Yıkık başlangıçlar

Göreve başlayan yönetimlerin ‘enkaz devraldık’ söylemi, hem yıkmadan gitmeyi bilmeyenleri, hem de sıfırdan başlamayı sevenleri tanımlıyor.

Külliye’deki resmi karşılama törenlerinde, tarihe karışmış 16 devleti simgeleyen üniformalı askerleri merdiven  basamaklarına dizerek dosta düşmana geçmişimizle gurur duyduğumuz mesajını veriyoruz! Aidiyet hissettiğimiz eski devletlerle ‘biz ne medeniyetler kurduk’ diye övünürken tersten bakıp ‘biz ne medeniyetler yıktık’ diye düşünmek aklımızın ucundan bile geçmiyor. Neden yıktık bu kadar devleti diye sorgulamaktansa, ne kadar çok devlet kurmuşuz diye kıvanç duymayı yeğliyoruz. Belki de bugüne dair övünecek pek bir şey bulamadığımız için özellikle kurgusal tarihimizle  böbürlenmek hoşumuza gidiyor. Diriliş Ertuğrul, Kuruluş Osman, Uyanış Büyük Selçuklu gibi başlangıcı vurgulayan isimlerle anılan televizyon dizileri de yıkılışlarla pek ilgilenmiyor.

Genellemelere sığınma kolaycılığına düşmek hoş değil ama Avrupalılar’a mal edilen ”Türk gibi başla, Alman gibi sürdür, İngiliz gibi bitir.” deyişine insanın inanası geliyor. Sanki yalnızca başlama ezberi olan atadan kalma dominant bir gene sahip gibiyiz! Genellikle başladığımız gibi sürdürme ve başarıya ulaşma iradesi göster(e)miyoruz. Var olanı onarıp iyileştirmektense hep sil baştan yapmak, her şeyde kendi imzamız olsun saplantımızı da gösteriyor. Göreve başlayan yönetimlerin ‘enkaz devraldık’ söylemi, hem yıkmadan gitmeyi bilmeyenleri, hem de sıfırdan başlamayı sevenleri tanımlıyor. Önceden yapılanı sahiplenip geliştirmek yerine hemen reddi miras yapılıyor. Yeni gelen, kendi iktidarını ülke için bir milat olarak görüyor; eskiyince de yıkmadan gitmeyi  bilmiyor. Örneğin Türkiye’nin kaderinin AKP’nin kaderiyle bütünleştiğini söyleyen Muktedir, ülkenin kalıcı, iktidarın geçici olduğu gerçeğini kabullenemiyor. Bu anlayışa göre yıkılan iktidarın geride enkaza dönmüş bir ülke bırakması kaçınılmaz oluyor. Dış ve iç egemen güçlerin işbirliğiyle ‘gelişmekte olan ülke’ konumunda sabit tutulmamız için tozu dumana katan bu yap boz oyunu, ne yazık ki 1950’li yıllardan beri sürdürülüyor.

İnşa halinde yaşamak

İnşaat sektörüne olan düşkünlüğümüz de sıfırdan başlama sevgimizden besleniyor. Yakın tarihimizde gördüğümüz en popüler siyasal propaganda etkinliğinin, temel atma töreni olması rastlantı değildir. Aynı proje için defalarca yapılan temel atma törenleri de, yarım bırakılan atıl projeler de sıfırdan başlama sevgisinin göstergeleridir. Gündelik yaşamda, sürekli inşa halinde olduğumuzu bize anımsatan simgeler ise rutin hareketlerini toplumca illüzyona kapılarak izlediğimiz vinçler ve inşaat makineleridir! Özellikle ömrü büyük şehirlerde geçen insanlarımızın katettiği yollarda, bulunduğu mekanlarda inşaat görmeksizin yaşadığı günler parmakla sayılacak kadar azdır.

Havaalanı, çevre yolu ya da otel yapmak için ormanları yakıp yıkmak; turist hastanesi  için havaalanı pistini kırmak; AKM’yi yıkıp yenisinin temelini atmak; Diyanet yerleşkesi için Bomonti Bira Fabrikası’nı yıkmak, inşaata dayalı  ekonominin yeni başlangıçlara gereksindiğinin güncel kanıtlarıdır. Bir yandan da bu yıkımlar, yeni Türkiye hayali için atılmakta olan ideolojik imzalara yer açma hamlesi olarak okunabilir.

Rant odaklı şehircilik

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yıkımlar için ruhsat veren kurum olması da ayrı bir garabettir. Bakanlığın isminde ‘çevre ve şehir’ kavramları yer alsa da AKP adına görev yapmış çevre ve şehircilik bakanlarının, inşaat mühendisliği eğitimi aldığı ve önceden inşaat sektörü adına çalıştığı bilinmektedir. Diğer deyişle görev yapan bakanlar, çevre mühendisliği ya da şehir bölge planlama alanlarında eğitime ve deneyime sahip değildir. Dolayısıyla bakanlığın adının değiştirilerek ‘İnşaat ve Betonlaşma Bakanlığı’ olarak düzeltilmesi bu garabeti de ortadan kaldıracaktır! Şehirleri, sadece potansiyel inşaat çevresi olarak gören rant odaklı resmi bakış, şehir planlamanın kamucu anlayıştan ne denli uzak olduğunun da önemli bir işaretidir. Yıllardır yaşam alanları, halkın kullanımını kolaylaştırmak için değil arsa değişim değerlerine göre tasarlanmış; başta İstanbul olmak üzere diğer büyük şehirler bu yüzden yaşanmaz hale gelmiştir[1].

