Tülin Tankut yazdı | "Bir Başkadır": Kayıtsız kalınamayacak bir dizi

Diziyi beğenenler çoğunlukta; beğenmeyenler arasında soldan gelen eleştiriler var, ki katılmamak mümkün değil.

Tülin Tankut yazdı |

Tülin Tankut

Berkun Oya’nın yazdığı ve yönettiği, ülkemizin tanınmış oyuncularının yer aldığı Netflix dizisi “ Bir Başkadır”, son günlerde kendinden epeyce söz ettirmeyi başarmış görünüyor. Diziyi beğenenler çoğunlukta; beğenmeyenler arasında soldan gelen eleştiriler var, ki katılmamak mümkün değil.

Ancak madalyonun bir de öbür yüzüne bakalım: Küreselleşme eğitim, yaşam tarzı, kültür- sanat, siyaset v.b. yaşamın her alanında değişiklikler yarattı. Sermaye çevrelerinin çıkarlarına hizmet eden bir kültürel bağnazlık tırmanışa geçti. Sanatın bundan etkilenmemesi beklenemezdi. Postmodernizmin “sonsuz anlamlar takıntısı” eleştiri kurumunu gereksiz kıldı. Sanatçı gözlemci konumuna itildi.

Sanatını icra ederken haliyle açıklamadan betimlemeye yöneliyor; izleyici üzerinde sarsıcı bir etki bırakma olasılığı azalıyor. Sol görüşlü izleyici, toplumsal bağlamları öne çıkarmak yerine yapıtı eksik bırakacak, izlenimlere dayalı yaklaşımla neden yetinsin?

Peki, sanatçı günümüzde politik bir dizi yapmanın koşullarını bulabiliyor mu?

Denilebilir ki, kapitalizmi yıkıp yeni bir sistem kurmak için siyasi bir irade gerek. Henüz bu olanak ufukta görülüyor mu, görülmüyor mu meselesi siyasi bir tartışma konusu. Kuşkusuz sanatçıya akıl vermek kimsenin haddi değil ama dünyada ve ülkemizde örgütlü muhalif hareketlerin giderek nasıl canlandığını da gözden kaçırmamak gerek. (İnternette dünyanın her yerindeki halk hareketlerinin gücüne tanık olmuyor muyuz?)

“Bir Başkadır” ise Türkiye’ye özgü, kutuplaşmaya varan kültürel ayrışmayı sorun ediyor. Somut toplum yapımıza bakarsak; birden çok üretim tarzının eklemlendiği bir bütün. İstikrarsız bir yapı. (İzleyicilerin çoğunun Bir Başkadır’ın devamını, “benim memleketim”, diye tamamlaması rastlantı değil.) Bu dağınık yapı kültür- sanata, siyasete de damgasını vuruyor. İstanbul’da geçen dizide; yalıda, rezidansta yaşayanı da var, kent merkezine uzakta, kasaba yaşamı sürdüren de.

Neoliberalizmin çokkültürlülük kavramı, siyasette “ötekileştirme” amacıyla kullanılıyor. Berkun Oya ise bu oyuna gelmiyor. İletişimsizliğe karşı diyalog kurmayı öneriyor. Çünkü iletişimsizlik, çözüm yolu olarak şiddete baş vurulmasına yol açıyor. Kısacası Berkun Oya sinemayı, diziyi eğlenceye indirgeyen, izleyici üzerinde gelip geçici bir etki yaratan, kolay tüketilen egemen anlayışa karşı atağa geçiyor. Eleştirel bakış açısına sahip bir sanatçı olduğundan dizi, dönüştürücü öğeleri barındırıyor; ki biz izleyicilere de bunları bulmak düşer.

Karakterlere gelince; sisteme sorun olmayan, tam tersine sistemin sürdürülebilirliğine yardımcı olan kişiler…Sermaye kesiminden, siyasetle uğraşan kimse yok aralarında. Her biri, toplumdaki konumuna göre yaşamla farklı bir ilişki kurmuş. Ortak özellikleri iletişim zorluğu çekmeleri.

