Büyük dönüşüm

AKP’nin güttüğü “dava”, topluma algılatılmaya çalışıldığı gibi toplumsal uyanış değil, tam tersine, emperyalizmin telkini doğrultusunda toplumu narkoz altında derin uykuya sürükleyiş ve sürecin anlaşılmasının engellenmesine yönelik paralize edilişidir.

Büyük Dönüşüm Viyana doğumlu Karl Polanyi’nin 1941 ile 1944 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde iken yazdığı, dilimize de çevrilen eserin adıdır. Bu başlığı, 1964 yılında 78 yaşında vefat etmiş olan yazarın manevi huzurundan izin alarak burada kullanmamın sebebi 18 yıllık AKP iktidarının kapitalizme vefasıyla ülkeyi nasıl geri dönüşüme uğratma çabasının içinde olduğunu vurgulamaktır. Ülkeyi suhuletle kapitalizmin hizmetine koşmanın en etkili yolu kuşkusuz toplumsal gerici ve cahilleştirici dönüşümdür. AKP’nin dava diye açık ya da örtülü uyguladığı toplumsal dönüşüm projesi evrimdir, ancak tedrici ilerleyişlerle dayatılan bu evrim, genellikle sözcükten anlaşıldığı şekliyle ileriye çağdaşlığa doğru değil, tarihsel olarak geriye ve toplumun bilincinin köreltilerek emperyalizmin algılanmamasına hizmet eden toplumsal sersemletmedir. Diğer bir deyişle AKP’nin güttüğü “dava”, topluma algılatılmaya çalışıldığı gibi toplumsal uyanış değil, tam tersine, emperyalizmin telkini doğrultusunda toplumu narkoz altında derin uykuya sürükleyiş ve sürecin anlaşılmasının engellenmesine yönelik paralize edilişidir.

Kapitalizm iki açıdan hızla yeni ivmelere sahne olmaktadır. Birincisi, sistem dışından yaşanan daraltıcı etmenler, ikincisi ise sistem içinde gelişen çelişkili süreçlerdir. Sistem dışından olmakla beraber sistem etkisiyle yaşanan başta küresel ısınma olmak üzere, giderek daha hızla hissetmeye başladığımız iklim değişikliği ve süratle tüketmeye yüz tutan doğa kaynaklarının kıtlaşmasıdır. Söz konusu etkiler altında yaşanan ve sona doğru koşan kapitalizm güç alanını daraltırken, bu alana girmeye ehil olmayan alanları da hızla çevreye yaymaktadır. Giderek daralan alanda kalanlar refah düzeyini çevre pahasına istikrarda tutmayı başarırken, çevresel konumda kalanların ise hızla yoksullaşmasına, hatta yok olmasına yol açmaktadır. Bu durum, sanki çevre kendi beceriksizliği ile geri kalmış, merkez ise kendi çalışkanlığı ve becerikliliği ile kalkınmış gibi bir görüntü vermektedir. Aslında bu görüntü gerçeği yansıtmıyor olmakla beraber, ekonomik faaliyetlerin merkeze kaymasına koşut olarak bilgi ve ideoloji üretme gücünün de merkeze kayması ve merkezden çevreye aktarılan bilgilenme faaliyetiyle çevrede de başat öğreti haline dönüşmektedir. Diğer bir deyişle, merkezin çevre üzerindeki ideolojik hâkimiyeti, karşılıklı bilimsel etkileşim ve yararlanma niteliğinde olmayıp, çevrenin süreçleri anlayamayacak şekilde paralize edilmesi niteliğini taşır.

Kapitalizmin giderek dar alana sıkışmasına neden olan diğer etmen ise hızla gelişen robotlaşma ve yapay zekâ süreçleridir. Hızla gelişen teknik ve teknoloji düzeyi yaş grupları, eğitim düzeyi ve teknolojiye adapte olma vb gibi beceriler ölçütüyle toplumların büyük bölümünü devre dışına atmaktadır. Karşımıza işsiz, eğitimsiz, ehliyetsiz vb şeklinde çıkan büyük nüfus kalabalıklığı giderek çevreye atılacak ya da yaşadığımız pandemide olduğu gibi telef olacaktır. Ancak, merkeze girmeye ya da alınmaya ehil olmayan giderek büyüyen kitleler toplu itlaf konusu olamayacağına göre çevre giderek yoksullaşma ve erime sürecine sürüklenecektir. Robotlaşma ve yapay zekâ süreçleri fevkalade gelişmelerdir, ancak bu süreçleri tartışırken olmazsa olmaz koşul sistem tartışmasıdır. Böylesi muazzam sermaye gücünün toplumsallaşamadan özel elde birikmesi toplumsal, hatta küresel felaket olur.

