"Üzgünüz, size ulaşamadık" kime ulaşıyor?

Loach’un sınıftan kaçışın hâlâ sona ermediği bir dönemde, ısrarla sınıf filmleri çekmesi hepimizin faydasına. Filmlerini beğenir beğenmeyiz ayrı konu; ancak “meselesi olan” filmlere bu kadar da kolay şekilde “didaktik”, “propagandif”, “kör göze parmak” gibi lafları, negatif eleştiri olarak yapıştırmayalım artık n’olursunuz…

Kaan Kavuşan

 

UYARI: Yazı çözümleme amaçlı olduğundan, filmi izledikten sonra okumanızı tavsiye ederim.

İşçi sınıfı neredeyse sanayi devriminden bu yana hem patronuyla hem de onun müşterilerinin talepleriyle uğraşıyor. Sadece bu değil tabii, aynı zamanda kendi isteği dışında, hep zamana karşı da yarıştırılıyor. Geçtiğimiz yıllarda fabrikada parça başı üretim verimliliğini arttırmak için elini prese kaptırıyordu; şimdiyse motosiklet sırtında yemek yetiştirmek için asfaltlarda dizlerini paralıyor. Hizmet sektörünün daha az fiziksel tehlike içeren kollarında bile bu zamanla yarışma hâli ile sağlık riskleri aynı orantıyla gelişiyor. Reel sosyalizmin geri çekilişiyle, “esnek çalışma saatleri” rejimi, sömürüyü arttırmak için bizi içinden çıkamayacağımız bir stres ve iş trafiğinin içine sokuyor. Ya iş eve geliyor ya da eve posamız geliyor. Bugün dünya, böyle bir dünya. Ken Loach’un son filmi “Üzgünüz, Size Ulaşamadık”taki karakterler de böyle bir dünyanın içinde yaşayan proleter fertler.

Filmin, “hakikat-sonrası çağının” tüm iş dünyası palavralarını içeren açılış sahnesi, bize ne izleyeceğimizin ipuçlarını veriyor en başından. Az önce bahsettiğimiz ailenin babası Ricky, bir kurye “bayiliğini” almak için iş görüşmesinde. İşin niteliğine daha sonra değiniriz ancak şuradan başlayalım: Ricky, günümüzün proleterlerinin çoğu gibi adeta bir İsviçre cep çakısı; inşaatlarda temel ve çukur kazmış, kanalizasyonda çalışmış, taş döşemiş, tesisatçılık yapmış, peyzajcı ve marangoz olmuş, hatta mezar kazıcı olarak bile hayatını kazanmaya çalışmış. Şimdi niye bu şirketle iş görünmesinde derseniz, patronların ve liberallerin iddia ettiği gibi iş beğenmediği için değil. Hâlâ kirada oturduğu, krizler hep ilk onu vurduğu ve çalıştığı işlerin hiçbirinden hayatını geçindirecek kadar kazanmamış olduğu için. Fakirlik deyince aklına Charles Dickens romanlarındaki gibi ayakları çıplak, yüzleri kir içinde, bir lokma için dilenen çocuklardan başkası gelmeyenler için anlaşılmaz olabilir tabii ancak Ricky’nin insan gibi yaşayabilmesi için ileriye doğru bir adım atması gerekiyor. Çünkü onun açısından: “Artık böyle yaşanmıyor.”

