Binbir yüzlü kapitalizm nelere kadir değil ki!

Siyasiler toplumu diyanetleştirme ve gençleri imam hatipleşme dışında bir yolunu bulmuş mudur? Bence, bunun bir yolu var; geçici de olsa, tarihte de olmuştur. Yaşayarak göreceğiz!

Tüm solcu dostlarım çok iyi bilir; ama dostların izniyle, ben bir kez daha hafızamı tazeleyeyim. Şöyle ki, üstat Marks kötü giden durumlarda bir sistem önerisi bulunanlara, bu arada solculara da kızarmıştır; ona göre, oluşumu ve sonucu belirleyen “tarihsel” süreçtir. Ancak üstadın temel eserleri ile tutarlı bu ifadeyi Komünist Beyanname bağlamında da bir yere oturtmamız gerekiyor. O da, kanaatımce şudur, toplumsal (devletsel değil!) davranış ve politikalarımızın var olan süreci yıpratıcı, tasarlanan süreci ise hızlandırıcı nitelikte planlanmasıdır. Neden devletsel değil, çünkü Poulatzas, Miliband ve bir dizi Marksist düşünürlerin de belirttiği üzere, kapitalist devlet sermayenin ruh ve kader yandaşıdır. Bu uzun girişin sebebi, Türkiye’de gündemin hızlı değişmesi ve son faiz kararı nedeniyle geçen yazıda verdiğim sözden sapmamın ve ekonominin serüveni bağlamında kamu politikalarını gözden geçirme amacımdı.

Hemen bulguları ya da ilk ağızda ortaya saçılan eleştirileri hatırlayalım. Ağır cari açık yaşanırken, yani sıcak paraya ihtiyaç had safhada iken Merkez Bankası niçin faiz indirimine gitti. Faiz lobilerini yere çakmak için mi? Denebilir ki, bu karar MB’nın değil, emirle yerine getirilmiştir. Doğrudur, işte o zaman şu soru gündeme gelir: devleti elinde tutan erk, hem de, kapitalistlerin dahi itiraz edebilecekleri şekilde ne yapmak istemektedir? Bu durumda, sermayenin “ruh ortağı” siyasi erkin, hem de korkunç dış kaynağa ihtiyaç duyulurken, nasıl böyle ters bir karar aldığını biraz daha yakından irdeleyelim ve süreci adım-adım görmeye çalışalım. Ulusal gelirin % 60’ını aşmak üzere oluşan korkunç dış borç stoku varken, sıcak paraya bu denli ihtiyaç ortada iken bu süreç çılgınlık değil mi? Evet, ilk görüntü bu da, acaba soruyu doğru mu koyduk? Bence, tercihimizi koşullanmış olarak şekillendirdik. Şöyle ki, hep bize öğretilen dış borç dış kaynakla kapatılır, onun için de ülke riskine bağlı olarak (ki, Türkiye’ninki maalesef nazar değecek kadar yüksektir!) faiz haddini yüksek tutmak gerekir. Standart görüş bu olmakla beraber, yeni tercihimizde hedefimizi değiştirip, cari açığın, 1980 politikalarının başlangıcında niyetlendiği üzere, ihracata yönelerek kapatılacağını düşünsek, acaba nasıl bir çözüme gideriz? Yüksek faizde oluşan döviz fiyatı ihracatı, elastiklik vbç gibi çok koşullara da bağlı olarak, arttır mı? Yüksek faiz dövizi baskılarken TL’nin değerini düşüreceğinden ihracatı destekler. O halde, ihracatı pompalamak için kurun yüksek, TL’nin değersizleşmesi gerekmektedir. Fakat ihracatımız sektörlere göre farklı oranlarda ithalata da bağlı olduğuna göre, yüksek kur aynı anda ihraç ürünlerin girdi maliyetini yükseltmez mi? Evet yükseltir, ama ihraç ürünleri içinde ithalat girdi oranı % 100 olmadığı için, yerli katma değerde emekçi baskılanarak ihracatçı kârı yükseltilebilir. Peki, bu nasıl olur? Üstat Marks’ın tanımları arasında, ana-akım iktisatta zinhar sözü edilmeyen mutlak/nispi sömürü ne güne duruyor? Buna ilaveten, ihracatçılar sermaye bileşimini değiştirerek, yani ihracata konu imalat yapan sermayenin organik bileşimi değiştirilerek de emek üzerinde sömürüyü yoğunlaştırabilir. Hepsinin üzerinde, acaba sizce ünlü TÜİK niçin enflasyonu adam gibi hesaplayıp açıklamıyor da, hele de bundan sonra çekirdek enflasyon gibi gizemli kavrama sığınarak, kamu zamlarını ve gerekli gıda malzemelerinin birçoğunu halk yüklenmiyormuş gibi sepetten çıkararak enflasyon hesabına gitmeye çalışmaktadır ki? Bunları bir paket halinde düşündüğümüzde mesele aydınlanıyor. Şöyle ki, bir yandan işçi kıyımı ve enflasyon etkisi ile reel ücret düşürülerek, diğer yandan ücret zammını TÜİK’in muhteşem hesaplamasına dayandırarak emeğin ve genel halkın yoksullaştırılması pahasına ihracatçının desteklenmesine çalışılmış olmasın? Bu bahsi kapatmadan son bir soru daha: tüm bunlara baş vurmadan ihracat arttırılamaz mı? Bunu açmak için ithal ikameci-montaj politikalarına, hatta aynı sebepten sıcak paraya savrulma hikâyelerine gitmemiz gerektiğinden, sanayi yapımızın genel verimsizliği deyip, konuyu burada kapatalım. Bir siyasetçi, Suriyeliler olmasa sanayimizin çökeceğini söylemedi mi!

