Barbarların istilası: Emperyalist çullanmaya direnen Suriye

Bizler bu satırları kaleme alırken, cihatçı çeteler yarattıkları yıkımı “özgürlük devrimi” adı altında pazarlıyor, AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Biden’a çağrıda bulunuyor, ABD’nin başını çektiği emperyalist blok saldırmaya devam ediyor, Kürt siyasi hareketi ABD ile işbirliğini güçlendiriyordu. Ama bir yandan da tüm bunlar olurken, Suriye’de emperyalizme karşı direnenler geri atmıyordu.

Barbarların istilası: Emperyalist çullanmaya direnen Suriye

15 Mart 2011 tarihi bölgemiz açısından ciddi bir kırılmanın yaşandığı bir gün olarak geçti kayıtlara. 15 Mart 2011’de Suriye’nin güneyinde Ürdün sınırında bulunan Dera’da siyasi yazılama yapan 4 gencin gözaltına alınması bahane edilerek başlayan provokasyonlar, 21. Yüzyılın en büyük emperyalist çullanmalarından bir tanesine dönüştü. Cihatçı çetelerin estirdiği terör ile Suriye kana bulanırken, milyonlarca insan yerinden, yurdundan oldu, kentler yıkıldı, Suriye’nin kaynakları yağmalandı. Ne için? Suriye’de ABD’ye uyumlu bir yönetimi başa geçirmek ve Siyonist İsrail’in güvenliğini sağlamak için.

Bir insan ömrü açısından son derece uzun bu 10 yıl, yüzlerce kahramanlık öyküsüne sahne olurken, emperyalist barbarların kendi çıkarları söz konusu olduğunda neleri göze alabildiğini göstermiş oldu.  Suriye’ye doldurulan cihatçı çeteler “özgürlük savaşçısı” diye pazarlandı, kimyasal silah yalanları ile emperyalistler başkent Şam başta olmak üzere bir dizi yeri bombaladı, ekonomik yaptırımlar ile Suriye halkı nefessiz bırakılmaya çalışılırken, yalanlara her gün bir yenisi daha eklendi. Bugün cihatçı çeteler “Özgürlük devriminin 10. Yılı” nidaları ile kutlarken bu barbarlığı biz de merceğimizi gerçeklere doğrultalım istedik. Ne söylersek söyleyelim eksik kalacak bu 10 yılı değerlendirirken ise tabiri caizse Suriye’nin gerçek dostlarına yönelttik sorularımızı.

“DERA OLAYLARI ÜRDÜN’DE PLANLANAN BİR KURGUYDU”

ABD’nin taşeronluğunu üstelen cihatçı çetelerin nasıl olup da Suriye’ye yerleştiğini, bunlara kimlerin yol verdiğini, kimler tarafından desteklendiğini yazar Hamide Rencüzoğulları’na sorduk. Rencüzoğulları “Genelde Arap isyanlarının dalga dalga yayıldığı ve Suriye’ye de uğradığı söylenir. Coğrafyanın geneli için bu söylem doğru olabilir, ama Suriye için eksik ve kasıtlı bir tariftir.” diyerek, Suriye’de “isyanın başkenti” olarak bilinen Dera olayları, başından itibaren Ürdün’de planlanan bir  kurgu olduğunu vurguluyor ve bizi şöyle yanıtlıyor:

