Aktivizm nedir: Neden aktivist değil devrimciyiz?

Bu ülkenin devrimcileri, komünistleri bütünlüklü bir mücadele hattından bahsederken aktivistler, özünde kapitalizmden kaynaklanan sorunlara karşı tekil tekil mücadele ederler. Sorunların bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı, iç içe olduğunu görmeden düzenin içinde iyileştirmeler talep etmenin adıysa “değiştirmek” değil; restore etmek daha doğrusu yamalamak anlamına gelmektedir.

Aktivizm nedir: Neden aktivist değil devrimciyiz?

Gülin Kara

21. yüzyılın dünyasında rahatsız olduğumuz pek çok şey var. İklim krizinden çocuk işçiliğe, savaşlara, yoksulluğa, baskılara, kadın cinayetlerine ve doğanın tahribine kadar sayabileceğimiz pek çok sorunla baş başayız. Bu sorunlarla yaşamaya da mahkum değiliz elbette. Bu sorunları çözmenin, dünyayı değiştirebilmenin mümkün olduğunu görenleriz; değiştirmek için harekete geçenleriz.

Özünde “tepkisellik” içeren aktivizm, “değiştirmek” için ya da bazen yalnızca tepki koymak, belki de yalnızca dikkat çekmek için yapılan eylemlerde kendini gösterir. Aktivizm türlü çeşitlerde, farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Fakat başlıkta da ele aldığımız soruyu, niçin aktivist değil de devrimci olduğumuzu, açıklayabilmek için ilk olarak “değiştirme” isteğiyle beraber değiştirmek isteyenlerin yaşadığı “dönüm noktalarından” bahsetmemiz gerekir.

Ülkemizde ve dünyada önceleri değiştirmek isteyenlerin adresi Fransız Devrimi’nden bu yana hep “sol” olmuştur. Ancak bugünlerde aktivizm bayrağı altında bir değiştirme ya da karşı koyuş çabası bulunmaktadır. Bununla beraber sol ve solun değerleri silikleştirilmiş; değiştirme adı altında ya düzen içinde bir restorasyon arayışı ya da birbirinden ve gerçeklikten kopuk “tekil tekil” mücadele başlıkları ortaya çıkmıştır. Gerçekler, kavramlar ve tarih öyle ters yüz edilmiş ki, Deniz Gezmiş’e dahi “aktivist” yakıştırması yapılabilmiştir…

Solun ülkemizde ve dünyada yükseldiği; özellikle ülkemizde gençlik hareketi ve sınıf hareketinin yükseldiği 60 sonrası dönemde değiştirme ve hatta yıkma; yıkıp da yeniden kurma iradesi sol hareket tarafından ve bizzat dönemin TKP’si tarafından büyük bir inat ve ısrarla gösterilirken büyük grevler, direnişler, üniversite işgalleri ve çeşitli eylemlikler düzenlenmiş, 70’li yılların sonuna doğru en kitlesel 1 Mayıs’lar kutlanmıştır. Akademide, radyoda, sinemada, edebiyatta, annelerin söylediği ninnide, okulda, tarlada ve fabrikada; hayatın yeniden örgütlendiği her yerde sol da kendini var etmiş, gittikçe meşruiyet kazanmıştır.

Bu çürümüş düzene karşı; eşitlik, adalet, özgürlük, aydınlanma, bağımsızlık ve insanca yaşam mücadelesi gibi insanlığın bilcümle değerinin, insan kalmanın temsiliyetini üstlenmiştir sol. Bugünden baktığımızda ders çıkardığımız yanlışlarıyla, eksikleriyle ve doğrularıyla koskoca bir dönem karşımızda durmaktadır. Likidasyon ile son bulan bir dönem…

Türkiye’de solun hali hazırda yaşamakta olduğu ve geçmişte yaşadığı likidasyon dalgalarından birincisiyle, aynı zamanda Sovyetler Birliği’nde yaşanan likidasyon süreci ve 80 Darbesi ile beraber Türkiye’de sol için bir dönem son bulmuş ve solun, insanlık tarihi için kısa fakat bir insan ömrüne kıyasla uzun “geri çekiliş” dönemi başlamıştır ülkemizde.

