Akademinin metalaştırılması

Kapitalizm tüm alanları, bizim beynimizi de metalaştırarak, düşünce kalıplarımızı öylesine oluşturmaktadır, çevremizdeki hiçbir olayı çıplak gözle, yani ideolojik şekillendirmeden arındırılmış algılama ile algılayamıyoruz ve düşünemiyoruz.

Ülkemizde yangınlar ormanlarımızı, seller kentlerimizi süpürürken, bu ortamda akademinin konuşulması yeri midir, diye düşünülebilir. İlk bakışta haklı görülebilecek bu düşünce, biraz derine inilince günümüz konularıyla ne denli yakın bağlantılı olduğu görülecektir. Konuya girmeden yöntemle ilgili bir konuyu değerli okuyucuların dikkatine sunmak istiyorum. Birinci konu, tüm sosyo-ekonomik meseleler bir genel problemin ya da programın parçalarıdır, dolayısıyla olaylara parçalı yaklaşmak bizi yanıltabilir ya da asıl konuyu gözden kaçırmamıza yol açabilir; ikincisi ise, birincinin tamamlayıcısı olarak, her meselenin geniş açı ile arka bölümünü görmek, olayı sistemin işleyişi ile bütünleştirmekle ancak tüm oluşum kavranır.

Şimdi olaya yavaş yavaş girelim. 2009 yılında Indiana Üniversitesi profesörü Elinor Ostrom Nobel’e layık görüldü. Peki, konu ne idi? Konu, “müşterekler” olarak bilinen, bazı doğa kaynaklarından müşterek yararlanma koşullarının saptanması, programlanması ve uygulamaya koyulmasıdır. Dere, göl, mera, balıkçılık alanları vb gibi özellikle Ostraom’un üzerinde durduğu doğa kaynaklarının müşterek kullanım kuralları, tüm potansiyel yararlanıcıların kaynaktan hakça yararlanması için gelitirilmiş bir programdır. Sözü edilen doğa kaynaklarımdan nasıl yararlanıldığı birçok ülkede, bu arada Bodrum ve İzmir çevresindeki balık av alanları ile konu Türkiye’ye de uzatuılmış bulunmaktadır. Türkiye’de Fikret Berkes ile olduğu gibi, diğer tüm ülkelerde ilgili kişilerle temas kurularak müşterekler konusu oldukça detaylı araştırılmış, modeller geliştirilmiş ve oldukça da yararlı uygulama sistemleri geliştirilmiş olduğundan, 2009 yılında Ostrom Nobel’e layık görülmüş. Ne yazık ki, bundan çok kısa süre kansere yenik düşen Ostrom şu anda yaşamda bulunmamaktadır.

Peki, bu meselenin akademinin metalaştırılması ile nasıl bir ilgisi olabilir? Görüldüğü gibi, ilk başka Ostrom’un ilgilendiği konularla akademinin metalaştırılması arasında bir ilgi olmadığı gibi, akademi çok ciddi bir konuyu piyasa dışına taşımış ya da piyasa dışı ilişkiler bağlamında incelemiş ve yararlı ve çalışabilir modellemeye dönüştürerek yaşama geçirmiştir. Bu arada müşterekler meselesi nedir, nereden çıktı, diye sorgulamaya başladığımızda, müstakil alan gibi görülebilen müşterekler meselesinin sistemle ve akademinin metalaştırılması ile igisi netleşmeye başlar. Diğer bir deyişle, ele alınan konular tüm olaylar arası bütünsellik ve olaylar ile sistem arası ilişki genişliğinde görüldüğünde mesele daha da netleşiyor. Müşterekler Trajedisi başlıklı makalesinde Garret Hardin, özel mülkiyete konu olmayan bir mekânın birileri tarafından aşırı kullanımının (istismarı) diğer potansiyel kullanıcıların yararlanma hakkını kısıtlayacağını ileri sürmüştür. Hardin’in bu başlığının, İngiltere’de ünlü çitleme olayları sonrasında kullanılan kavramdan esinlendiği söylenir. Şöyle ki, İngiltere’de farklı dönemlerde olmak üzere iki kez gerçekleştirilen çitleme olayında doğa kaynaklarından bazı insanların yararlanması engellenmiş ve bu insanlar yoksulluğa itilmiştir. Müşterekler trajedisi, yani doğa alanlarının özel mülkiyet içine alınmasının insnaları yoksullaştırmasının hikâyesi bu durumu yansıtmaktadır. Buna analojik olark, Hardin de doğa kayağının bazı çıkarcılarla düzensiz istismarının potansiyel kullanıcılar için trajedi olarak düşünmüştür. Ostrom’un Nobel’e yol açan buluşu, söz konusu trajedinin önlenmesi için bir tür “kolektif mülkiyet” ve yönetim modeli ile potansiyel tüketicilerin/kullanıcıların eşit yararlanma koşullarının sağlanması modelidir. Bu model bazı ülkelerde çalışmıştır da.