“Genelde Arap isyanlarının dalga dalga yayıldığı ve Suriye’ye de uğradığı söylenir. Coğrafyanın geneli için bu söylem doğru olabilir, ama Suriye için eksik ve kasıtlı bir tariftir. Çünkü Suriye’de “isyanın başkenti” olarak bilinen Dera olayları, başından itibaren Ürdün’de planlanan bir  kurguydu. Dera’da Suriye krizinin ilk kıvılcımını yakan 15 Mart 2011 protestosu, anlatıldığı gibi bir halk protestosu değil, çok önceden planlanan ve el-Ömer camiinde stoklanan silahların ateşlendiği gündür. Üstelik o günü bekleyen onlarca Libyalı militanın aynı camiden çıkıp silahlarını kamu binalarına yöneltmelerinden belli oldu ki, bu “isyan” CIA’nin Ürdün’den yönettiği ve baş aktörlerinin yabancı militanlar olduğu komplodur. Müslüman Kardeşler yanlısı az sayıdaki Deralı rehberliğinde Dera sokaklarında boy gösteren bu yabancı militanların Libya’dan taşınan radikal İslamcılar olduğu görüldü. Neden Libyalılar derseniz, eski deneyimli el Kaideciler Libya liderine karşı savaşmak için ABD tarafından icazetli kılındılar. Bu icazetliler, NATO ve ABD nereye isterse, aynı icazetle oraya taşındılar. Önce Libya’ya dışarıdan el Kaideci militanlar taşındı, sonra bu militan transferi, “Libya’da Suriye’ye” şeklinde yön değiştirdi. Bu söylediklerim, “muhalif ordu” diye pazarlanan Özgür Suriye Ordusu-ÖSO henüz ortada yoktu. Dolayısıyla Suriye savaşına taşınan ilk yabancı cihatçılar Libyalılardır ve el-Muhacirin ismiyle  ilk yabancı cihatçı grubu kuranlar da bunlardı. Başlarına komutan olarak Mehdi el Harati getirildi. Harati, eski el Kaideci olup İrlanda’da yaşayan, Libya kuşatması başladığında İrlanda pasaportuyla Libya’ya geçen, oradan da cihat komutanı olarak soluğu Suriye’de alan tescilli bir terörist. Tabi terör listesine çok sonra adı konuldu, ama o zamanlar oldukça işlevli bir el Kaideciydi. Bu şekilde yabancı militan akışı başladı. İlkin Ürdün’den güney kenti olan Dera’ya yabancı militan girişi oldu, ama sonrasında tümüyle Türkiye’den cihatçı transferleri yapıldı. Açık sınır politikası uygulayan Türkiye hükümeti sayesinde  Suriye cihadına katılmak üzere  dünyanın her yerinden  militan akışı başladı. Yabacı cihatçılar ilkin  “el-muhacirin” grubunu oluşturdular. Gruplar çeşitlendi. Sonrasında  Temmuz 2011’de başlarında Riyad el-Asad’ın bulunduğu düşük rütbeli 7 subay Suriye ordusundan ayrılıp “Özgür Suriye Ordusu” kurduklarını ilan ettiler. Cihatçı gruplar da ÖSO şemsiyesi altında toplandı. Amaç, bu sözde muhaliflerin “yerli ve milli” olduklarını göstermekti. Ama etkisiz doğan ÖSO hep etkisiz kaldı, çünkü yerli destek bulamadı. Bu yüzden Suriyeli olmayan militanların etkisi daha fazlalaştı. 2012’ye gelindiğinde, Suriye komplosunun yürütücülüğünü üstlenen bölgesel güçlerin her birinin artık Suriye’de bir militan grubu  vardı. Başkentin yanı başındaki doğu Guta’da Suudi Arabistan’ın desteklediği Ceyşul İslam, Katar destekli Nureddin Zengi Hareketi gibi, her körfez ülkesinin beslediği bir cihatçı grup vardı. Türkiye’nin ise, “Türkmen” kartı üzerinde desteklediği  çok sayıda grup var. “Türkmen muhalifler” üzerinden, çoğunlukla Osmanlı padişahlarının isimlerini taşıyan birçok örgüt kuruldu. Fatih Sultan Mehmet Taburu, Sultan Süleyman Tugayı, Sultan Murat Tugayı (Halep’te kuruldu), Yavuz Sultan Selim Tugayı ve Sultan Abdülhamit Tugayı bunlardan bazıları.”

El-Kaide’nin ‘cihada’ dahil olmasını da şöyle aktarıyor Rencüzoğulları:

