr elde etmeye dayalı kapitalist piyasa ve ihtiyaçları karşılamaya dayalı sosyalist üretim, üretimin örgütlenmesi bakımından birbirine zıt yöntemlerdir. Özüne inildiğinde, üretimin ve dağıtımın birbiriyle çelişen yöntemleri arasındaki bu karşıtlık, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin ta kendisidir.

Burjuva devrimleri ve proleter devrimler

97) 1917’de Rusya’da ve daha sonra Kore, Çin, Vietnam, Küba ve diğer yerlerdeki sosyalist devrimler, işçi sınıfını egemen sınıf pozisyonuna sıçrattı. Ancak tüm bu ülkelerde devrim, mecburen hem burjuva demokratik hem de sosyalist proleter devrimlerin temel görevlerini tamamlamak zorunda kaldı. İktidarın ele geçirilmesi, ekseriyetle feodalizm sonrası uzun bir burjuva toplumsal ve ekonomik gelişme evresinden geçmiş olan gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşmediğinden, yeni devrimci hükümetler, burjuvazinin Batı Avrupa’da çoktan tamamlamış olduğu gecikmiş, yarım kalmış ve bazen de başlatılmamış görevlerle karşı karşıya kaldılar.

98) Kırsal kesimdeki yarı-feodal ve feodal ilişkilerin kırılması, mekanize tarımın başlatılması, nüfusun kentlileştirilmesi, büyük ölçekli imalatın başlatılması, kitlesel okuryazarlık ve taşralı ataerkilliğin yerine burjuva kültürünün konulması -bütün bunlar, burjuvazinin Batı Avrupa’da önce eski feodal düzenin sınırları içinde ezilen bir sınıf olarak işlev gördüğü sırada ve daha sonra da siyasi iktidar için mücadeleye giriştiği ve Avrupa çapında bir egemen sınıf haline geldiği sırada yerine getirmiş olduğu devrimci görevlerdi. İngiltere ve Fransa’da köhne feodal düzene karşı burjuva devrimi, sırasıyla 1600’lerde ve 1700’lerde gerçekleştirilmişti.

99) Batı Avrupa, ABD ve Japonya’nın sömürgeci ve emperyalist tahakkümünün zaferi, sömürgeleştirilmiş, yarı-feodal ve feodal dünyada bir sınıf olarak burjuvazinin aynı tarihî misyon ve görevleri yerine getirme yeteneğini geciktirici bir etkide bulundu. Bu nedenle azgelişmiş ülkelerdeki sosyalist devrim hem burjuva demokratik devrim ile ilişkili görevleri hem de toplumun sosyalist yeniden örgütlenmesi ile ilgili görevleri yerine getirmek zorunda kaldı.

100) Marx’ın toplumun sosyalist aşamasının bir önkoşulu olarak kabul ettiği gelişkin üretici güçler, emperyalizmin dayattığı bu azgelişmişlik nedeniyle ezilen dünyada mevcut değildi. İşçi sınıfı devrimleri, sosyalist kolektivizasyon yoluna koyulduklarında, salt aç insanları besleyebilmek, tüm ülkeye konut, temel ilk ve ortaöğretim ve elektrifikasyon sağlamak; ana yolları ve diğer temel altyapıları inşa etmek vesaire için bile üretici güçlerin nasıl inşa edileceği konusunda çok daha temel bir sorunla karşı karşıya kaldılar. Bunlar tarihsel olarak burjuva devrimi dönemine ait olan toplumsal görevlerdir. Dahası, bu yoğun ıstırap içindeki toplumsal ortamda, azgelişmiş ülkelerdeki yeni devrimci hükümetler sadece karşıdevrimci iç güçlerle değil, dünya emperyalizminin birleşik gücüyle de yüzleşmek zorunda kaldılar. Emperyalistler, bu yeni devrimci hükümetleri tehdit etmek, yıkmak, yaptırım uygulamak, işgal etmek ve devirmek için neredeyse sınırsız kaynakları harekete geçirdiler ve harekete geçirmeye de devam etmektedirler.