Sovyetler’de baş gösteren likidasyon sürecini takiben ülkemizde de yıllarca yasaklara rağmen güçlenmeyi başarmış olan solun ve özelinde komünist hareketin içine girdiği likidasyon süreci en acı meyvelerini 12 Eylül sonrasında vermiştir. 12 Eylül Amerikancı-faşist darbesiyle beraber siyasi partilerin faaliyetlerine son verilmiş, piyasa ekonomisi ve özelleştirmelere alan açılmıştır. 12 Eylül’den önce de süren solun “kökünü kazıma” çabaları, Amerikancı-faşist darbeyle beraber başka bir boyuta geçmiş sendikaların, doğrudan işçi sınıfı partisinin, sanatçıların, aydınların, emekçilerin üzerine baskılar, tutuklamalar yağmış; ülkede bir korku, baskı ve sindirme rejimi inşa edilmek istenmiştir. 1923 yılında kurulan cumhuriyetin değerlerine saldırılar artmış; ikinci cumhuriyetin temellerinin atılması o zamandan başlamıştır.

Bunlarla beraber sol ve komünist hareket memleketin üzerindeki karanlığın mimarıymış gibi şeytanlaştırılmış; 12 Eylül’ü yaşamamış olan genç nesillerin dahi zihnine kodlanmış olan “siyaset tehlikelidir” fikrini inşa ederek bugünkü apolitik tavrın, itaatkar ve sorgulamayan, boyun eğen bir nesil özleminin gerçekleştirilmesi için uygun zemini hazırlamak görev edinilmiştir.

Solun üzerine tankla, tüfekle, yasayla, medyayla, kara propaganda ve sindirme politikalarıyla yürünen bu dönemin sonunda zaten birinci likidasyon dalgasıyla güçsüzleşen sol, cunta dönemine de karşı koyamamış ve geriye çekilme dönemine girmiştir. Bu geriye çekiliş, bir savunma, hazırlanma ya da güçlenme dönemine değil; neredeyse bir “yenilgiye” işaret etmektedir.

Solu hayatın her alanından kazımak için yeminli darbe bu amacını büyük oranda gerçekleştirmeyi başarmıştır; ancak eklemek gerekir ki bu ülkede solun kökleri oldukça derinlerdedir. Bu sebeple solun ve “insan yanımızı” bu topraklardan kazımaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Bu gerçekle beraber bilinmelidir ki solun bu geri çekilişiyle siyasette, hayatın her alanında büyük bir boşluk meydana gelmiştir. Bu boşluk ise sermaye devleti için bulunmaz bir nimet olup karanlıkla doldurulmuştur. Neo-liberalizm şemsiyesi altında özelleştirmeler, piyasacılık ve “parayı veren düdüğü” çalar anlayışı küçük çocukların zihinlerine kadar sokulmuştur. Sola ve solun değerlerine savaş açan bu yeni süreçte insan yanımıza, zihinlerimize ve geleceğimize yönelik saldırılar da artarak devam etmiştir, etmektedir.

Birinci likidasyon dalgasından sonra Sovyetler Birliği’nin çöküşüne ve kapitalizmin yalandan “zafer” çığlıklarına rağmen komünistler tarafından fırtınalara göğüs gerilmiş; solu ve komünist hareketi yeniden ayakları üzerine doğrultmak için yoğun çabalar içine girilmiştir. Ancak çok geçmemiştir ki sol 90’lı yılların sonunda gerçekleşen 2. bir likidasyon süreciyle baş başa kalmıştır. Sol, yıllar yılı komünist hareketin sergilediği iradeye ve iktidar perspektifine rağmen liberalizmin zihinleri bulandırdığı, kavramları sulandırdığı ve kimlik siyasetini yükselttiği bu dönemden nasibini almıştır.

Bu likidasyon sürecine göğüs gerenler bir yana solun büyük kısmı tarafından laiklikten vazgeçilmiş; siyasal İslam’ın ekmeğine sağ sürülmüş ve “özgürlük” adı altında gericiliğin, cemaatlerin ve vakıfların örgütlenmesinin önü açılmıştır. İşte bu süreç AKP’yi iktidara getiren yolun önünü daha da açmakla beraber solun pusulasının şaştığı ve liberalizmin etki alanına girdiği bir döneme de işaret etmektedir.