“Lakin çok sayıda cihatçı gruba rağmen hala etkisiz olan bir ÖSO ile Suriye yönetimini devirmeye yetmeyeceği görüldü, o yüzden 2012’de  Irak el-Kaidesinin Suriye kolu olarak Nusra Cephesi Suriye cihadına girdi. Irak’tan gelip, Türkiye’nin yanı başındaki İdlib’de bir “İslami Emirlik” ilan etmesinden sonra, bu bölge yabancı cihatçılar için en cazip bölge olarak ün saldı ve Çeçen, Uygur, Kafkas, Özbek gibi Türkistaniler de bu cihada akın ettiler, IŞİD de Suriye cihadına girdi. IŞİD dağıldı denildi, ancak militanları ölmedi, yüksek oranda üniforma değiştirdiler. Yani hala “cihat savaşında” diğer gruplar içindedirler. Şu anda Lazkiye kuzey kırsalında Türkistan İslam Partililer hala cihat savaşındalar. Adını “Heyet Tahrir-ül Şam olarak değiştiren Nusra cephesi ve diğer bütün gruplar hala duruyor. Şu anda bir çatı örgütü olarak HTŞ’nin yanısıra, etkisiz kalan ÖSO yerine Türkiye’nin kurduğu “Suriye Milli Ordusu” çatısı altında onlarca örgüt ve on binlerce cihatçı militan var. Sayılarını kesin olarak bilmek zor. Ancak Türkiye’nin kanatları altında 30 alt gruptan oluşan SMO’da, Fırat Kalkanı Harekatı başladığında 20 bin militan vardı. Ahrar-üş Şam hareketinin tek başına 15 bin militana sahip olduğu biliniyor. Keza İdlib’de en etkin grup olan HTŞ’nin de en az 30 bin militanı olduğu söyleniyor. Keza bunların dışında Türkistan İslam Partisi militanları ve hepsinin aileleri de var.  Yabancı topraklardan gelip, Suriyelilere kanlı cihat armağan etmeye  gelen  belki de 100 bine yakın bir cihatçı potansiyelden söz ediyoruz. Uygar dünyanın Suriyeliler taşıdığı “demokrasi paketi” böyle bir şey…”

“AMERİKA’NIN BÖLGE STRATEJİSİNİN TEMELİNİ İSRAİL REJİMİNİN GÜVENLİĞİNİN OLUŞTURUYOR”

Suriye’ye dönük emperyalist işgalin en önemli nedenlerinden bir tanesi Siyonist İsrail’in güvenliğini almaktı ABD açısından. İsrail de ABD’nin bu hamlesine elinden gelen desteği vermiş oldu. Kimi zaman Suriye’deki mevzileri bombalayarak, kimi zaman cihatçı çetelere lojistik imkanlar ve para sağlayarak işgalin perde arkasındaki güçlerden bir tanesi oldu. Peki ABD açısından İsrail’in güvenliği neden tesis edilmesi ve sürekli pekiştirilmesi gereken bir konuydu işte bu sorunun yanıtını gazeteci Alptekin Dursunoğlu vermiş oldu.

Dursunoğlu’na göre Amerika’nın bölge stratejisinin temelini İsrail rejiminin güvenliğinin oluşturuyor ve Filistin’de tarihsel olarak bir Yahudi azınlık gerçeği olmakla birlikte, İsrail rejimi bölgenin doğal bir unsuru değil. Varlığını Filistin’deki İngiliz manda yönetimine ve 1917’deki Balfour deklarasyonuna borçlu olan İsrail rejiminin bölge tarafından kabullenilmesi ise Soğuk Savaş yıllarında Amerika’nın temel önceliği.

Şöyle devam ediyor Dursunoğlu:

“1978’deki Camp David anlaşmasıyla İsrail rejiminin varlığı ilk kez bölgesel düzeyde güvenceye kavuşmuş ve Amerika da temel önceliğini gerçekleştirmiş oldu.  Camp David anlaşması, en büyük Arap devleti olan Mısır’a İsrail rejiminin varlığını garanti ettirmekle kalmadı, bir de bölgesel düzen iskeleti oluşturdu. Camp David’le oluşturulan bölgesel düzen Mısır’ın yolundan giderek İsrail rejiminin varlığına teslim olan Arap rejimlerinin bekasını garanti ediyordu.  Adına ‘Arap Baharı’ denen isyanların yaşandığı 2011 yılına gelindiğinde bölgede Camp David düzenine teslim olmayan sadece iki Arap devleti kalmıştı. Bunlardan bir Suriye, diğeri de Libya’ydı.”

Amerika’nın 2011’deki Arap isyanlarını üç farklı kategoride değerlendirdiğini ve doğal olarak da üç farklı politika uyguladığını belirten Dursunoğlu sözlerine şöyle devam ediyor:

“Birinci kategoride isyanların çok hızlı bir şekilde cumhurbaşkanlarını devirdiği Tunus ve Mısır vardı. Amerika bu ülkelerde engelleyemediği yönetici değişikliğinin birer rejim değişikliğine dönüşmemesi için çalıştı.

Her ne kadar ‘devrim’ sonrasında iktidara gelen İhvancı yönetim Camp David düzenine bağlılık açıklamış olsa da 2013’te Mısır askeri darbe ile Tunus ise uzlaşmayla 2011 öncesi düzene döndürüldü.