101) Çin hükümeti ve Çin Komünist Partisi, Çin’in burjuva demokratik devriminin görevlerini tamamlamayı sürdürmek için giderek artan bir şekilde -Mao döneminin sosyalist yöntemlerinden ziyade- burjuva ve kapitalist yöntemlere dayanmaya doğru yönelmiştir. Azgelişmişliğin üstesinden gelmek ve Çin’in dünya sahnesinde modern bir ekonomik güç olarak yükseldiğini görmek için verilen bu mücadele, burjuva demokratik devrimin ayrılmaz bir parçasıdır.

102) Burjuva demokratik devrimin nitel ilerlemesinin ve Çin’de komprador olmayan bir burjuva sınıfının büyümesinin başlıca garantörünün Çin sosyalist devrimi olması tarihsel bir ironidir. 1949’dan önceki tüm hükümetler Çin’i, sömürgecilik ve Çinli komprador taşeronlarla birlikte ve onlar aracılığıyla faaliyet gösteren emperyalizm tarafından tahrip edilmeye terk etmiştir.

Biz nerede duruyoruz: Karşı devrime, emperyalist müdahaleye ve parçalanmaya karşı Çin’i savun!

103) Çin devletinin politikaları, komprador olmayan Çin burjuvazisinin hak ve çıkarları lehine işçi sınıfının sosyalist özlemlerinin altını oyduğu ölçüde, gerici birer adım olarak görülmelidir. Komünistler olarak, bu politikalara karşıyız ve gözümüzü onları tersine çevirmeye çalışan Çinli komünistlere dikiyoruz. Ancak aynı Çin devleti, Çin’in burjuva demokratik devrimin görevlerini tamamlamak, dünya emperyalizminin ve ulusötesi şirketlerin yağmacı reflekslerini ve tasarımlarını def etmek yolunda ileriye doğru yürüyüşünü savunan ulusal olarak birleştirici bir kuvvet işlevi gördüğü ölçüde, Çin hükümetinin ve Komünist Parti iktidarının öncü bir komünist parti dışında herhangi bir güç tarafından devrilmesinin Çin işçi sınıfı için, ulus ve bütün halk için kaçınılmaz olarak trajik bir yenilgiye ve gerilemeye yol açacağını da kabul ediyoruz.

104) Sosyalist devrim ile burjuva demokratik devrimin iç içe geçmesinin diyalektik gerçekliği, Çin’in kimi tarihsel destekçileri de içinde olmak üzere solda yaşanan büyük kafa karışıklığının kaynağıdır.

105) Bir tarafta Çin Komünist Partisi’nin politikaları Kuzey Kore, Vietnam ve bir ölçüde Küba içinde de olmak üzere, dünya çapında solun bazı kesimleri tarafından benimsenmektedir. Bu güçler “piyasa sosyalizmini” yaratıcı ve gerekli bir yenilik olarak görmektedirler. Neticede, “katı” ekonomik merkeziyetçiliğiyle Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin iktidardan devrildiğini, oysa Çin partisinin iktidarda kalmaya devam ettiğini ve dünya ekonomisinin çeperinden merkezine doğru etkileyici bir ekonomik yükselişi yönetmekte olduğunu dile getirmektedirler. “Piyasa sosyalizminin” bu savunucuları Çin’de sınıfsal kutuplaşmanın arttığını kabul etmekle birlikte, bunun ekonomik entegrasyon ve tam da küresel bir “yüksek teknoloji” devrimi gerçekleşmekteyken modern teknolojiye daha fazla erişim için ödenen bir bedel olduğunu ileri sürmektedirler. Söz konusu sosyalistlere göre ortadaki seçenek ya entegre olmak ya da geri kalmaktır.

