"AKP'nin zenginleri ile yoksul parti tabanı arasında sınıfsal uçurum derinleşiyor"

AKP'nin vizyonunu ve izlediği stratejiyi değerlendiren Prof. Dr. Sencer Ayata, "Alt tabakalarla, parti tabanıyla sınıfsal uçurum giderek açılıyor. Çok ciddi bir yoksullaşma var. Partiye oy veren inançlı ve yoksul taban en zor dönemini yaşıyor." dedi.

Prof. Dr. Sencer Ayata, geçtiğimiz günlerde kongresini gerçekleştiren AKP’nin ‘2023 vizyonu’nu ve izlediği stratejiyi değerlendirdi.

“Geçim sıkıntısı ve makroekonomik sıkıntıların yarattığı hoşnutsuzlukla kaynayan bir toplum var. Kaldı ki AKP kendi içinde büyük çekişmeler, rahatsızlıklar, gerilimler yaşıyor. Neredeyse Forbes’a girmeye aday, kollanan zenginleri var.” ifadelerini kullanan Ayata, “Dolayısıyla alt tabakalarla, parti tabanıyla sınıfsal uçurum giderek açılıyor. Çok ciddi bir yoksullaşma var. Partiye oy veren inançlı ve yoksul taban en zor dönemini yaşıyor. İçeride kaynak dağıtımına ilişkin ciddi bölüşüm rekabeti var.” diye konuştu.

Cumhuriyet‘ten İpek Özbey’e konuşan Ayata, şu açıklamaları yaptı:

“GELECEĞE DÖNÜK BİR MESAJ YOKTU”

– Bir AKP kongresi daha izledik. Mesajlar beklentiyi karşıladı mı, hayal kırıklığı mı yarattı?

“Siyasette en önemli konulardan biri, seçmen nezdinde beklenti ayarını iyi yapmaktır. Öncesinde ‘2023 Vizyonu’ diye çok büyüttüler. Vizyon gelecekle ilgilidir. Oysa bu kongrede geleceğe dönük bir-iki alan dışında hemen hiçbir mesaj yoktu. Tam tersine geçmişteki söylem ve icraata dönük bir kongre konuşmasıydı. Beklenti, gerçekçi olmasa da yüksek bir yaşam kalitesi, mutluluk, refah ve vaadi, daha da önemlisi bilim, teknoloji, yaratıcılık temelli bir bilgi toplumu ütopyası sunulmasıydı. Aslında son zamanlarda iktidar partisi bu tür bir makyajı sıkça yapmaya başlamıştı.”

– Açar mısınız?

“Uzay, petrol, artık dünyada geri bir teknoloji de olsa otomobil sanayii, ileri teknolojiye dayalı yerli savunma sanayii, drone’lar gibi örneklere yenileri eklenecek yönünde bir beklenti vardı. Dolayısıyla gelecek boyutu yoktu. Tersine altı kuvvetle çizilen geçmiş boyutuydu ki ben bu geçmişi iki açıdan okudum. Birincisi icraat, “Bakın biz 20 senede ne kadar ilerledik” mesajı verildi. Türkiye’de son 20 senede fiziki altyapı yatırımlarında, bazı alanlarda üretimde, kamu harcamalarında elbet artışlar oldu. Ama yirmi sene bu, pek iyi diğer ülkelerde ne oldu? En iyi ölçü kişi başına düşen gelir. Türkiye’nin geliri 9 bin dolarda kaldı. İçeriye “muazzam bir ilerleme sağladık” deniyor. Ben üç benzer ülkeye baktım. Birincisi, Kore’de bu süre içinde kişi başına düşen gelir 40 bin dolara çıkmış. Latin Amerika’da, Şili de bizimle aynı yerden başlamış ama 24 bin dolara ulaşmış. Bir de Müslüman ülke olsun dedim, Malezya 30 bin dolara yükselmiş.”

– Yani?