İkinci kategoride engellenmesi gereken devrimlerin yaşandığı Bahreyn ve Yemen gibi ülkeler vardı. Suudi Arabistan, 5. Filo’ya ev sahipliği yapan Bahreyn’e askeri müdahalede bulunarak, Yemen’de ise Ali Abdullah Salih’i cumhurbaşkanlığından indirip yardımcısı Mansur Hadi’yi cumhurbaşkanı yaparak bu ülkeleri kontrol altında tutmaya çalıştı.

Üçüncü kategoride ise Camp David düzenine teslim olmayan Libya ve Suriye vardı. Bu ülkelerde ise yönetimleri savaş da dahil olmak üzere tüm seçenekleri kullanarak devirmeye çalıştılar. Libya’yı uluslararası müdahale ile Suriye’yi ise vekalet savaşı ile yangın yerine çevirdiler.”

2011’deki “Arap Baharı”nın, Amerika’nın hedefini büyütmesini sağlayacak şartlar yarattığını, artık Amerika açısından İsrail’in güvenliğini garanti edecek bir bölgesel düzen değil, İsrail’in lider olacağı bir bölgesel düzen hedefi olduğunu belirten Dursunoğlu şunları kaydediyor:

“Arap İsrail çelişkisindeki asli güçlerin kimler olduğunu açıklayan meşhur bir söz vardır: İsrail’e karşı Mısırsız savaş olmaz; Suriyesiz barış olmaz.

Mısır’ın Camp David’i sayesinde İsrail’le savaş olmayacaktı; ama bölgenin İsrail’e köleliğinin tescili için Suriye’de İsrail’le barış yapacak bir yönetim değişikliği gerekiyordu.

2011’de “Suriye, İsrail liderliğinde yeni bir bölgesel düzen kurulması için hedef alınıyor” dediğimizde komplo teorisi diyerek alay edenler, 13 Ağustos 2020’deki “İbrahim Anlaşması”yla buna gözleriyle tanık oldular.

2011’de Suriye’de savaşı destekleyen ülkelerin ya Türkiye ve Ürdün gibi zaten İsrail rejimiyle resmi ilişkileri olan ülkeler ya da Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar gibi İsrail rejimiyle ilişkilerini normalleştiren yahut sırasını bekleyen ülkeler olması tesadüf değil.

2011’de Suriye’nin yanında duran İran ve Irak gibi bölge ülkeleriyle Lübnan, Filistin ve Yemen direniş hareketlerinin uğradığı ekonomik veya askeri yıkım da tesadüf değil.

Bugün eğer bölgenin İsrail liderliğinde köleleştirilmesini öngören düzen henüz resmi olarak kurulamamışsa bu Şam’ın düşmemiş olması sayesindedir. Şam ve müttefiklerinin direnişi sadece kendilerinin jeopolitik çıkarları için değil tüm bölgenin geleceği için hayati önemdeydi.

Bunu 2011’de görmek biraz çaba veya uzmanlık gerektirebilirdi; ancak bölgede daha önce İsrail rejimiyle ilişkilerini gizlemeye özen gösteren ülkelerin şimdi cesaretle İsrail safına katıldığını görmemek çaba gerektiriyor.”

Ve Dursunoğlu sözlerini şöyle bitiriyor:

“Suriye’nin neden din ve mezhep adına hedef alındığını görmek için Şam’ın ve müttefiklerinin durduğu yerle, Şam’a ve müttefiklerine karşı olanların durduğu yeri karşılaştırmak yeterli.”

“EMPERYALİZM İLE İŞBİRLİĞİNE GİREN KÜRT HAREKETİNİN TÜM İNSANLIK ADINA KUTSAL BİR SAVAŞ VERDİĞİ İDDİA EDİLDİ”

Kürt siyasi hareketi hiç kuşkusuz Suriye’deki işgalde kilit bir pozisyonda. Gerek ABD ile yaptığı işbirliği sonucu ABD’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki mevcudiyetini arttırması gerekse ABD’nin Suriye’ye yönelik yaptırımlarında ABD’ye arka çıkması, bu ölüm kalım savaşında Suriye’nin direnişini sekteye uğratan üzerinden atlanamayacak kadar kritik meseleler. Ve savaşın gidişatı konusunda Kürt siyasi hareketinin tercihleri son derece belirleyici. Peki bu işbirliğinin altında yatan neden ne? Bu sorunun cevabını TKH MK Üyesi Kamil Tekerek’e sorduk.

