Utanmayı unutmak

İktidar adayı muhalif partiler, ahlaken çürümüş patolojik bir kitleyi yeniden sağlığına kavuşturmak için neler yapacağını seçim bildirgelerine mutlaka eklemelidir.

Hırsızlık, dolandırıcılık, görevi kötüye kullanma, rüşvet, irtikap, zimmet gibi hukuka aykırı fiiller, Türk Ceza Kanunu’nda ‘yüz kızartıcı suçlar’ başlığı altında yer alıyor.

Günümüzde yüz kızartmaya yetmeyen bu tür suçlara ait mevcut başlığın pek bir hükmünün kalmadığı anlaşılıyor. Örneğin Sayıştay raporlarına göre müzelerden kaybolan eserler, ilgili bakanlık tarafından engelli kontenjanından engelli olmayanlara yapılan ödemeler ya da zamanında teslim edilmeyen enerji tesislerinin şehir hastanelerini zarara uğratması gibi birçok konuda, ayrıcalıklı faillere hiçbir yaptırım uygulanmıyor. Yasalar ve etik kurallar iktidar eliyle sistematik olarak çiğnendikçe kamuoyunda sorumlulara hesap sorulamayacağına dair önyargı kalıcı hale geliyor. Bu bağlamda, uyumlu toplumsal ilişkilerin dayanağı olan adalet duygusu ve ortak değer yargıları aşınmaya uğruyor.

1980’li yıllar, siyasette utanma duygusunun unutulmaya başladığı bir milat olarak kabul edilebilir. “Benim memurum işini bilir”, “Anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz” gibi sözleri, etik dışı siyaset literatürüne kazandıran Turgut Özal, emeği ve alın terini değersizleştiren köşe dönmeci anlayışın da babasıdır. Popülist sağ iktidarlar eliyle topluma sirayet eden etik yozlaşma, utanabildiği için yüzü kızaranların devrini kapatmıştır. 2000’li yıllarla birlikte ibadet ritüellerine odaklı, ahlaktan bihaber yasakçı din anlayışı, AKP’nin siyaset mühendisliği projesi olarak toplumu etkisi altına aldı. İktidar, diline pelesenk ettiği ‘kutsal dava’ kavramına sığınarak işine gelen her türlü hukuk ve etik dışı kötülüğü mubah saydı. Seçmen yığınları ise kendini sürekli yalanlayan söylemlerine karşın Muktedir’i yıllardır ödüllendirmekten vazgeçmedi. Medyanın çeşitlendiği ve yaygınlaştığı iletişim çağında ortaya dökülen çok sayıda kanıta karşın üç maymunu oynayan güruhu, hem ahlaki, hem de psikolojik açıdan değerlendirmek gerekir.

Seçim kazanmak uğruna hile yapanı, yalan söyleyeni, rakiplerine hakaret ya da iftira edeni, ‘siyasetin gereğidir’ diye hoşgörüyle karşılamak, toplumdaki çürümenin sonucudur. Eski Türkiye’de skandal olarak görülebilecek çok sayıda olayı sıradan hale getiren yeni Türkiye, hiçbir şey olmamış gibi kulağının üzerine yatan pişkinleri bir türlü utandıramıyor. İşte bu nedenle iktidar adayı muhalif partiler, ahlaken çürümüş patolojik bir kitleyi yeniden sağlığına kavuşturmak için neler yapacağını seçim bildirgelerine mutlaka eklemelidir.

Bu döneme damgasını vuran ‘çalıyor ama çalışıyor’ söylemi, ‘bal tutan parmağını yalar’ atasözünün adeta güncel karşılığı gibidir. Çalışkan yöneticinin çalma hakkını meşru kılan söylemlerin sahibi olan atalarımız ibretle anılmalıdır. Günümüzde hukuk ve etik dışı davrananlara yönelik ‘bunlar torunlarının yüzüne nasıl bakacak?’ sorusunu, ünlü bir atasözünden esinlenerek ‘dedesine bak torununu al ’ biçiminde yanıtlamak mümkündür!