Diyelim ki, bu politika bir nebze de olsa işledi: Peki, ihracatçı ihracat gelirlerini yurt dışında tutarsa ya da devlete baskı yaparak muazzam istisna ya da muafiyet alırsa (ki, çok kolay!), emekçinin ve halkın yoksullaştırılmasına dayalı politika heba mı olur? Burjuva demokrasisinde çözümsüzlük yoktur, yeter ki halkı eğitimde imam hatipleştirin, siyasette de diyanetleşetirin! Sık aralıklarla yapılan vergi afları, servet barışı vb. kulağa kulağa ve sermayedarın cebine hoş gelen faşizan politikalar boş yere mi devreye alınıyor? Burjuva demokrasisi gerçek demokrasi değildir, halkın ve emekçinin üzerinde boza pişiren köleci politikaların dış cilasıdır.

Bu politikanın uzantıları da olabilir. Eğer bir baskın seçim tasarlanıyor, bunun için geçici şekilde piyasanın canlandırılması ya da birikmiş beton stoklarının eritilmesi düşünülüyorsa, Merkez Bankası politikası çeşitli kredi faizlerine de yansıtılıyor olabilir. Piyasaya biraz para saçılır, ekonomi bir nebze ferahlama algılaması yaşar, siyasi kriz biraz olsun gevşeyebilir, vs. Anlamsız beton stoklarının eritilmesi kimin nasıl işine yarar? Müteahhitler yatırdıkları parayı tahsil etmiş olmazlar mı! Tabii, burada yoğun rant oluşur. Çok net bilmemiz gerekir ki, rant yeni gelir yaratıcı bir kalem değildir, rant bir transferdir; belirli alanlardaki durağan gelirlerin birikmiş olarak başka bir alana, bu alanda oluşturulmuş geliri aşacak şekilde transferidir. Bu transfer esnasında gerçek geliri aşan kısım ranttır ki, ekonomiye hiçbir katkı yapmadan gelir dağılımını bozar.