Tekerek, 2011 yılında Suriye’ye dönük emperyalist müdahalenin tetiklenmesi ile birlikte Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’daki öznelerin hepsinin yeni duruma göre vaziyet aldığını belirterek Kürt siyasi hareketi de Suriye’de savaşın ilk dönemi diyebileceğimiz 2011 – 2015 arası dönemde görece tarafsız pozisyonda kaldığını, cihatçı örgütlerin Suriye karşıtı çizgisinde yer almadığını, ancak bununla birlikte, hiçbir evrede doğrudan Suriye iktidarının müttefiği pozisyonuna da yerleşmediğini belirtiyor ve şöyle sürdürüyor sözlerini:

“O dönem için olumlanan bu duruşun oluşmasında, Suriye devletinin Suriye Kürtleri’ne dönük pozitif yaklaşımının da olduğu söylenebilir. Bunların arasında Suriye vatandaşlığı olmayan Kürtlere vatandaşlık verilmesi, bugün Rojava olarak tanımlanan bölgeye dönük operasyon yapılmaması ve bazı noktalarda askeri olarak desteklenmesi gibi örnekler verilebilir. Ancak o dönem yapılan tartışmalardan bir tanesinin, Kürt hareketinin gericiliğe karşı duruşunun emperyalizme karşı duruşa taşınıp taşınmayacağı olduğunu hatırlatmak gerekir.

Tartışmanın ne kadar haklı olduğunun kanıtlanması için birkaç yıl geçmesi yetti ve Kürt hareketi son hızla emperyalizm işbirlikçiliğinde soluğu aldı. IŞİD’e karşı mücadele adı altında başta ABD ve Fransa olmak üzere emperyalizm ile açık siyasi ve askeri işbirliğine giren Kürt hareketinin (PYD ve YPG) tüm insanlık adına kutsal bir savaş verdiği iddia edildi. Bunu propaganda edenlerin ne kadar yanlış olduğunu göstermek için iki örnek yeterlidir: Birincisi, cihatçı terörizme karşı Ortadoğu’da en büyük savaşı veren ve en büyük bedelleri veren özne Suriye iktidarı ve Suriye halkı olmuştur. O yüzden kutsanan şey aslında Kürt hareketinin emperyalizmle işbirliğidir. IŞİD’e karşı mücadele değil… Diğer taraftan, ikinci olarak, Irak topraklarında da Barzani yönetiminin, Şii milis güçleri Haşdi Şabi ile ittifak yaparak Musul’daki IŞİD varlığına karşı savaşını örnek verebiliriz. Konu Barzani olunca mangalda kül bırakmayanların Suriye’de Kürt hareketini kutsayıp diğerini sıradan bir olgu olarak görmeleri de ilginç sayılmalıdır.”

Özellikle ülkemizde de sol üzerinden etkili olan “IŞİD’e karşı mücadele adına anti-emperyalist görevler ihmal edilebilir” yaklaşımının bugün yerinde yeller esmektedir diyen Tekerek bu söylemin nedenini ise şu şekilde özetliyor:

“Bu söylemin aslında Kürt hareketinin kuyruğuna takılmak için uydurulan bir söylem olduğu açık bir şekilde görülmüştür. ‘Kobani direnişi’ ile Stalingrad savunmasını birbirine benzeştirenler, şu an IŞİD’in varlığı yok denecek kadar az olsa da Kürt hareketinin ABD’yle her geçen gün artan işbirliği hakkında ne düşünüyorlar acaba? Artık işbirliğinin ekonomik boyuta da sıçradığı biliniyor. Amerikalı petrol şirketleri, Suriye’nin emperyalizmin işgali altındaki topraklarında PYD ile anlaşma yapıyor, PYD lideri Mazlum Abdi ABD başkanları tarafından sempati ile karşılanıyor, Suriye’den “çalınan” petroller gayri resmi bir şekilde Irak’a taşınarak sanki oradan çıkarılmış gibi satılıyor, tüm bunların üzerine PKK’nin en ‘radikal’ unsurlarından biri olduğu söylenen Bahoz Erdal geçtiğimiz günlerde çıkıp ABD’nin kendileri ile diyaloğa geçmesinin Ortadoğu’ya barış ve demokrasi getireceğini söylüyor. Kürt hareketinin son on yıllık pratiğinde gelinen nokta tam da budur.”