106) Diğer tarafta ise, Çin’de kapitalizmin restorasyonunun tamamlandığı, geriye savunulacak bir şey kalmadığı, Çin hükümetinin ve Komünist Parti’nin zalim kapitalistler oldukları ve rejime karşı her türlü direnişin meşru olduğu pozisyonuna gelmiş olan bazı solcular vardır. International Socialist Organization [ÇN: ABD’de 1976’da kurulan ve 2019 yılında kendini fesheden Trotskist yapı] gibi birtakım örgütler, daha Çin’de sosyalist yöntemler uygulanmaktayken bile bu konumu savunuyorlardı.  Ama Maocular ve eski Maocular, yani Çin’i içtenlikle savunmuş olanlar arasında da şimdi Çin’in herhangi bir başka kapitalist ülkeden temel olarak farklı olmadığı sonucuna varmış bulunan çok sayıda insan vardır. Bunlar neredeyse, şartlar ne olursa olsun Çin’e hiçbir siyasi destek sunmamaktadırlar.

107) Bizim konuya bakışımıza gelince; biz “piyasa” ve “sosyalizm” sözcüklerinin birbiriyle çelişkili olduğu düşüncesindeyiz. Bütün sosyalist ülkeler kapitalist piyasanın sınırlı bir düzeyde kullanılmasına zaman zaman başvurmuştur; Lenin’in hala partiye yön vermeye devam ettiği 1921 yılında başlatılan Yeni Ekonomik Politika sırasında bu tedbirleri hayata geçiren Sovyetler Birliği de buna dâhildir. Fakat bu önlemler, kent proletaryasını fiilen yiyecek bulmak için gerisin geri kırsal kesimlere dağılmak zorunda bırakan şiddetli açlık ve yoksulluğun üstesinden gelmek için ekonomik bir geri çekilme olarak telakki edilmişti. Sosyalist ilişkiler henüz mevcut değildi, kaldı ki I. Dünya Savaşı’nı izleyen ekonomik kaos, emperyalist müdahale ve iç savaş ortamında, mevcut olmaları mümkün de değildi. Çin’de yaşanmakta olanlar ise esaslı biçimde farklıdır. Bu geçici bir geri çekilme değil, zaten kamulaştırılmış ve kolektifleştirilmiş durumdaki mülkiyetin toplumsallaştırılmışlığına son vermek için izlenen uzun vadeli bir politikadır. Bu [toplumsal] mülkiyeti bir kapitalistler sınıfına devretmektir. “Piyasa sosyalizmi” etiketi altında yapılan, kapitalist toplumsal ilişkilerin restorasyonudur.

Kapitalist ekonomik ilişkilerin restorasyonu tedrici olmuş ve halen de tamamlanmamıştır. Bu durum hükümetin bir karşıdevrimle devrilmesinin sonucu olarak ortaya çıkmamıştır. Bu bir olay olmaktan çok, bir süreçtir. Çin’in bu sürecin neresinde olduğunu yüzde yüz kesinlikte söylemek imkânsız olsa da 1978’den beri bu temel eğilimin gitgide derinleştiği tartışmasızdır. Yine de bu süreç, halen tamamlanmamıştır. Çin Komünist Partisi siyasi iktidarı elinde tutmaya devam ettiği sürece, ne kadar büyük ya da küçük olursa olsun, bu eğilimin tersine çevrilme olasılığı vardır. Çin’in ihracata dayalı ekonomisini silkeleyebilecek bir küresel kapitalist ekonomik kriz, ülke içinde sınıfsal veya sınıf-içi bir karşı karşıya geliş, hatta ABD veya Japon emperyalizmiyle büyük ölçekli bir karşı karşıya geliş gibi beklenmedik birtakım gelişmeler karşısında bu eğilim yavaşlayabilir veya kesintiye uğrayabilir. Yine, Yugoslavya’da 1989-1999 yılları arasında emperyalist müdahale, parçalanma ve iç savaş karşısında Yugoslav komünistleri rotalarını değiştirdiklerinde yaşananları akılda tutmak zorunludur.