İki yüzlü ahlak anlayışı

İktidarın hukuk ya da etik dışı bir çok uygulaması, ne yazık ki insan yığınları nezdinde işbilirlik, uyanıklık, kurnazlık olarak görülüyor. Bu durum, ‘imam yellenirse cemaat altına pisler’ olarak zarifleştirdiğimiz bir başka atasözümüzü de doğruluyor. Gerçekte şark kurnazlığının, ufak tefek çıkarların peşinde koşarken büyük kayıplara neden olabileceği öngörülemiyor. Örneğin imar affı gibi iktidarların verdiği küçük rüşvetlerden fayda sağladığını düşünenler, büyük bir depremde malından hatta canından olabileceğini gözardı ediyor.

Öte yandan etik davranış kurallarını, yasaları, hatta anayasayı yok sayan bir iktidarın halktan yasalara uygun davranmasını beklemesi de adil değildir. Toplumsal davranış kalıplarının öğrenilmesinde statü sahibi rol modellerin edimleri büyük önem taşır. Kuralların uygulanmasını denetlemekle görevli bir trafik polisi, aracını kullanırken sinyal vermeden dönüş yaparsa sürücüler de sadece trafik polisini görünce sinyal verme zorunluluğu hisseder. Salt cezadan korktuğu için kurala uymak, insanları kuralın amacını sorgulamaktan alıkoymaktadır. Bizim gibi yarı geleneksel toplumlardaki en büyük sorun, rol model konumunda olanların makamdan aldıkları gücü, keyfi biçimde kullanmalarıdır. Gücü, gücü yetene yaklaşımı aile, okul, iş ortamı gibi tüm toplumsal birimleri ahlaken zehirlemektedir. Hiyerarşiye dayalı otorite ilişkileri, toplumda iki yüzlü ahlak anlayışını meşru hale getirmiştir.

Demokraside ümmet olmaz

Topluma insanca hitap eden mütevazı liderleri küçümseyenler, Stockholm sendromunda açıklandığı gibi kendini rehin alan nobran liderlere biat etmekte sakınca görmüyor. Bu patolojik durumu yaratan psikososyal ve ekonomik etkenler, halkı ümmet ya da tebaa olarak gören otoriter yönetimlerin antidemokratik tavrıyla biçimleniyor. Osmanlı’dan sonra kurulan ulus devlette aristokrasi artığı kullar, yönetenler için sandığa atılan oy sayısından öte hiçbir anlam taşımadı. Ana muhalefet liderinin, ihlal edildiğini sıklıkla yinelediği ‘kul hakkı’ kavramının demokratik sistemlerdeki karşılığı, insan hakkıdır. Gerçekte kul, efendisi tarafından kendine bahşedilen hakkına razı olandır. Modern toplumun bireyi ise örgütlü bir mücadele sürdürürse haklarını geliştirebileceğinin farkındadır. Dolayısıyla insan haklarına ve sınıf ilişkilerine içkin yurttaşlık bilincine sahip olmayanlar, iktidarlar tarafından kul, tebaa, ya da ümmet olarak görülür. Yine de yerli ve milli olduklarını söyleyenlere ümmeti değil, ulus devleti simgeleyen milleti temsil ettiklerini anımsatmak gerekir. Ülkedeki anakronik siyasal düzlem, birey odaklı modern devletin millet anlayışıyla da, demokrasi idealiyle de çelişmektedir.

Çağdaş dünyada bireylerin ülkeyi yönetenlere ram olması değil, hesap sorması olağan karşılanır. Hem suçlu, hem güçlü olmanın lüksünü yaşarken utanmayı unutanlar, kırbaçla ele geçirdikleri yalancı saygınlıklarıyla avunurlar. Oysa sahici saygınlık için iyi bir rol model olmaya çabalamak yeterlidir.