Tarihsel TKP üyesi İlhan Özdemir: Komünistlerin olmadığı yaşamda, politika, kültürel yaşam çoraklaştı

"TKH bu mücadeledeki kararlı ve inançlı tavrını, 100 yıllık geçmişten alıyor ve yeniden Atılım heyecanı ile TKP’nin şanlı mücadele geleneğini bugünlere taşıyor. Komünistler bu çağırıya halkın örgütlü mücadelesiyle yanıt vereceklerdir."

Tarihsel TKP üyesi İlhan Özdemir: Komünistlerin olmadığı yaşamda, politika, kültürel yaşam çoraklaştı

Türkiye’de komünist siyasetin yüzüncü yılına girerken, Tarihsel TKP ve TİP üyeleriyle gerçekleştirdiğimiz röportajlarımıza devam ediyoruz. Tarihsel TKP ve Birinci TİP üyesi İlhan Özdemir ile mücadelenin dünden bugüne gelen noktalarını konuşurken, 100. yılında komünistlerin yapacaklarına da değindik.

Öncelikle merhaba. İşçi sınıfı mücadelesiyle tanışmanız ve sosyalist harekete katılmanız 60’lı yılların sonuna rastlıyor. Bu mücadeleye katılmanızdan biraz söz eder misiniz? Hangi etkenler sizi sosyalist harekete yakınlaştırdı?

1952 yılında. Söğüt Yeşilyurt köyünde doğmuşum. Menderes iktidarının pilot köylere traktör dağıttığı, köyden kente göç dalgasının başladığı yıllarda, babamın Eskişehir’de Devlet Demiryollarında işe başlamasıyla, işçilerle ilk tanışıklığım başladı. Yıl 1958/9 olmalı.

Buharlı lokomotifler arasında, yol bakımda; kışın ayazında, yazın sıcağında işçilerin çalışmalarını izlerdim uzun uzun. O yıllarda, işe gelişte ve işten çıkışta Eskişehir caddelerini kaplayan, binlerce işçiden oluşan bisikletli işçi ordusunu ve işçileri çağıran-paydos eden fabrika sirenleri belleğimde yer etmiş, bu nedenle yinelemeden geçemeyeceğim.

Bu bakımdan işçi sınıfının içinde dünyaya gözümü açtım diyebilirim.

Daha sonra babamın memuriyete geçişi ile birlikte başlayan sahil kentlerini dolaşma serüvenimiz bizi 1962’li yıllarda İzmit-Tütünçiftlik köyüne (Şimdi Körfez ilçesi) İPRAŞ (şimdi TÜPRAŞ)rafinerisinin kuruluşuna götürdü. Başı çelik kasklı mavi tulumlu, “gavurca” konuşan birileri, sarı Caterpillarlar ile oyuncak gibi oynuyor, güzelim kiraz bahçelerini dümdüz tarlaya dönüştürüyordu. Bu sürecin ardından; bacalarında alevler tüten, dayanılmaz çürük yumurta kokuları salan dev rafineri faaliyete geçmişti.

Çocukça düşüncelerle; bir yandan üzülüyor, bir yandan da köylülerle birlikte; köye elektrik su gelecek, iş olanakları olacak, köy kalkınacak diye seviniyorduk.

Bir süre sonra; köy meydanında, berberde, kahvehanelerde, yeni kurulan-kurulmuş, çeşitli fabrikalarda çalışan işçilerden (Türk Kablo, Tarım Koruma, Yarımca Gübre, Petkim vb.) fabrika hikâyeleri dinlemeye başladık. Kimi pek mutlu, kimi yakınmacıydı. İlk kez işçilerden sendika sözcüğünü o yıllarda duydum.

Biraz fazla uzattığımın farkındayım, fakat bu çocukca anılar, Türkiye’nin sanayileşmesi ve işçi sınıfının ilk oluşumuna tanıklık olması bakımından değerlidir bence.

“UNUTULMAZ ZONGULDAK, BENİM İÇİN DÖNÜM NOKTASIYDI”

Ancak benim için unutulmaz Zonguldak kenti, yaşamımın dönüm noktasıdır diyebilirim. Yağmurlu ve kara-gri bir 1968 yılı Nisan sabahı, Eskişehir’den geldiğimiz otobüste, Çelikel Lisesi önünden geçen yol üzerinden ilk kez gördüğüm Zonguldak panaroması; Liman, Lavvar dedikleri kömür öğütme ve temizleme tesisleri, bana hemen, okuduğum romanlardaki işçi sınıfı kentlerini anımsattı. Sanki Zola’nın Germinal romanının içinde gibiydim.