Kendi seçtikleri yaşamı değil, kendilerine dayatılanı yaşadıkları için sorunlular. Neoliberalizmin belirtilerini taşıyan, eril zihniyetin biçimlendirdiği kadınlar ve erkekler. Kadınlar erkek vesayeti altında: baba, ağabey, koca … Yazar- yönetmen, karakterlerin özel alanda yaşadıkları sorunları görünür kılmaya çalışıyor; tabular, mahremiyet, şiddet gibi bireyi kıskıvrak yakalayan tüm olumsuzlar orada çünkü.

Önce Meryem’i tanırız. Rezidansta yaşayan Sinan’ın gündelikçisi. Bayılma sorunu nedeniyle psikiyatrist Peri’nin muayene odasında görürüz onu sonra. Duyargaları dünyaya ve gelişmeye sonuna kadar açıktır genç kızın. Terapiyi de sohbet gibi algılar. Zekidir. Peri onun karşısında kendini yetersiz hisseder. Aslında kültürel kökenli suçluluk duygusu içindedir. Yalıda ömür süren, “totaliter elit”in temsilcisi annesinin ayrımcılığı yüzünden. (Kadının, yalıdaki hizmetlilerin isimlerini karıştırıp bunun önemsememesi bile Peri’nin psikolojisini bozmaya yetmektedir.) Ailesiyle özdeşleştirdiği toplumla uyum sağlayamamaktadır Peri.

Meryem’in ağabeyinin eşi Ruhiye hastadır. Yasin ile evlenmeden önce başından bir tecavüz olayı geçmiş, Yasin’in iyi niyetle söylediği tecavüzcünün öldüğü yalanıyla genç kadının bastırmaya çalıştığı travması nüksetmiştir. Belli ki bir gün onunla hesaplaşacağı umuduyla ayakta durmaktadır.

Herkesin akıl danıştığı Hoca, Almanya görmüş, dünyevi zevkleri –karavanı var- olan, yumuşak huylu bir adamdır. Kendisinden beklenen rolü oynar. Saygınlığını koruma adına duygularını dışa vuramaz, çok üzüldüğü karısının ölümünde bile. Kızı Hayrunisa, dinsel inancı yaşamını yönlendirse de evde babasından gizli Batı müziği dinler, dans eder. Annesi , babanın duymasından korkar ama sesini çıkarmaz.

Rezidans erkeği Sinan, ilişki kurduğu kadınlara cinsel nesne olarak bakar, onlarla iletişime girme gereği duymaz. Geleneklerle yoğrulmuş alt yapısı da buna uygundur zaten. Ancak sonuçta terk edilmeyi hak eder.
Psikiyatrist Gülbin Kürt kökenlidir. Ablasıyla arası bozuktur. Onun muhafazakârlaşmasını (sonradan kapanmasını) hazmedemez. Ablası da onun kendisini aşağıladığı, horladığı inancı içindedir. Saç saça baş başa kavga ederlerken, engelli erkek kardeş acı çeker; bu haliyle baskı ve şiddete karşı olanların engellenmesini getirir akla. (Aile içinde yaşanan dram, siyasi yorumlara da oldukça açık.) Aslında, arabasını kullanırken Abla’nın mutsuz olduğu yüzünden okunmaktadır. Gülbin’se, kavga sırasında bile onu sevmek istediğini söylemekten vazgeçmez. Şiddetsiz bir iletişimin sağlanması vurgusu bu bölümde de belirgindir; inanç ve kültür üzerinden yaratılan ayrışma/ kutuplaşma, kadınları şiddet gibi yaşamsal bir sorunla karşı karşıyayken bölmemeli, denilmektedir. Kadınlar, güçlerini birleştirdiklerinde yönetimleri zorlayabiliyorlardır çünkü.

Son bölümde kişiler, aydınlanma yaşarlar. (Biraz hızlıca da olsa.)

Erkekler de kadınlar da değişmek zorunda olduklarını kabullenirler. Meryem toplumdaki yozlaşma eğilimlerini fark etmiştir, buna karşı direnç gösterme çabası içindedir. Sinan’a duyduğu platonik aşkı tavsar. Cinselliğini uyandıran Hilmi’ye meyleder. O da kendisi gibi geleneksel, dinsel değerlerle yetişmiştir ama o değerlere körü körüne bağlı değildir. (Meryem’in ismini Hilmi’den duyduğu Jung’u unutmayıp psikiyatrisine sorması manidardır.)