Solun gerilediği dönem ile aktivizmin, STK’cılığın yükseldiği dönemin denk düşmesiyse bir tesadüf değildir. Solu siyasette saf dışı bırakmak ve 70’li yıllarda sermaye sınıfını titreten o korkuyu bir daha yaşamamak için egemen sınıfın ideolojisi liberalizm, her türlü aracıyla siyasette ve hayatta bulduğu her boşluğa sızmıştır. Bunların hepsi solun hem toplumda hem de kendi içerisinde bıraktığı boşluklardır. Kimi zaman iktidar perspektifinin yokluğunda düzen partilerine eklemlenmekle; sınıf siyasetinin yokluğundaysa kimlik siyasetinin körlüğüyle sirayet etmiştir liberalizm sola. Bunun sonucunda bugün olduğu gibi sol kendi değerlerini unutup; sermaye sınıfının değerlerini savunur hale gelmiş, bütünlüklü bir mücadele hattı örmenin mecburiyetini bile unutmuştur.

Solun çeşitli bölmeleri böylesi bir geriye çekiliş içindeyken; siyasette ve mücadelede bile apolitik tutum ve söylemler baş göstermiştir. Bununla beraber vicdanen düzenin sorunlarından rahatsız olanlarsa ya bu bölmelerin içerisinde yan yana gelmiş ya da aktivizm bayrağı altında toplanmıştır.

Bu ülkenin devrimcileri, komünistleri bütünlüklü bir mücadele hattından bahsederken aktivistler, özünde kapitalizmden kaynaklanan sorunlara karşı tekil tekil mücadele ederler. Sorunların bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı, iç içe olduğunu görmeden düzenin içinde iyileştirmeler talep etmenin adıysa “değiştirmek” değil; restore etmek daha doğrusu yamalamak anlamına gelmektedir. Ancak bu düzen neresinden tutsak dökülmekte, sömürü, eşitsizlik, savaşlar ve yalanlardan beslenmektedir. Yani yamalanacak yanı kalmamıştır.

Düzen bizlerin yaşamına, geleceğine, emeğine ve aklımıza “bütünlüklü” bir saldırı içindedir. Buna ise bütünlüklü bir karşı koyuş şarttır. Bu nedenle yalnızca “tepkisellik” içeren değil; yarını kazanmayı hedefleyen bütünlüklü eylemler ortaya konulmak zorundadır. Unutulmamalı ki düzen kendini her gün her alanda yeniden örgütlemektedir.

Siyaset hayatımızın her alanında belirleyicidir. Dolayısıyla sorunlarımız ve onların çözümleri de siyasetten bağımsız olmayacağı gibi; sorunlarımızı “siyaset üstü” gören yaklaşımlar ise yalnızca çözümsüzlüğe hizmet etmektedir. Yalnızca bu yaklaşım değil; “sınıflar üstü siyaset” yaklaşımı da yalnızca körlük ile nitelendirilemeyecek kadar insanlık dışı bu düzene hizmet etmektedir.

Birçok STK ve tekil tekil çoğu aktivist de sınıfların varlığını inkar etmektedir. Dolayısıyla sınıfsal eşitsizliklere, bu düzenden kaynaklanan sorunlara, doğanın hoyratça “tüketilmesine” ve tahribine; insanın insana, topluma ve doğaya yabancılaşmasının önünde aktivizmin ne engelleyici ne de değiştirici bir güç olarak meydana çıkması olası değildir. Bu yalnızca baştan hatalı ve gerçeklikten kopuk okumalardan, süreksizlikten kaynaklanmamaktadır. Aktivizm “pusulasızlıktan” ve solun bıraktığı boşluktan faydalanmakta ve değiştirmek isteyenlerin iradesini düzenin potalarında eritmektedir. Düzenin içinde mücadele ederek düzeni değiştirmek mümkün değildir.

Bizlerse gerçeklikten, ayakları yere basan bir siyasetten, tek gerçek dönüştürücü güç olan işçi sınıfından yanayız. Köhnemiş, her yanından dökülen bir düzeni yamalamanın değil; her türlü çürümüşlüğüyle beraber bu düzeni yıkmaktan ve insanca bir yaşamı kendi ellerimizle yeniden kurmaktan yanayız. İşte bu yüzden aktivist değil; devrimciyiz!