Bütünü görebilmek

İnsanı doğasına aykırı yasaklarla terbiye etmeye çalışan siyasal İslamcıların tiyatronun tuttuğu aynaya bakıp bütünü görme cesareti yoktur.

‘Olacak O Kadar’ isimli güldürü programıyla 1990’lı yıllara damgasını vuran rahmetli Levent Kırca, geniş kitleler nezdinde tiyatrodan çok televizyon dünyasının yıldızı olarak bilinirdi. Makyaj ustalığını da kullanarak yarattığı özgün tiplemelerin yanı sıra  siyasi lider taklitleriyle de halkın gönlüne girmeyi başarmıştı. Levent Kırca, televizyon programıyla elde ettiği şöhretin ardından 2006-2007 tiyatro sezonunda Aziz Nesin’in Toros Canavarı isimli iki perdelik oyununu sahneye koymuştu. Nesin’in ilk tiyatro eseri olan oyunu, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi Salonu’nda izlemiştim. Tek bir öykü üzerine kurulmuş oyunda emekli memur Nuri Sayener’i canlandıran Kırca, televizyon programındaki gibi kılıktan kılığa girmiyordu. Bu yüzden seyirci aradığını bulamamıştı! Nitekim, ikinci perde başladığında salonun yarısı boşalmıştı. ‘Olacak O Kadar’ güldürüsünün skeç formatına alışmış televizyon seyircisi, topluca oyundan çıkıp gitmişti.

Kitle iletişim araçlarının sosyokültürel değişimde ne denli etkili olduğunu o gün bizzat deneyimlemiştim. Bu deneyim bana skeç formatının, insanda bütünü algılamaya dönük motivasyonu azaltabileceğini de düşündürmüştü. Kitle kültürü, vasatı standart haline getirerek izleyicide zorlanmadan eğlenebileceği, anlamak için emek vermeyeceği bir hazırlopçuluk geliştirdi. Etkili bir kitle iletişim aracı olan televizyon da bu amaca hizmet edip programı ve seyirciyi birbirine göre formatladı. O dönem, televizyonun rekabet üstünlüğüne direnen tiyatro ve sinema dünyası izleyiciyi kazanmak amacıyla yeni arayışlara yönelmişti.

Kaç takipçin var?

Televizyonu, ekran kültürünün biricik temsilcisi olarak baş tacı ettiğimiz günler artık geride kaldı. Günümüzde bilgisayar, notebook, tablet, cep telefonu, akıllı saat gibi çok sayıda elektronik aygıt, ekran kültürünü hepimize dayatıyor. Gerek iş, gerekse ev ortamında ekranlardan uzun süre ayrı kalamıyoruz. Dijital medya tiryakileri olarak yaşamı ve insanı algılayış biçimimiz, geçmişteki televizyon seyircilerine benzemiyor. Televizyon döneminin genel izleyici kitlesi, dijital evrende parçalara bölünerek gruplandırıldığı için daha özgül ve karmaşık özellikler gösteriyor. Çoklu iletişim aygıtları ve platformlar nedeniyle maruz kalınan ileti bolluğu, insanların dikkatini dağıtıyor, sabrını azaltıyor. Nitelikten çok niceliğe ilişkin değerlendirmeler önem kazanıyor. Geçtiğimiz günlerde usta oyuncu Genco Erkal’ın yaptığı sosyal medya paylaşımı da bu duruma ilişkin iyi bir örnek oluşturuyor. Sanatçı, Altınoluk turnesinde tanıştığı gençlerle çektirdiği fotoğrafın altına “Abi sen ünlü müsün?” “Instagram’da kaç takipçin var?” gibi kendisine yöneltilen soruları eklemiş. Takipçi sayılarının şöhretin temel ölçütü olarak değerlendirilmesi, içinden geçtiğimiz dijital döneme özgü sosyokültürel anlayışı çok iyi yansıtıyor.