Ostrom ve çalışma arkadaşları her ne kadar küresel ısınma vb gibi doğa değişimleri üzerinde de durmuş olmakla beraber, belki de ilk adım olarak somut alanlar üzerinde çalışma yaparak çözüme gitmişlerdir. Fakat, Ostrom ekibi İngiltere’deki çitleme olayından ders almamış gözükerek, geliştirdikleri çözümüm sistemle ve mülkiyet ilişkisi ile bağını netleştirmemişlerdir. Zira Ostrom modeli kapitalist sistem içinde veri gelir ve kaynak dağılımı çerçevesinde ve oldukça durağan süreçlerde geçerlidir. Zira, İngiltere’deki çitleme olayından önce doğa kaynaklarından yararlananlara bir süre sonra bu alanların kapatılması nasıl kapitalist sürecin sistemin doğal gelişmesi sonucu yaşanmış sistemik-olağan netice ise, benzer şekilde Ostrom’un bugünkü koşullarda geliştirdiği program da kapitalizmin daha da azgınlaşarak tüm alanları metalaştırması sonucunda çalışmaz olur. Sistemin kural tanımaz şekilde işlemesi ve tüm alanları metalaştırması sonucunda Ostrom’un modelinin kısa vadeli ve sistemin devinimlerini dikkate almamış olması nedeniyle yetersiz kalacağı ortadadır. Klasik ifadesiyle, sosyal açıdan özel mülkiyeti özgürlük olarak görüp, müşterek alanların özgürlüğü sınırlayıcı görülmesi ne denli doğal ise, aynı şekilde, müşterek alanları özgürlük görüp, özel mülkiyetin özgürlükleri sınırlayıcı olarak algılanması da o denli doğal görülmelidir. Mesele, konuya hangi açıdan baktığımızla ilgilidir. O nedenle müşterekler konusu sistem bağlantılıdır ve sistem içinde geliştirilen her çözüm, sistem dinamikleri çerçevesinde farklı evrelere savrulur ve son aşamada metalaştırılmaya ve özel mülkiyete konu olarak, “müşterekler trajedisi” kaçınılmaz olur.

Burada amacım Nobel’in sistem bağlantısını sorgulamak değildir. Zira Nobel uygulamasının aynı zihniyet ve yaklaşımını ünlü mikro-kredi konusunda da gördük. Burada sorgulamak istediğim mesele akademinin metalaştırılmasıdır. Profesör Ostrom bir üniversite mensubudur ve programını aynı üniversitede profesör olan eşi ve diğer meslektaşları ile geliştirmiştir. Doğrusu çok merak ederim; acaba tüm ekip programı geliştirirken günlerce, hatta aylarca biribirleriyle sıkı tartışmalar yaparken akıllarına sistem işleyişi gelmedi mi! Daha da ileri giderek, Hardin’in kullandığı “müşterekler trajedisi” kavramının Ostrom ve ekibini kapitalizmdeki doyurulamayan açlık meselesine, örneğin yıllar önce iktisat sahnesine çıkmış olan Thorstein Weblen’in görüşlerine olsun götürmemesini anlayamıyorum. Bunun da ötesinde, Hardin’in kopyaladığı kavramın İngiltyere’deki çitleme olayını anlattığı ve bu sürecin sistemin nasıl bir sonucu olduğunu nasıl oldu da Ostrom ekibine göstermedi. İşte, mesele bu noktalarda düğümleniyor, aynen Bir Hindistan mucidinin müthiş buluşuyla mikro-kredi olgusunu keşfetmesi(!) gibi!

Kapitalizm tüm alanları, bizim beynimizi de metalaştırarak, düşünce kalıplarımızı öylesine oluşturmaktadır, çevremizdeki hiçbir olayı çıplak gözle, yani ideolojik şekillendirmeden arındırılmış algılama ile algılayamıyoruz ve düşünemiyoruz. Bu yazıya “akademinin metalaştırılması” konusuyla ileride de devam etmek üzere sonlandırıken, Yeni Ülke Dergisi’nin Boğaziçi direnişini konu alan 6. sayısına vediğim kısa yazıdan ufak bir pasajla bitirmek istiyorum. Yeni Ülke, bu yazının potansiyel okuyucuları tarafından çok iyi bilindiği halde, okuyucuların müsamahalarına sığınarak, belki de bir kez daha vurgulamak üzere ilgili pasajı sizlere sunuyorum: “Akademinin bilimsel temelini, üretim ilişkisinin sermaye-yanlı üst yapı kurumu olma niteliği değil, halka dönük üretim sürecinin organik bileşeni olarak yükselme özelliği oluşturur {oluşturöalıdır!}. Her alanada olmakla beraber, özellikle de sosyal bilimler alanında, gerek konuların ele alınışındaki yansızlık görüntüsü altında güdülen örtülü yanlılık, gerek kullanılan kavramlar bağlamında gözlenen sistem yanlılığı akademinin kurumsal özerkliğini ve bilimsel özgürlüğünü baltalamaktadır. Örneğin, iktisat konularının kesinlikle “kapitalizm” sıfatı kullanılmadan işlenişinde yansızlık değil, tam tersi, yanlılık başattır. Çünkü, işsizlik de kapitalizmin işsizliğidir, enflasyon da kapitalizmin enflasyonudur, yoksulluk da kapitalizmin yoksulluğudur. Kavramlar o denli çarpıtılmaktadır ki, “hak çatışması” yerine zayıflatılmış ifadesiyle “çıkar çatışması”, “sömürü” yerine “kâr”, “patron” yerine ”işveren” kavramları, hatta olması gereken “halka yönelik üniversite” yerine “üniversite-sermaye işbirliği” kavramları yeğlenmektedir. Hele de hukuk ya da çalışma ekonomisi alanlarında konuların ele alınışı ve işlenişi ise tamamaiyle sermaye yanlı ve sömürü kapsamlıdır. Konuların işlenişinde tarihsel sistem dinamiği öne çıkarılmadan, analitik sorgulama yapılmadan, bilimsel görüntü altında, sistem perdelenmekte ve yüzeysel sosyolojik görüntü sahneye sürülmektedir. Bu yaklaşım kesinlikle üniversitenin yansızlığının değil, tam tersi, yanlılığının çok net görüntüsüdür. Siyasi orgaının sermayenin organik tamamlayıcısı olmasına analojik, akademinin de sermayenin organık bütünü olarak işlev görmesi, akademinin akademiye tasallutu anlamına gelir.”