108) Çin’de işçiler ve köylüler kapitalist gasp ve suiistimallere karşı isyan ettikleri veya direndikleri ölçüde -özellikle de bu protestolar sermayenin kazanımlarının tersine çevrilmesine yol açtığı ölçüde- onların mücadeleleriyle dayanışma içinde olmalıyız. Çin Komünist Partisi’nin durması gereken yer, Çin hükümetiyle ve yerli ve yabancı kapitalistlerle olan karşı karşıya gelişlerinde bu işçi ve köylülerin yanında olmaktır. Eğer komünistler kenara çekilirlerse, tarihî toplumsal tabanları nezdindeki tüm itibarlarını yitireceklerdir.

109) Komünist Parti’nin önderliği ve desteğinden yoksun bu mücadeleler, eğer ekonomik ve toplumsal adalet için verilen kendiliğinden savaşlar olmaktan çıkıp, Komünist Parti iktidarını devirmeye çalışan bir önderlik tarafından siyasi olarak ele geçirilen hareketlere dönüşürlerse, mevcut siyasi koşullar altında bunlar kaçınılmaz olarak gerici karşıdevrim kampına geçecek, dünya emperyalizminin güçleriyle organik olarak irtibatlanacak ve bunlar tarafından beslenecektir.

Komünist Parti’nin devrilmesi yalnızca geçmişteki sosyalist devrimden geriye ne kalmışsa mutlak biçimde ortadan kaldırılmasına değil, aynı zamanda Çin’in burjuva demokratik devriminin de askıya alınmasına yol açacaktır. Tabii bu devirme eylemine önderlik eden, kapitalizme ve emperyalizme karşı işçi sınıfının çıkarlarına kendini adamış ulusal bir güç değilse.  Çin Komünist Partisi’nin 73 milyon üyesi arasında Mao Zedong’un devrimci yolunu ve Çin sosyalist devrimini destekleyen unsurlar kesinlikle olması gerektiği halde, bugün Çin’de böyle bir gücün var olduğuna dair bir emare yoktur.

Çin Komünist Partisi’nin devrimci olmayan güçler tarafından devrilmesi, azgelişmişlikten çıkmak için yürüttüğü çığır açan mücadelede Çin’i gerisin geri fırlatıp atacaktır. Bu şartlar altında Komünist Parti’nin devrilmesi, Çin’i komprador yeni-sömürge hükümranlığın yarı köleliğine geri döndürecektir. Bunun ardından Çin, tıpkı Yugoslavya’da olduğu gibi ve Irak’ta yabancı işgalin etkisi altında yaşanabileceği gibi, parçalanma olasılığıyla da karşı karşıya kalacaktır.

Sözde “piyasa sosyalizmi” ile aramızdaki derin farklılıklara karşın, böyle bir tehdit karşısında Partimiz, Çin hükümetini siyasi olarak militanca savunacaktır.

[1] Maurice Meisner, The Deng Xiaoping Era: An Inquiry into the Fate of Chinese Socialism, 1978-1994 (Hill and Wang, 1996), s.189; Mobo C.F. Gao, “Debating the Cultural Revolution—Do We Only Know What We Believe”, Critical Asian Studies, Cilt 34 no.3 (2002), ss.424-425.

[2] Martin Hart- Landsberg ve Paul Burkett, China and Socialism: Market Reforms and Class Struggle, (Monthly Review Press, 2005).

[3] Meisner, The Deng Xiaoping Era, s.192.

[4] A.g.e., s.193.

[5] Zheng Bijian, Ten Views on China’s Development Road of Peaceful Rise and Sino European Relations, 15 Aralık 2005.

[6] A.g.e.

[7] A.g.e.

[8] Wang Jisi, “China’s Search for Stability With America”, Foreign Affairs, Eylül/Ekim 2005.

[9] A.g.e.

[10] A.g.e.

[11] Zheng Bijian, “China’s Peaceful Rise”, Foreign Affairs, Eylül/Ekim 2005.

[12] A.g.e.

[13] A.g.e.

[14] David Barboza, “Some Assembly Needed: China as Asia Factory”, New York Times, 9 Şubat 2006.

[15] A.g.e.

[16] A.g.e.