2000’li yıllara geldiğimizde tiyatrocu Levent Kırca, hiç değilse televizyon sayesinde  şöhreti yakalamıştı. Bugün ise tiyatromuzun dev aktörü Genco Erkal’ın şöhreti, Instagram’daki takipçi sayısıyla sınanıyor! Teknolojik doğası gereği geniş kitleler yerine küçük gruplara hitap eden dijital evren , bireye öznel seçimiyle kişiselleştirebileceği çok sayıda iletişim platformu öneriyor. Bunu değerlendirmek için kuşkusuz tercih yapabilecek bir bilince sahip olmak gerekiyor. Genelde dijital medya kullanıcısı, ötekinin dünyasına kayıtsız kalmayı yeğlediğinden genel kültür olarak tanımlanan ortak bilgi havuzuna da gereksinim duymuyor.

Tekil olayları bir bütünle ilişkilendirmek ya da farklı olandan etkileşim yoluyla öğrenmek gibi bir motivasyona sahip olmayanlar, cehaletle barışık yaşıyorlar. Dağarcığı 300-500 sözcükle sınırlı olan yığınlar için dijital evrenin yankı odaları hapishaneye dönüşüyor. Bütünü algılamak için yapboz parçalarını tamamlamak gerekiyor. Oysa dijital bölünmenin neden olduğu körlük, insanları yapbozun önemsiz  parçalarına dönüştürüyor.

Yaşamın aynasıdır ‘Tiyatora’

Ekrandaki sanal buluşmaların aksine tiyatro salonu, insanlara gerçek bir toplumsallaşma ortamı sunar. Bireyin ‘ben ve öteki’ kavramlarını insani açıdan değerlendirebilmesi için tiyatroyu yaşaması gerekir. Kuşkusuz zaaflarıyla yüzleşmeye cesareti olmayanların tiyatrodan hoşlanması beklenemez. Asık suratı ciddiyet olarak belleyip kendine  gülemeyenleri tiyatro salonlarında göremeyiz. Geçen hafta yitirdiğimiz değerli sanatçı ve yazar Ferhan Şensoy’un[1] deyişiyle “tiyatora, yaşamın aynası, aynısı ve tıpkısıdır”[2].

Üzerine toz kondurmayıp sürekli ötekine ayar verenler tiyatrodan zevk almaz. İnsanı doğasına aykırı yasaklarla terbiye etmeye çalışan siyasal İslamcıların tiyatronun tuttuğu aynaya bakıp bütünü görme cesareti yoktur. Örneğin Taliban, Afganistan’da inisiyatif aldıktan hemen sonra halkın sevdiği bir komedyeni infaz etti. Varlığını, farklı olanı ortadan kaldırarak güvenceye alma saplantısı, baskıcı rejimlere özgü tarihsel bir yanılgıdır. İnsanı aklıyla düşünmeye, duygularıyla hissetmeye ve empati kurmaya yönelten tiyatro, her dönem bu tür ilkel rejimlerin hedefi olmuştur. Kaldı ki tekçi anlayışla kendi hakikatini tabulaştıranların tiyatroya çok daha fazla gereksinimi vardır.

Dijital çağda, teknolojik olarak sürekli geliştirilen araçlar üzerinden cehaletin kitleselleşmesi ironiktir. Tümden de gelemeyen, tüme de varamayan yığınlar, parçalarla bütün arasında bağlantı kuramıyor. Hedef kitleyi parçalara ayırıp demografik özelliklerine göre gruplandıran neoliberal dönemin pazarlama ve siyaset anlayışı, dijital bölünmeyle de uyumlu görünüyor. Salt parçalara odaklı bir algılamayla bütün kavranamadığı için statüko sürüyor, toplumsal dönüşüm gerçekleşemiyor.

[1] Yarattığı ekol ile Türk Tiyatro Tarihi’ne damga vuran Ferhan Şensoy, topluma mal olmuş özgün ve dipdiri diliyle, eşsiz güldürü anlayışıyla sonsuza dek yaşayacak…

[2] Şensoy’un ‘Hayrola Karyola’ adlı oyunundan.

Yazarın Diğer Yazıları
İklim adaleti 19 Nisan 2024
Tinsel yolculuklar 22 Mart 2024