1973 yılında Boğaziçi Köprüsü adıyla açılan İstanbul’daki ilk asma köprünün yapılmasına itiraz eden zamanın devrimcilerine AKP dahil gelmiş geçmiş tüm sağ iktidarlar veryansın etmiştir. Oysa tarih baba, bu itirazları haklı çıkarmıştır. İlk asma köprüde trafik yoğunluğu artınca ikincisi, ardından da üçüncüsü yapılmıştır. Buna karşın trafik, köprülere giden şehir merkezine yakın yollarda hâlâ yoğunlaşmaktadır. Demek ki üç köprü de şehir trafiğinin rahatlaması yönünde çözüm üretememiştir. Denizi betonla doldurarak Boğaz’ın iki yakasını birleştirmek gibi absürt bir seçenek öne sürülemeyeceğine göre İstanbul Boğazı’na daha kaç tane asma köprü yapılması gerekecektir? Gerçekte köprülerin, halkın yaşamını kolaylaştırmak için değil, çevre yollarına yakın bölgelerde rant yaratmak için inşa edildiği görülmektedir. Açılan yeni yerleşim alanları nüfus artışlarına neden olduğundan sorunlar da katlanarak büyümüştür. Geçtiğimiz aylarda Kanal İstanbul güzergahındaki tarlaların imar planlarında aniden değişiklik yapılarak lüks konut ve ticaret alanı olarak tescil edilmeleri de, aynı amaca yöneliktir. AKP, iktidarını sürdürmek için inşaat sektörü üzerinden spekülatif rant ekonomisini canlı tutmak zorundadır.

Ekosisteme uygun planlama

İstanbul gibi nüfusu 15,5 milyona ulaşmış bir şehirde neredeyse nüfusun yarısının [2] her gün evle iş arasında yaptığı zorunlu yolculuklar için zaman ve para harcaması hiç akılcı değildir. Şehirdeki toplu yaşamı düzenlerken nüfus hareketliliğini azaltacak bir  planlama yapmak, yurttaşlar üzerindeki ekonomik ve psikolojik yükün yanı sıra aşırı kalabalıklaşmayla oluşabilecek asayiş ve trafik gibi sorunların da hafifletilmesini sağlayabilirdi. Ancak sağ iktidarların rant ekonomisi uğruna yıllardır ‘ihanet ettiği’ İstanbul’da halk, çarpık şehirleşmenin neden olduğu çözümsüz sorunlarla boğuşmayı sürdürüyor. Ülkeyi, şehir planlama uzmanlarını ve çevre mühendislerini en az inşaat mühendisleri kadar sevenler yönetebilseydi metro hatlarının uzatılıp yaygınlaştırılmasına gerek bile kalmazdı. Bu süreçte, çevre ve şehircilik bakanlıkları da iş yerleriyle konutları birbirine yakınlaştıran insan ve kamu odaklı nazım imar planları hazırlar; bunları titizlikle uygulardı. Evden işe giderken birkaç aktarma yapmak zorunda kalan milyonlar ise sadece tatil günlerine özgü uzun yolculuklarla doğal ve tarihi dokusu korunmuş bir şehrin keyfini çıkarabilirdi. Böylelikle toplumsal hafızanın körelmesi de önlenmiş olurdu.

Aşırı kalabalıklaşmayı engellemek için şehirdeki günlük rutini minimal yaklaşımla düzenlemenin önemi, salgın sürecinde çok daha iyi anlaşılmıştır. Bundan sonra ekonomik ve toplumsal yaşamı, inşaat rantına değil ekosisteme göre tasarlamak, sürdürülebilir bir dünya için zorunluluktur. Ayrıca depremin çürük binaları yıkmasını beklemeden ivedilikle yenileme ve güçlendirme çalışmalarına  başlamak, hem insanların güvenli barınma hakkına, hem de enkaz altında hayatlarını yitiren tüm yurttaşların anısına saygının gereğidir. Başta şahsım devletinin dayattığı Kanal İstanbul olmak üzere diğer çılgın projeler mutlaka durdurulmalıdır. Ekosisteme ihanetin bedelini ne yazık ki masum insanlar ödemektedir. Sıfırdan başlamayı sevenlerin betonlaşmaya dayalı rant paradigması, insanlığın evi olan dünyamız için en büyük tehdittir.

[1] http://www.melihersoy.com/wp-content/uploads/2018/03/planlama-kuramlari.pdf

[2] https://www.birgun.net/haber/ibb-sozcusu-murat-ongun-toplu-tasima-kullanimi-90-a-yakin-azaldi-295623