Kürt hareketinin Suriye pratiğinde geldiği aşamayı ise şu sözlerle tarif ediyor Tekerek:

“Devletleşme adına olmadık ittifaklara girip, “ulusal kurtuluş mücadelesi”ni tamamen emperyalizmin belirlediği bir çerçevede tam boy pragmatizmle harmanlayan Kürt hareketinin Suriye pratiğinde gelinen aşama ise Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ile kaynaşmadır. Suriye’de Kürt siyasi hareketinin içinde de olduğu ve ulusal birlik olarak lanse edilen süreç Irak’taki Barzani yönetimi, Suriye’de onlara yakın olan siyasi unsurlar, PYD ve bunlara eklenen bir dizi aşiret ile birlikte oluşturulan bir koalisyondur. Bu koalisyondan emperyalizmin Suriye politikası dışında ya da ona rağmen “devrimci” bir çıkış beklenmesi ise pek mümkün değildir.

Emperyalizmin Suriye’ye dönük politikalarında bu koalisyonu kesen başlık ise Suriye’nin egemen devlet pozisyonunun parçalanması ile ilgilidir. Bu başlığın özü adem-i merkezileşme, pratik karşılığı ise federasyondur yani Suriye’nin bölünmesidir. Savaşın başında herhangi politik bir pozisyon almayan Kürt siyasetinin bugün Suriye’nin üçte birlik bölümnde ABD sayesinde “iktidar” olması ve bunu kalıcılaştırmak istemesi aynı zamanda Irak ve Suriye’nin kuzeyini kesen bir Kürt devletinin şekillenmesi anlamında da ele alınmalıdır. En azından, KDP ile PYD’nin son süreçte koalisyon kurması bunun belirteçlerinden biri olarak görülebilir.”

“AKP’NİN SURİYE POLİTİKASI ÖZÜNDE EMPERYALİZMİN PLANLARI İLE PARALEL BİR İÇERİK TAŞIYOR”

Suriye’ye yönelik emperyalist işgali değerlendirirken, AKP iktidarının üstlendiği misyonu anlatmazsak olması. Hele ki AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Biden yönetimine Suriye konusunda yardım çağrısında henüz bulunmuşken…AKP’nin dış politikadaki bu adımını, hem Suriye’yi hem de ülkemizi adım adım felakete sürüklemesinin altında yatan nedeni TKH MK Üyesi Kurtuluş Kılçer’e sorduk.

“Suriye’de yaşanan yıkımın üzerinden 10 yıl geçti. Bir ülke olarak Suriye yıkılırken, Suriye yurttaşların bu yıkımın bütün cemeresini çekerken, aynı zamanda Suriye’nin komşu ülkelerinin de bu yıkımdan payını aldıklarının altını çizmek gerekir.” diyerek sözlerine başlayan Kılçer bizi şöyle yanıtlıyor:

“Suriye’de yanan ateş ülkemize de sıçramış, sadece 3,5 milyon gibi bir sayıya ulaşan Suriyeli göçmenin ülkemize gelmiş olması değil aynı zamanda doğrudan Suriye kaynaklı katliamlar nedeniyle Türkiye bu savaşın bedelini fazlasıyla ödemiştir, ödememektedir.

 Bu bedeli ödeten ise Suriye’deki savaşa su yerine benzin döken, adeta bu savaşa körükle giderek yanan ateşi yükselten AKP iktidarıdır. AKP, ne derse desin, Suriye’de yaşanan yıkımın ve savaşın müsebbibi olarak görülmeli ve sorumlu tutulmalıdır. Bugün her ne kadar Suriye’nin ‘toprak bütünlüğüne, siyasal birliğine ve egemenliğine saygılıyız’ açıklaması yapsa da bugün Suriye’nin parçalanması ve bölünmesinde AKP birinci derece sorumlu sayılmalıdır. ABD emperyalizminin Suriye’yi ikiye bölen Fırat’ın doğusuna yerleşmesinde sorun görenler benzer biçimde Fırat’ın batısında cihatçı çetelerin hakimiyet kurmasında da sorun görmelidir. Çünkü her ikisi de Suriye’nin bölünmesine hizmet eden adımlardır. ABD Suriye’nin bölünmesi ve parçalanmasına ne kadar hizmet ediyorsa, AKP de benzer bir politikanın sürdürücüsü olarak karşımızdadır.”