“Demek siyasi iktidar içe dönük bir hikâye anlatıyor. Oysa birçok ülkeye göre yavaş ilerleme hatta göreli bir gerileme var. O nedenle “Geçmişe bakın, geleceğimizin garantisidir” iddiası inandırıcı olmaktan uzaktır. İşin şu yönü de var. Türkiye son yirmi yılda hukuk, şeffaflık, eğitim, demokrasi, hatta mutluluk gibi birçok alanda dünya sıralamalarının alt basamaklarına düştü. Ayrıca AKP öncesini bilmeyen, bu dünyanın içine doğan kimseler şu anda 35 yaşında. Siz 50-60 yaş grubuna “bakın ilerledik” dediğinizde onlar bir şeyler görebilir ama gençlere söylediğinizde bir karşılığı yoktur. Tüm bunlara demokrasiden uzaklaşmayı, yaşanan ekonomik ve kurumsal çöküntüyü eklediğimizde icraatın imrenilecek pek de bir şeyi kalmıyor. Geçmişe ilişkin daha da çarpıcı olan: “Geçmiş bizim hafızamızda mevcut. Hafızamız şanlı tarihimiz. Geçmişte geleceğe ilişkin her şey var” yönündeki sözler.”

– Erdoğan konuşmasında ailenin korunmasına vurgu yaptı örneğin… Bu konuda yeteri başarıyı sağlayamadıklarını söyledi. “Çekirdek aileden bireye doğru yönlendirilen bir kültür iklimi”nin etrafı kuşatmaya başlamasından yakındı. Evlilik yaşının yükselmesine tepki gösterdi. Mesajın adresi?

“Zaten konuşmanın kalbi bu ama fikirler yeni mi, hayır… Fikirler, Türkiye’de muhafazakâr düşünce geleneğinin, İslami geleneğin en az 100 yıldır tekrarladığı görüşler. Buradaki korkunun temelinde ailenin parçalanması var. İki boyuttan söz edebiliriz. Biri doğrudan doğruya ailenin içine yönelik, yani kadın-erkek eşitliğine ilişkin boyut. Evlenme yaşı yükselince kadın daha az çocuk yapıyor. Dışarıda çalışıyor. Kadın bireyselleşiyor. Babanın otoritesi sarsılıyor, geleneksel kadın ve erkek rolleri aşınıyor. Ama evdeki temel rolü de aksadığı için, başıboş kalan çocuğun sosyalizasyonu okula, sokağa, medyaya vesaire kayıyor. Aile çocuğa geleneksel değerleri aktaramıyor. Yani hem kadın, hem de yeni kuşaklar bireyselleşmesi geçimsizlik, boşanma derken ailenin parçalanmasına neden oluyor.”

– Konuşmada ‘parçalanma’ olarak tarif edilen iki nokta…

“Evet… Zaten İstanbul Sözleşmesi eleştirisinin özünde de bu iddia var. Konuşmanın diğer dikkat çeken boyutu eğitim sistemi ile ilgili. Eğitim sistemi “nefis” ve zekâ üzerine kurulu. “Nefis”, yani “ego”. İştah, arzu, çıkara göre davranan açgözlü bir birey. Egoist, bencil bir birey. Bu kuşkusuz olumlu bir birey tarifi değil. İşte bu olumsuz gidişi önlemenin yolu “ilmi” ve hikmeti öne çıkaran bir “kalbi eğitim” sistemine geçiş. Pratikte bunun karşılığı daha çok din ve ahlak dersleri ve bu değerleri aktaracak kadrolar. Vakıflara verilen “değer eğitimleri” bunun parçası. Tamam da bu çıkarcı birey tipi yani “malı götüren” tabir edilen, en çok son yirmi yılda çoğalmadı mı? Bugün AKP’nin kendi içindeki İslami entelektüellerden, kanaatkâr muhafazakârlardan parti merkezine yöneltilen eleştirilerin en büyük hedefi, son yirmi yılda artan yozlaşma. Örneğin geleneksel köy toplumunda ailenin temel değerlere uygun hareket edip etmediği imam, ileri gelenler, konu komşu vasıtasıyla sürekli denetlenir. Aile de kendi fertlerini denetler, kadının, çocuğun köy cemaatinin istediği gibi davranmasını sağlamaya çalışır. Şehirde karşılığı mahalle, bugün “mahalle baskısı” dediğimiz. Ama bu durum ancak geleneğin çok güçlü olduğu yerlerde sağlanır. Bir bakıma 300 yıllık modernleşme tarihi, bireyin bu köy, mahalle, devlet baskısına karşı güçlenmesi yani özgürleşmesi demek. Bugün gelinen noktada rahatsızlık yaratan da özellikle bu özgürleşme süreci. Özellikle de gençlerin ve kadınların.”

– Daha çok üniversite yapmak istiyor ama anladığımız türden özgür bir üniversite değil, doğru mu algılıyorum?