ESNEK ÇALIŞMA SAATLERİ

Çalışma modeline gelirsek, işveren başlıyor kişisel gelişim kitaplarından öğrenilmiş sözleri sıralamaya: “Bizim için çalışmıyorsun, bizimle çalışıyorsun”, “Seni işe almıyoruz, bize katılıyorsun”, “Kendi dağıtım işini kendin yöneteceksin, kendi kaderini kendin belirleyeceksin”… Tabii sonra baklayı da ağzından çıkarıyor: “Maaş yok, teslimat başı ücret var”, “Mesai saatleri yok, her an müsait olacaksın”, “Aracı kendin de alabilirsin, bizden de kiralayabilirsin.” Son üç cümle bir soygun modelini anlatıyor zaten. Ricky sabit bir geliri ve sosyal hakları olmadan çalışmak, daha iyi bir hayat yaşamak için de ciddi şekilde borçlanmak zorunda. Ya bir kere borca harca girdikten sonra kendi aracını alıp bir-iki sene günde 14 saat çalışarak düzlüğe çıkmayı umacak ya da her gün fahiş araç kirası ödeyecek ve hayat standartlarını geliştiren hiçbir değişiklik yaşanmayacak. Model bu, düzen bu. Demek ki eski işlerinde zaten geçinemeyen Ricky’nin insanca yaşaması için yeni işinde borçlanması lâzım. Ona anlatılana göreyse, kendi işinin sahibi olacakmış da ne kadar çalışırsa o kadar kazanacakmış. E, alıyor bir minibüs zavallı Ricky de. Kurtulması lazım.

“Bu parayı nereden buldu?” diyebilirsiniz. Biraz senet-sepet bir de “freelance” hasta bakıcı olarak çalışan karısının işinde kullandığı arabasının satışından geldi. Eşi Abbie de aynı Ricky gibi zamana karşı yarışan işçilerden. Günde 7-8 eve uğrayıp yaşlı ve bakıma muhtaç insanların ihtiyaçlarını gideriyor. Her ikisinin de sırtında patronlarının ve müşterilerin kırbacı var. Ama Abbie artık işe otobüsle gitmek, uğrayacağı evlere zamanında varmak için sıkı bir program yapmak zorunda.

KAPİTALİZMİN ÇEKİRDEK AİLEYE ETKİSİ

Ailenin diğer iki mensubuysa abi Seb ve kız kardeş Liza. Seb sürekli okulu asan, başını belâya sokan, çizdiği grafitilerle düzene olan öfkesini yansıtmaya çalışan bir sanatçı sayılabilir. “Üniversiteye gitsem ne olacak ki?” diye sorduğu bir sahne var babasına: “Çağrı merkezlerinde çalışıp, her hafta sonunu sorunlarımı unutmak için içerek mi geçireyim?” Görünen o ki Seb, düzenin nasıl işlediğinin ve üniversite mezunu olmanın refah garantisi anlamına geldiği 60’larda yaşamadığının farkında. Bir çıkış göremiyor, biraz boş vermiş o yüzden hayata. Liza ise o küçük yaşında evin “akil insanı” olmak zorunda kalmış, babasına “dur yapma”, ağabeyine “okula git” diyen, erken büyümüş bir kızcağız. İşçi Partisinin seçim öncesi hazırladığı videolarda ondan onlarca vardı. Bunun, küçücük bir bünyeye vereceği yükü de modern dünyanın psikoloji uzmanlarının ayrıca tartışması gerek herhalde.

Aile, zamanın para demek haline geldiği böyle bir ortamda, birbiriyle sadece 1-2 saat görüşebiliyor. Oysaki baba da anne de çocuklarına iyi birer rol model olmak istiyor. Ama gelin görün ki hayatın kavgası onları TV başında uykuya düşürüyor, çocuklarıyla iletişimlerini koparıyor. Yapmak istememekten, boş vermişlikten değil, gerçekten yapacak zamanı olmamaktan. Sağcıların savunduğu kapitalist düzen, savundukları “kutsal” çekirdek ailelerini de atomlarına ayırıyor başka bir deyişle.

Ricky’nin borçları kapatmak için uyması gereken çalışma sistemi onu borçlandırmıştı, bundan bahsetmiştik. Film ilerledikçe, işi aksatmaması gerektiği çünkü kendinden çok olduğu hatırlatılmaya devam ediliyor. Bugün kimilerinin iddia ettiğinin aksine, 3 kere rapor alıp işe gitmezseniz büyük ihtimalle işten ilk şutlanacak olan siz olursunuz. Ricky bunu bilenlerden.