Kapuz semtinde kiraladığımız ev Fransız işletmeciler zamanında yapılmış işçi evlerindendi. Çok etkilenmiştim. Ertesi gün Çelikel Lisesi’ne kaydoldum.

Bu yıllar; Vietnam Savaşı’nın en sıcak yaşandığı, ülkede öğrenci ve işçi hareketlerinin de yoğunlaştığı günler. Ben de, her gün eve düzenli alınan Cumhuriyet gazetesinin başlıklarından, Ali Ulvi karikatürlerinden, “Gündemi” izler olmuştum. Şadı Alkılıç davası süreci hala aklımdadır…

O sıralarda, lise öğrencisiyim ve edebiyat merakım gelişiyor, kısıtlı harçlıklarımla kitap dünyasını da izliyorum. Okuduğum kitaplar arasında Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı, Nazım Hikmet’in “Kan Konuşmaz” romanları da var.

Bir gün babamın çevresinde gördüğüm ve Ruşen ağabey dediğimiz “Arap Ruşen” ile tanıştım. Ahmet Hamdi Dinler ’in dediği gibi, Ruşen Yaraş’a dokunan iflah olmuyordu! Öyle de oldu!

“BU SINIF MÜCADELESİDİR, İLERİDE ÖĞRENECEKSİN”

Ruşen Yaraş, büyük bir özenle ve sabırla bana ilk “incilerini” adım adım teslim etti ve bunu yaparken de;“Bu inciler sana emanet, sen de başkalarına ileteceksin, ama bu incileri hangi köşe bucağa, hangi çalının altına bıraktığını kimse bilmeyecek” derdi. Bunun ne demek olduğunu sorduğumda da; “bu sınıf mücadelesidir, ilerde öğreneceksin” demişti.

Bizim Radyo diye bir radyo var, dinle, demişti. Radyoyu ilk onun bekâr evinde dinledim.

Böylece TİP ile bağlantım başlamış oldu, ancak üye olamıyordum çünkü 18 yaşımı beklemem gerekiyordu. Cumhuriyet Caddesi üzerinde bulunan eski TİP binasında Çarşamba toplantılarına katılır oldum. Anımsayabildiğim ilk izlenimler; daha birkaç yıl önce öldürülmüş olan Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar üzerine anlatılanlar ve serigraf afişler oldu. Bir de tam bu sıralar Necmettin Giritlioğlu İzmir Aliağa işçilerinin direnişini örgütlediği sıralarda öldürülmüştü. Bunlar beni çok etkilemişti.

Bu toplantılardan “otokritik” üzerine; Nurdan Orpen’in tüm hayata yaklaşımımı derinden etkileyen ve belirleyen anlatımlarını unutamam. Bu kısa süre içinde, Çaycuma Kraft Kâğıdı fabrikasında saha tercümanı olarak çalıştım, değerli deneyimler kazandım. Kıyasıya verilen MDD / SD çatışmasında, sosyalist devrimci Emek grubunda yer aldım.

1969 yılında Eskişehir’e döndük ve ilk işim İl Başkanı Turgut Kazan ve İl Sekreteri Gündüz Mutluay ile tanışmak oldu, benim için ikinci büyük okul ve sınıf mücadelesi deneyimim 4.Büyük Kongre sonuçları doğrultusunda bu süreçte pekişti. Artık sınıf partisi olmuştuk.

Bu dönemde 18 yaşıma girer girmez TİP üyesi oldum. 12 Mart Muhtırası tutuklamaları ve partinin kapatılması süreci ardından askerlik görevimi tamamladım.

“TKP’NİN MARKSİZM-LENİNİZM VE ENTERNASYONALİZM VURGUSUNDAN ETKİLENDİK”

TİP’li yılların ardından TKP ile tanıştınız. O yıllarda devam eden çalışmalar var. TKP’nin ’73 Atılımı sonrası kurulan İKD, İLD, İGD gibi kitlesel örgütlenmeler var. DİSK içinde ve memurlar arasında yürütülen mücadeleler var. DİSK ve memurlar içinde yürütülen mücadeleler Birlik Dayanışmacılar olarak bugün biliniyor. Biraz bu kısmı açabilir misiniz?