“Şu soruyu soralım: Aktarılmıyor denilen değerleri nerede aktarabilirsiniz? Cami cemaati ancak küçük yerlerde, eski çarşılarda, koyu muhafazakâr yoksul mahallelerde var. Büyük çoğunluk bunun dışında yaşıyor. İkincisi mahalleler. Siyasi iktidar kat sayısını 20, 30, 40’a çıkardı. İnsanlar ayrılıyor, selamlaşmanın olmadığı “kim kime dum duma” köy büyüklüğünde apartmanlarda yaşıyor. Eski mahalle denetimi nasıl sağlanır? İş kalıyor okullara ve inanç örgütlerine. Siyasi iktidar buraya yükleniyor ama imam hatipler tüm desteklere rağmen toplumda talep yaratamıyor. Mesele toplumsal dinamikleri ve değişimin doğrultusunu iyi anlamak ve bunlara bakarak çıkarcı birey yerine erdemli birey yetiştirmek. Kaldı ki ben genç kuşakları hiç de denildiği gibi olumsuz görmüyorum. Aksi yani zorla istenilen kalıba sokmaya çalışmak akıntıya karşı kürek çekmek gibi. Tıpkı üç çocuk meselesi gibi. Üç çocuk denildikçe bir çocuğa inildi. İnatlaşmaktan değil değişim dinamiklerinden.”

“İSLAMCILARA MESAJ”

– Psikoloji profesörü Allport’un çok sevdiğim bir sözü var: “Tereyağını eriten ateş, yumurtayı katılaştırır…” Kongreden çıkan sonuç kimleri eritti, kimleri katılaştırdı, diye sormak istiyorum…

“İlk bölümde herkese seslenildi. O yüzden eriyen ya da katılaşan yok. Ama eriyen bölüm çok açık, bugün baskıdan, dışlanmadan yakınan kesim. En net katılaşma MHP ve yüklenilen kültür misyonunu gerçekleştirmesi beklenen kesimler.”

– Mesaj hangi kurumlara?

“Başta Diyanet, imam hatip okulları, tarikatlar, cemaatler, yurtlar… diğer yandan başta AKP tüm partilerin tabanında bulunan daha koyu dindar, İslamcı seçmenler.”

– Bu ideolojinin karşılık bulması için otoriterlik artar mı?

“İdeoloji, kuşkusuz otoriterleşmenin önemli bir aracı haline geldi. Siyasi iktidarın oluşturduğu yapı rejimin otoriterleşmesini adeta zorunlu kılıyor. İyimser bakanlar kısa zamanda hayal kırıklığına uğruyor. Örneğin eylem planı, tutuklama, iddianame hazırlama süreçleri kısaltılırsa tabii ki çok iyi olur. Keyfiliği azaltır. Mağdur için çok iyidir. Ama bu tür önlemler rejimin niteliğini değiştirmek için yeterli değildir.”

– Otoriterleşme kaçınılmaz mı?

“Birincisi; siyasi iktidar, kamu kuruluşlarına sayıları milyonları bulan kendi kadrolarını yerleştirdi. Eskiler hatta dışarıda bekleyenler dışlandı. Haliyle “eğer seçim kaybedilirse makam da gidebilir” korkusu var. İkincisi; son günlerde beş müteahhitle sembolize edilen bir kamu kaynakları dağıtım sistemi var. Siyasi iktidara yakın bir sermaye kesimi birçok yerde kollanıyor. Bunlara iş yapan yüzlerce firma var, çünkü bu kimselere bakıp hepsi için yeşil sermaye demek pek doğru olmaz. Hakedişe göre bir dağıtım sistemi olsa bugün yararlananların önemli bir bölümü halihazırdaki imkânlarını kaybeder. İktidar döneminde giderek büyüyen bir “din tabakası” var. Örneğin vakıflar.. Bunlar da iktidar el değiştirirse kaynak kurur diye korkuyor. Medyası var, başkaları var. Bir zamanlar iddia şuydu: “Devlet topluma ait olmayan, topluma yabancı kesimlerin elinde. Oysa toplum biziz, onlar gidecek, biz geleceğiz, toplum gelecek. Eski ideolojinin yerine yeni ideoloji, eski elitlerine yenileri gelecek.” Burada söz konusu olan mevcut siyasi, ekonomik, kültürel elitlerin topyekûn değişimi. Giderler hepsini kaybedecek, gelenler hepsini alacak. Uzlaşma arayışı falan yok. Nitekim başkanlık sistemi bu mantık üzerine kuruldu. Bugün söz konusu olan kazanılanın kaybedilmemesi. O nedenle siyasi iktidara ve bir bakıma kongreye damgasını vuran da “tutunma stratejisi”. Buradan geriye dönme olmaz. Oy kaybı, meşruiyet kaybı sürdükçe siyasi iktidar bu yapıyı sürdürme zorundadır.”