AKP’nin Suriye politikasına yaklaşırken, üç olgunun altının çizilmesi gerektiğini vurgulayarak şunları ekliyor Kılçer:

 “İlki, emperyalizmin bölgesel politikalarının doğrudan taşeronluğunu üstlenmesi. Meşhur Büyük Ortadoğu Projesi, AKP’nin hem iktidara gelme zemini hem de batıdan destek görmesinin karşılığı olmuştur. AKP, BOP’un eşbaşkanlığı ile aslında ABD emperyalizminin doğrudan taşeronluğunu üstlenmiştir. İkinci olarak, siyasal İslamcıların “sözde Siyonizm karşıtlığı ve Filistin davasının taraftarlığı” konusunda sahtekarlığını da gözler önüne serer bir biçimde siyonist İsrail’in çıkarlarını koruyan bir dışpolitika izlemiş olmalarıdır. Suriye’nin güçsüzleştirilmesi, yıkımı ya da parçalanması en fazla İsrail’in çıkarlarına hizmet edecekti. Ve AKP, tam da bu noktada devreye girmiş, Suriye politikası özünde doğrudan siyonist İsrail çıkarlarına hizmet etmiştir. Üçüncü olgu ise, AKP’nin mezhepçiliği ile ilgili. AKP dış politikasını mezhepçi bir bakış açısıyla oluşturarak, Suriye’de cihatçı çetelerin hamiliğine soyunmuş, Müslüman Kardeşler’in ise temsilcisi gibi davranmıştır. Emperyalizmin Sünni-Şii fay hattına oynadığı bir örnekte AKP’nin kullanışlı bir araç olduğu da görülmüş oldu. Dünyanın bütün ülkelerindeki cihatçıların özellikle Türkiye üzerinden Suriye’ye sokulması, AKP’nin mezhepçi yaklaşımını gösterirken mezhepçilik ile gizli emperyalist istihbarat planlarının nasıl içiçe geçtiğini de göstermiştir.

AKP’nin Suriye politikası başından beri Esad iktidarının devrilmesi üzerine kuruluydu. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı, ABD emperyalizmi bu sefer Kürt kartını devreye sokmuş, AKP ise cihatçıların hamiliğini üstlenmişti. Açıktır ki, AKP’nin Suriye politikası özünde emperyalizmin planları ile paralel, İsrail’in çıkarlarına hizmet eden bir içerik taşıyor.”

“SAVAŞ EKONOMİK OLARAK DEVAM EDİYOR”

Suriye ordusu, müttefiklerinin de desteği ile savaşın ilk şokunu atlatarak son derece önemli kazanımlar elde etti. Peki bu 10 yılın sonucunda sahadaki son durum ne? Bu sorunun yanıtını da gazeteci Hasan Sivri veriyor.

Suriye’ye yönelik savaşın ekonomik anlamda devam ettiğinin altını çizerek şunları aktarıyor Sivri:

“Öncelikle şunun altını çizmek isterim, askeri şiddet azalsa da Suriye’ye yönelik savaşın ekonomik alanda özellikle ABD’nin yaptırım politikaları üzerinden Suriye’ye yönelik savaşın devam ettiğini söyleyebiliriz. Askeri şiddetin yıkıcılığı kadar yıkıcı oluyor ekonomik savaş. Gıda, ekmek, un, ilaç, yakıt, enerji elektrik her türlü krizin yaşandığı bir ülke şu an Suriye ve müthiş bir kuşatma altında. Her alanda ciddi krizler yaşıyor. Savaş zamanında bile yaşanmayan krizlerin yaşandığını söyleyebiliriz. İnsanların, bazı kaynaklara, temel insanı ihtiyaçlara erişimi konusunda. Yani savaşın ekonomik anlamda devam ettiğini söyleyebiliriz”

Sahadaki çatışma bölgelerine ilişkin ise şunları kaydediyor Sivri:

“Her biri kendi alanında çok derin ve çok geniş, çatışma sahalarından bahsediyoruz. Bunlardan biri İdlib. İdlib, Rusya ve Türkiye’nin başat aktörler olduğu bir çatışma sahasına dönüşmüş durumda. Türkiye’nin özellikle gözlem noktalarını, temas noktalarını bir hat oluşturacak şekilde kurduğunu gözlemliyoruz. Aynı şekilde Rusya’nın da Suriye ordusu ile beraber özellikle HTŞ’yi hedef alan saldırılarının ve cihatçılarla lokal çatışmalarının devam ettiğini söyleyebiliriz. Türkiye tarafının da, Suriye-Rusya tarafının da özellikle Biden yönetiminin şuana kadar rengini belli etmeyen Suriye politikasına dair atacağı adımlarını beklediklerini söylememiz gerekiyor. Dolayısıyla taraflar ellerindeki kartları, her ne kadar aralarında birkaç toplantı ve anlaşma olsa da kendi çıkarları açısından tutmaktalar. Risk iki taraf için de çok ciddi oranda. Uçak düşürülmesinden tutun, Rusya’nın Türk askerlerini hedef alması kadar bu çatışma sahası iki taraf açısından da riskli.