Ruhiye’nin “deliliği” kurtuluşuna gebedir. Hayatta olan tecavüzcüsüyle yüzleştikten sonra iyileşir. Tabii, buna yüzleşme denilebilirse… Sefalet içinde, yaşamının düzeleceği umudunu yitirmiş çoluk çocuk sahibi bir adam gençliğinin, toyluluğunun, cahilliğinin kurbanı olduğunu söyleyerek elindeki tabancayı kadına uzatarak kendisini cezalandırmasını ister. Kadının yaşamını karartan tecavüz olayını çok çabuk atlatması, dizinin tartışmayı en çok hak eden bölümü… Tecavüzün üstü örtülüyor algısı yaratılıyor. İnsanlıktan çıkmış zavallı bir adama el kalkar mı?!

Yasin ve Ruhiye, karı –koca, birbirlerine açılırlar ve “yeniden başlama” kararı alırlar.

Neoliberal bireyciliğin simgesi Sinan, gerçek yaşamda aradığı cinsel eşi bulamayınca teselliyi , Meryem’in banyoda bıraktığı yemenisinde arar. Onu terk eden kadınlardan Gülbin ve dizi oyuncusu Melisa ise, toplum baskısını aşıp kendi yaşamlarını kurmaya çalışmaktadırlar. Ama ikisi de bu zorlu arayış sırasında özdenetimi yitirmiş değillerdir. Berfun Oya , burada da izleyiciye verili cinsiyet rolleri üzerine düşünmesi için kapı aralıyor. Geriye çağdaş kadının toplumdaki yeri, sorusunu bırakarak.

Dansta başkaldırıyı bulan Hayrunisa anlayışlı, iyi kalpli annesinin ölümünden sonra artık aileye ihtiyaç duymadığından altın kafesinden çıkar ve ekonomi okuyacağı Konya’ya döner. Otobüste onu kız arkadaşıyla birlikte görürüz. İçlerinde dönüşümü en zor yaşayan karakter odur. (Bu karakter için Hayrunisa’nın seçimi , bu tür ilişkiler üst katmanlara mahsustur, önyargısını kırmak için olsa gerek.)

Kızı tarafından terk edilmek Hoca’nın ağırına gider. Finalde karşısındaki kişiye Hayrunisa’nın evlatlık olduğunu söyleme ihtiyacı duyar (!) Böylece o neredeyse kusursuz adam hakkındaki ilk izlenimimiz değişir. Onun yumuşak biri olması kişilik özelliğidir. Hayrunisa’nın kendi sulbünden – öz kızı – olmayışıyla kendini rahatlatması, ideolojik belirlenmişliğini ortaya koyar.

Dizide yaşam deneyimleri sergilenirken izleyici bundan yararlanabiliyor mu, sorusu önemli. Umarız izleyici üzerinde güçlendirici bir etki bırakıyordur.

Özetle; diziler toplumsal bir ihtiyaç haline geldi. Eleştiri kurumu gözden düşürülmeye çalışılsa da “dizi incelemesi” onun yerini tutmaya çalışıyor. Bunlar arasında nitelikli olanların sayısı da artıyor. Örneğin yönetmen Tufan Şimşekcan, “Bir Başkadır”daki simgelere dikkat çekiyor: Hayrunisa’nın aynaya bakarken aynanın kenarındaki tavşan resminin, Alice’in tavşanına gönderme olduğunu, hurma ağacına konup kalkan kargaların sırrını, çokomel, kahve metaforu gibi daha pek çoğunu videosunda izleyicisiyle paylaşarak diziyi estetiksel açıdan değerlendiriyor.

“Bir Başkadır”ın üzerinde bu kadar konuşulup tartışılması bile iletişimsizliği kırması açısından önemli değil midir?

Bu kez karakterler, muhalif hareketlerin ulaşamadığı kesimlerdendi. İzleyici desteği olduktan sonra bu kısıtlılık da ortadan kalkacak, politik dizilerin de önü açılacaktır.