– Önceki kongrelerle kıyaslarsanız, AKP’nin ruh hali belli oluyor, nereden nereye geldiği net görünüyor mu?

“İlçe yönetiminden bakanına, belediye başkanlarından vekillere kadrolar sürekli değişti. Ama yukarıdan değiştirme arzulanan başarıyı getirmiyor. Bakın belediyelere. Sürekli kadro değişimi heyecan da yaratmıyor. Başlangıç noktasında donanım olarak kadroların niteliği yüksek değildi ama çok yüksek bir motivasyon vardı. Yıllar içinde makam, mevki, çıkar öncelik haline gelince duygu ve bağlılık boyutu zayıfladı. Motivasyon düştü. Ehliyet, donanım bakımından da öyle. En yetenekli ve donanımlı kimseler hak ettikleri yerlere gelemiyorlar. Türkiye’nin en önde gelen bilim insanları, uzmanları, sanatçıları dışlanıyor. Diğer iktidar tüm gücü elinde topladı ama toplumda meşruiyeti, beğenilirliği artmadı, azaldı.”

“BİREY İKİ TARAFTAN KUŞATILMAK İSTENİYOR”

– Yeni anayasanın şifreleri nelerdi?

“Anayasa özünde stratejik bir hamle. Tüm kesimlerin görüşlerini ve taleplerini dikkate alarak yeni oyun kuralları oluşturmayı amaçlayan bir girişim değil. Muhalefet, parlamenter rejimi, özgürlük ve demokrasiyi ana meselesi yaptı. İktidarın buna karşı bir diskur geliştirmesi lazımdı. Özgürlük ve demokrasi diyemiyor. Öyle olunca şöyle bir görüşün öne çıktığını görüyoruz. “Öyle bir üst kavram olsun ki Millet İttifakı’nın özgürlük ve demokrasi söylemini bastırsın.” Milletin anayasası deniyor ama öyle olması için ortada bir toplumsal sözleşme olması gerekiyor. “Başkanlık sistemi kırmızı çizgimizdir ama biz yeni sivil anayasa istiyoruz” deniliyor. Bu sivil olabilir ama millet anayasası olmaz. Çünkü öbür tarafta “Benim tercihim parlamenter sistem” diyen en az bir yüzde 50’lik kesim var. Başkanlık sistemine destek yüzde 30’lara düşmüş. Vatandaşı hiç dikkate almayacak ama toplum anayasası yapacaksınız, mümkün değil. İkinci temel defo, birey kavramının olumsuz şekilde kullanılması. Konuşmada özgürlüğe galiba yalnızca bir kez değinildi. AKP’nin temel kuruluş belgelerine baktığınız zaman “Bütün politikalarımızın merkezinde birey olacaktır” diyor. O zaman devletin üzerlerindeki baskısından rahatsızdılar. Kendilerini modern bir demokrasi söylemiyle ifade etme yoluna gittiler. Öyle olunca bireyin hak ve özgürlükleri öne çıkarıldı.”

– Peki, ya bugün?

“Devlet bugün siyasi iktidarın kontrolünde. Ama birey imza atan, itiraz eden, protestoya katılan “olumsuz bir birey”. İktidarıyla her zaman uyuşmayan birey. İşte bu birey iki taraftan kuşatılmak isteniyor. Birincisi, konuştuğumuz gibi, gelenek tarafından dizginlenerek. Öbür taraftan bireyi artık merkeze almayan devleti ve devletin güvenliğini esas alan yeni bir anayasa geliştirerek. Tabii bir zorunluluk olarak temel hak ve özgürlükler bölümü elbette o anayasada yer alacak.”

“AKP KÜRT SİYASETİYLE İLGİLİ NE DİYOR?”