Bu çatışma sahalarından bir diğeri de Suriye’nin kuzey doğusu. Fırat’ın doğusu olarak bilinen ABD güçlerinin de konuşlanmış olduğu Suriye Demokratik Güçleri ortaklığında kontrol edilen bir bölge. Trump döneminde petrol ve doğalgaz alanlarına yüklenilse de bugün Irak-Suriye-Türkiye üçgeninde yer alan Haseke’nin kuzeydoğusunda yeni bir üst kurmasıyla birlikte Biden yönetiminin ağırlığı sürecin hassasiyetine verdiğini, petrol alanlarından güç kaydırdığını görüyoruz. Trump gibi Biden yönetiminin de önüne koyduğu hedefler arasında İran’a nufüsu var. Dolayısıyla İran nüfuzunu kırmak bir hedef olmakla beraber, buradaki Kürt sorunu da yine ABD açısından ikincil önemde kalıyor. Türkiye ve ABD arasındaki s-400 ile beraber daha da derinleşen krizin alanlarından bir tanesinin de bu bölge olması dolayısıyla, söylenecek çok fazla şey var. Suriye ve Rusya açısından da burada Kürt gruplarla müzakere etme girişimleri var. Suriye bu konuda Anayasa’nın 107. Maddesi olan yerel yönetimleri güçlendirme kanununu işletebiliriz şeklinde sözleri var. Fakat açıkçası arada ABD gibi bir faktör olduğu için buradan iyimser bir sonuç şimdilik zor, tarafların müzakerelerinin sonuçlarına dair.

Bu çatışma sahalarından bir diğeri de basın her ne kadar görmese de IŞİD’in artan saldırılarının olduğu bölge. Rusya ve Suriye bu bölgeye hava saldırılarını yoğunlaştırmış durumda. IŞİD’in Humus ve Deyr ez Zor’un doğusundan, Suriye ordusuna yönelik baskısı ciddi şekilde yoğunlaşıyor.  IŞİD’in özellikle Deyr Ez Zor’da Irak sınır kapısı etrafında yoğunlaştığına dair veriler var. Bunun nedeni de ekonomik savaş. Çünkü Suriye’ye yönelik lojistik desteği kırmak istiyorlar.

Suriye’ye yönelik savaşın nedenlerinden birinin Filistin davası olduğunu hep söyledik. Suriye’nin Hamas da dahil olmak üzere bütün Filistinli gruplarla ve Lübnan’da Hizbullahla kurduğu ilişkiler nedeniyle hep hedefti. Dolayısıyla İsrail’in sürekli olarak gerçekleşen saldırılarını bir çatışma sahası olarak not edebiliriz. Bu saldırıların nedeni olarak hem İran’ın nüfuzunu kırmak hem de Suriye’yi yine Körfez ülkelerinde olduğu gibi İsraille bir ilişkiye zorlamaya yönelik olarak değerlendirebiliriz.”

Sivri sözlerini ekonomik yaptırımlara dikkat çekerek şöyle bitiriyor:

“Suriye’ye yönelik savaş şekil değiştirmiş şekilde. Askeri olarak şiddeti azalsa da ekonomik savaş en az askeri şiddet kadar yıkıcılığını sürdürüyor.

SONUÇ YERİNE

Bizler bu satırları kaleme alırken, cihatçı çeteler yarattıkları yıkımı “özgürlük devrimi” adı altında pazarlıyor, AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Biden’a çağrıda bulunuyor, ABD’nin başını çektiği emperyalist blok saldırmaya devam ediyor, Kürt siyasi hareketi ABD ile işbirliğini güçlendiriyordu. Ama bir yandan da tüm bunlar olurken, Suriye’de emperyalizme karşı direnenler geri atmıyordu. Barbarların istilasında 10 yılı geride bırakırken, yazımızı biraz umutla kapatalım ve son sözü Nazım’a verelim;

Ve zafer artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar tırnakla sökülüp koparılacaktır…