Şimdi bu tabloya Türkiye’yi oturtalım. Nüfusun neredeyse dörtte biri ile beşte biri arasındaki büyüklüğü idare dilemez boyuta gelmiş olan bir kente yığılmış olup, ulaşım zorlaştıkça ulaşım olanaklarının genişletilmesine gidilirken, yaşanan gafletle anlaşılamıyor ki, ulaşım olanaklarının genişletilmesi kentsel maliyetleri yükseltirken rant artışına yol açarak yığılmayı daha da çözülemez boyuta taşımaktadır. Buna karşın, yurdun diğer bölgeleri ekonomik olarak çöküşe sürüklenmekte ve ekonomik kaynakların merkezlerce emilmesi nedeniyle kurumaya yüz tutmaktadır.  Böylesi akıl almaz icraat cehalet midir, yoksa sistem sorunu mudur? İşte, büyük dönüşüm ile kastım budur. Şimdi bu konuyu AKP’nin dava projesi bağlamında biraz daha açmaya çalışayım.

Soru şu: “dava” ülke kalkınması mı, yoksa kapitalizm hayali ile mutlak ilerleme ile körleş(tiril)en ulusun emperyalizme yem edilmesi midir? Bu soruyu tamamlayan hamle ise, sistem içinde kalınarak yem edilişten kurtuluş olanaklı mıdır? Soruların koyuluş biçimi yanıtı da sanki açık etmektedir. Şöyle ki, kapitalizm efradını cami, ağyarını mani bir sistem olarak, kendi halinde kendi kuralları ile tetiklenir ve kısaca sözünü ettiğim merkezkaç etkisiyle güç ve varsıllığı merkezde toplarken, çevreyi yoksullaştırır. Uzun erimde çevreyi de tüketecek olan kapitalizm, tüketme sürecine, kumanda kademesini merkeze çekerek çevreden başlamaktadır. Yazı boyutu nedeniyle burada daha fazla açma olanağı olmayan süreci başka bir yazıya bırakarak, Türkiye’ye dönelim.

Ağır hastalıklarda insanların tepkisi ret ediştir, vakta ki hastalık kendisini reddedilemeyecek düzeyde dayatma aşamasına gelmiş olsun. İşte Türkiye böyle bir aşamadadır. Ekonomi çökerken eğitimin çökertilmesi ya da dincilik vb gibi siyasi güdümde yaşananlar çöküşü hızlandırıcı nitelikte olmakla beraber dikkatleri başka tarafa çeken sosyal olgulardır. Ne hazindir ki, eğitimde çöküş başta olmak üzere, yargı, medya, siyasette etik vb gibi tüm alanlarda yaşanan çöküş sistemik olduğu kadar, var olan siyasi iktidarın da topluma enjekte ederek gidişatı algılamada paralize etme durumudur. Bu gidiş ve bu gidişi siyasi hırsı ile yükseltmede beis görmeyen siyasi yapı vahim sonuçlara gebedir. İnsan düşünmeden kendisini alamamaktadır, örneğin eğitimin bu denli çökertilmesi, yargının böylesi araçsallaştırılması emperyalizmin var olan siyasi erkin kulağına fısıldadığı politika mıdır? Böyle bir senaryo söz konusu ise bu senaryodan ülke nasıl bir akıbete sürüklenmektedir, emperyalizmin emrinde buna alet olanların mükâfatı ya da mücazatı kimler tarafından, ne zaman ve nasıl olacaktır?

Bu bağlamda Boğaziçi fecaati tek olmamakla beraber fevkalade önemli bir kesit yansımasıdır. Yurt dışında tanınıyor olmakla beraber, ülkemize de fevkalde nitelikli eleman yetiştiren bu kurumu standardize teme mantıksızlığı yerine, diğer kurumlarımızı da bu düzeye çıkarma basiretini göstermek daha akılcı bir davranış olmaz mı? Peki, nedir bu kin ve cahilce müdahalenin sebebi? Potansiyel aşı mucitlerini ve Nobel alabilecek kapasiteleri yurt dışına çekmek olabilir mi? Olur, bu ülke elemanlarını kovup, sonra oralarda elde ettikleri olumlu ortamın sonucu icatlar ya da buluşlar yapıp, bize de “Türkler buldu” şeklinde sahte övünme payı düşerse, bu suçu merkezkaç alanı yaratan kapitalizme değil de, partizanca istihdam politikası izleyen siyasi davaya borçlu(!) oluruz. Aşının bulunmasının ya da Nobel mükâfatı almanın Türklükle değil de, böylesi potansiyelleri bu ülkede tutamama cehaletiyle ilintilendirmek resmi daha net yansıtır.

Umalım, dava denen her ne ise, siyasetin elinden kurtulup, aklıselimle ülkenin hizmetine koşulur. Bunun yolu da, emperyalizmin emirleri doğrultusunda ülkeyi gerileştirici ve çöküşe sürükleyici değil, sistem içinde çözüm aramadan kurtulup, meselelere sistemik açıdan bakıcı Büyük Dönüşüme uğratmaktır. Demokrasi mücadelesi budur; sistem içinde debelenmek değildir!