EMEKÇİYE DÜŞEN: BORÇ

Öte yandan, paketler yerine zamanında ulaşmalı ki Ricky parasını alabilsin, borcunu ödeyebilsin. Borcu olduğuna göre, iki kat fazla çalışmalı ki ailesinin karnını doyurabilsin. Böyle bir işte çalışırsa, insan, dersleri kötü giden çocuğunun müdürüyle görüşemez, oğlu polis karakoluna düştüğünde ancak iş yerinin kestiği cezaya rağmen yanına gider, eğer başına bir şey gelirse hastanede bekleyemez. Çünkü Ricky gibilerin borçları, patronları gibi ait oldukları sınıfın devleti tarafından silinmez. Tüm bu döngü, aynı zamanda Ken Loach sinemasını, burjuva kimlik bulanımı filmlerinin tam karşısına koyar. Evladı şımarıklıktan okulu kıran burjuva babanın yerini, okula dair umudunu kaybetmiş evlâdı ile işçi bir baba alır. Kariyerist olduğu için çocuğunu ihmal eden annenin yerini, çok çalışmak zorunda olduğu için çocuğu ellerinin arasından kayıp giden anne alır.

Film boyunca, tüm bunlar olup biterken ailenin hem fiziki hem de psikolojik durumu kötüye gidiyor haliyle. Ken Loach da modern Avrupa’nın amentüsü Dekartçı dualite anlayışına (ruh/beden ikiliği) yüz vermeden, materyalist bir yöntemle kapitalizmin işçinin her zerresine saldırdığını bir kez daha gösteriyor. Hayaller kâbusa dönüşürken proletaryayı kıskaçlarının arasına alan kapitalizm, bize neredeyse bir belgesel estetiğiyle anlatılıyor. Daha önemlisi Loach, Üzgünüz, Size Ulaşamadık’la endüstriye, festivallere, sinefillere değil; sınıfa ulaşmaya çalışıyor ve film, kuvvetli bir işçi sınıfı hareketinin yokluğundaki gidişata uygun bir şekilde de sona eriyor.

LOACH ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE BİR EK

Yazının aşağı yukarı buralarda bir yerde, iki-üç bağlayıcı cümleyle bitmesi gerekiyordu aslında, ancak bir şeye değinmeden edemeyeceğim: Son dönemde Loach’un kendini tekrar ettiği (sınıf filmi çektiği diyelim biz ona), bazı sahnelerinin aşırı ajite edilmiş olduğu, her şeyi olduğu haliyle gizlemeden saklamadan gösterdiği, “didaktik” olduğu (ki bu niye bir eleştiri, orasını anlamış değilim) hatta çağ dışı olduğu tarzında eleştiriler var. Sormak lazım, bunca adaletsizliğin eşitsizliğin olduğu noktada, birinin güncel sorunları böyle bir ısrarla anlatması nasıl çağ dışı olabilir? Yok, eğer demode olmaktan bahsediliyorsa, senelerdir işçi sınıfı filmlerinden entelliğe zeval veren bir öcü gibi kaçılırken, bu filmlerin sayısı dramatik şekilde düşmüşken bu anlayış nasıl demode olabilir? Bir yönetmenin açıktan hatta zaman zaman kör göze parmak “kapitalizm böyledir” demesi veya didaktik olmasından daha doğal ne olabilir?

Zannımca şurası kesin; Loach’un sınıftan kaçışın hâlâ sona ermediği bir dönemde, ısrarla sınıf filmleri çekmesi hepimizin faydasına. Filmlerini beğenir beğenmeyiz ayrı konu (burada estetik kaygılar, oyunculuklar vs. birçok şey devreye girebilir elbette) ancak “meselesi olan” filmlere bu kadar da kolay şekilde “didaktik”, “propagandif”, “kör göze parmak” gibi lafları, negatif eleştiri olarak yapıştırmayalım artık n’olursunuz…