İş bununla da bitmeyebilir, kamu ve özel bankalardan pompalanan krediler özel şahıslarda ve firmalarda ilk aşamada yeni gelir unsuru değildir, fakat söz konusu fonların sermayeleştirilerek yatırıma yönlendirilmesi ekonomide yeni sömürü ve kâr oluşturarak, gelir dağılımını emekçi aleyhine bozar. Ama bu durum, hem ekonominin canlandığı gibi bir görüntü oluşturabilir, hem de sermaye sahiplerinin işine yarar ki, kapitalizmin başka bir amacı yoktur, devlet aygıtımın da halkı düşünmek gibi bir sevdası yoktur.

Bu süreçler sonucunda gelir dağılımı sermaye lehine değiştiğinde cari açığa ve çeşitli alt-yapı ya da hastane vb. gibi müşteri garantili (düşünemiyorum, insanlar hastalanabilir, ama nasıl olur da bir devlet hastanesine hasta garantisi verir!) yatırımlara sağlanacak dövize çare olur mu? Niye olmasın ki, kısmen de olsa, olabilir. Eğer halkın fakirleşmesi ve orta sınıfın erimesi pahasına belirli kesimler varsıllaşıyor ve bunlar servetlerini dövize yatırıyorlarsa, devlet tahvillerinin iç borçlanmada da dövizle yapılması çözüm değil mi! Bu durum, dış kaynağa gereksinimi azaltabilir, fakat devlet iç kaynak sağlayıcılara borçlanır. Bu politika kapitalist devleti neye dönüştürür? Sermayenin olağan üretim sürecinin çok üzerinde yağma yapacak şekilde halkın üzerine çullanmasına dönüştürür?

Sizce bu model çalışır mı? Plansız, programsız yürüyen kapitalizm siyasetinde, hele de emperyalistler arasında sıkışarak ani rahatlama arayan ekonomilerde politikaların kalıcılığı değil, anlık ve kimi zaman parıltılı, çoğu zaman aldatıcı etkiler önemlidir. Bu cümle tüm anlatılanların üzerini kapatan tamamlayıcı ifadedir. Çünkü, anlatırken suhuletle çalışıyor gibi görülebilen politika kısa sürede fiyatlara yansır ve TÜİK’in de gözlerini kör edecek şekilde enflasyonu tetikler. Onun da geçici çaresi yine halkın üzerine yıkılan zam-zulüm fırtınasıdır. Bu fırtına tüm ilk etkileri siler mi? Evet, ama halklar her siyasi kararı birbirinden bağımsız ve anlık etkisiyle değerlendirir. Dolayısıyla, o zaman geldiğinde ona da bakarız. Günlük yürüyüş mantığı budur. Neden böyle mehter yürüyüşü yapılıyor? Çünkü, bunun aksi, gerçek bir ekonomi planlaması yapıp, uzun vadeli sanayi yapısını ve ekonomiyi kalkındırmaktır ana sorun. O da zor ve zamana yayılı iştir. Kaldı ki, bir yandan küreselleşen dünyada iyice azan emperyalistler, diğer yandan da iç sömürücüler siyasetle birleşerek halka gerçeği değil, anlık parıltıları gösterip, toplumu soymaya doymazlar, çünkü halk hakimiyeti yoktur, sermaye hakimdir.

Buraya kadar, niceliksel yaklaşım yapmadın, tasarlandığını düşündüğüm programın yürüyüş patikalarını ortaya koydum da, kafamda çözemediğim soru şu: peki, oyları kim, hangi mantık ve bilinçle ülke sorunlarını böylesi önce sarmala dönüştüren, sonra da halkın üzerine yük yıkarak çözmeye çalışan siyasilere veriyor? Ya da caba siyasiler toplumu diyanetleştirme ve gençleri imam hatipleşme dışında bir yolunu bulmuş mudur? Bence, bunun bir yolu var; geçici de olsa, tarihte de olmuştur. Yaşayarak göreceğiz!