– Yeni yönetime baktığımızda Kürt temsilcilerin olduğunu görüyoruz. Bu bize önümüzdeki dönem Kürt siyasetiyle ilgili ne söylüyor? HDP’ye yapılanlar ortadayken Kürt seçmen kadrodaki bu değişiklikle ikna edilebilir mi?

“Arkasında şu düşünce var. “Toplumdaki çeşitliliği bir şekilde aksettirelim.” Yani burada temsil simge düzeyinde verilen mesajın ötesine gitmez. Okunan bölümde Kürtlere yönelik olarak eskiden olduğu gibi Doğu bölgesinin kalkınmasıyla ilgili bir mesaj da yoktu. AKP’nin kısmen de MHP’nin tabanına vermek istediği sinyal nedeniyle güvenlik söylemi öne çıktı. Türkiye’de araştırmalar etnik kimliğini Kürt olarak beyan eden seçmenlerin oranının yüzde 17-18’e çıktığını gösteriyor. Haliyle Kürt kimliğini ortaya koyan oldukça yüksek bir nüfus var. Bunların oyları farklı partilere gidiyor. İkinci büyük dilim AKP’ye gidiyor. Çoğunluğu malum HDP’ye… Ama bunların hepsinin doğrudan doğruya PKK tarafından bu oyların tamamen dışarıdan yönlendirildiğini, blok olarak oy verildiğini söyleyebilir misiniz? İktidar bu olguyu görüyor tabii ki… Ama birinci tercihin burada olması Cumhur İttifakı’nı temelden sarsıyor. Muhalefetteki farklı partilere farklı yaklaşımlar geliştiriyor. CHP muhalefetin kalbi olduğu için ağır hücumlara uğruyor. İyi Parti’ye hem havuç hem sopa gösteriliyor. Yüksek olmayan oyuna rağmen Saadet Partisi’ni kendi tarafında çekmek için hamle üstüne hamle yapılıyor. HDP’ye yönelik yaklaşım ise, bu yüzde 10-11’i bölmeye, yıpratmaya çalışmak…”

“AKP İÇİNDE SINIFSAL UÇURUM GİDEREK ARTIYOR”

– “AKP gidiyor, vakti doldu, yolun sonuna geldiler” söylemi gerçekçi bir tespit mi?

“Bir yere kadar öyle. Türkiye’de siyasetin nabzı büyük ölçüde bu soru etrafında atıyor. Her gün ifade edilmese de merak edilen konu bu. 20 yıllık her iktidar aşınır. İktidar da aşındı. Şu ara olağanüstü koşullar yaşıyoruz. Ekonomik krizlerin zincirleme birbirini izlemesi, can güvenliğini tehdit eden bir salgın tehdidi, uluslararası ilişkilerde ciddi bir kapanma dönemi… Geçim sıkıntısı ve makroekonomik sıkıntıların yarattığı hoşnutsuzlukla kaynayan bir toplum var. Kaldı ki AKP kendi içinde büyük çekişmeler, rahatsızlıklar, gerilimler yaşıyor. Neredeyse Forbes’a girmeye aday, kollanan zenginleri var. Dolayısıyla alt tabakalarla, parti tabanıyla sınıfsal uçurum giderek açılıyor. Çok ciddi bir yoksullaşma var. Partiye oy veren inançlı ve yoksul taban en zor dönemini yaşıyor. İçeride kaynak dağıtımına ilişkin ciddi bölüşüm rekabeti var. Maneviyat diyerek iktidara gelindi. Bugün halkın gözünde siyasi iktidarın zenginlik, gösteriş, ihtişam boyutu öne çıktı. Dün “Sarayı varsa var, ben de taksitle ev aldım” diyenler, bugün canı yanınca “Ne oluyor bu kadar” diye soruyor. İktidarın elinde bir anayasa var, tüm gücü ona veriyor. Beş yıl kimse hesap sormayacak seçilen başkandan. Başkanlık sistemlerinde iktidar oyları yüzde 15’lere düşebiliyor. Ama başkanlar “Beş sene için seçildim, oyumu yükseltirim” diyor. Medya çıktıları da elinde. Varacağım sonuç şu: Toplumda aslında iktidarın temeli bir ölçüde aşınmış durumda ama hâlâ birinci parti. Toplumdaki aşınma bir yere kadar. Git diyecek unsur siyasettir. İttifak kurmak ve genişletmek elbet önemli ama muhalefetin oy oranını önemli ölçüde artırması, toplumu harekete geçirmesi gerekmektedir.”