TİP sıralarında gözümü dünyaya açtığım bir gerçek, ayrıntılarını birinci bölümde bütün açıklığı ile anlattım. TİP benim için çok değerli bir okul oldu. Parti görevi, disiplin ve özverili olma, “otokritik” yaparak, sınıflı toplum alışkanlıklarından arınma ve bilimsel sosyalizmin önde gelen teorilerini ustalarından öğrenmek en büyük amacım oldu. Gündüz Mutluay’ın Eskişehir’de üzerimizdeki emeklerini anmalıyım.

1974-75 yılı gibi İstanbul’a geldim ve PTT Telefon Başmüdürlüğü’nde memur olarak çalışmaya başladım. TİP çevresinden arkadaşlarla da bir kulağımız Behice Boran ve arkadaşlarının hapishaneden çıktıkları sıralar, kuracakları partide ve göreve çağrılmayı bekliyoruz.

Fakat, bazı arkadaşlarımız “işçi sınıfı partisi zaten var” demeye başladılar. Önce Savaş Yolu kitabı, sonra da Atılım gazete ulaşınca, “inci tanelerinin” gün yüzüne çıkmaya başladığını gördüm ve ikirciksiz uyum gösterdim.

TKP bana; temel şiarı Marksizm Leninizm ve proletarya enternasyonalizmi vurgusu ile göründü. Atılım ile elimize yeni bir savaş aracı almıştık. Büyük bir heyecanla yaşamın içine, yığınların içine daldık. TİP’li arkadaşlarla (Fulya Gürses) TÜM- DER çalışmasına katıldım, ancak, bilinen çekişmeler nedeniyle, TÜM-DER çalışması kısa sürdü. Her işkolunda ayrı dernekler kuruldu ve o işkolundaki işçi sendikası ile koordineli çalışma yürüttü. Ben de Haber Der’de 12 Eylül darbe gününe dek çalıştım.

“12 EYLÜL’E KARŞI DURUŞUMUZ YAŞAMI PAYLAŞARAK OLDU”

12 Eylül sonrasını konuşalım biraz da. 12 Eylül sonrasında sizi Kristal-İş, Otomobil-İş, Petrol-İş gibi sendikaların yayınlarında görüyoruz. Partinin buradaki etkisi neydi?

12 Eylül, o dönemi yaşayanlarda şüphesiz derin izler bıraktı, anımsamak bile istemeyiz. Fakat sürüp gelen yaşamı bugüne taşıyan değerli, acı tatlı anılarla dolu.

Her şeyden önce işlerimizi yitirdik en hafifinden. Cezaevine düşen, ülkeyi terketmek zorunda kalan, gizli saklı kimliklerle yaşama tutunmaya çalışan arkadaşlarımız oldu. 12 Eylül’e karşı duruşumuz yaşamı paylaşarak oldu. Dayanışarak geçirdik o günleri.
Değişik işlere girip çıktığım sıralarda 12 Eylül mesleği olarak yayıncılık sektöründe buldum kendimi. Dediğiniz yayınlarda koordinasyon, organizasyon işlerini bu alanda faaliyet gösteren Birlik Dayanışmacı arkadaşlarla gerçekleştirdim. Doğrusu; bu doğrudan bir parti görevi olmadı, ama birlikte yürüttük. Kristal İş, Otomobil İş yanında; Petrol İş, Belediye İş, BASİSEN, LasPetkim-İş ve Deri İş’e dek uzandı.

90’lı yıllarda, sıklıkla yaşanan ekonomik krizler sonucu bu işleri yürütemez olduk, sendikaların da yayınlarını kendi içlerinde çözümleme yoluna gitmeleri sonucu bu işi sürdüremedik.

“MÜCADELE TARİHİMİZ BİR ANLAMDA LİKİDASYONLAR TARİHİDİR”

Ya likidasyon süreci… Bu süreç bekleniyor muydu?

Çok kritik bir soru sordunuz.

Bilinen bir sözdür ama yineleyeyim; içinde yaşadığımız soyutlamalar, somut yaşamda süregelen maddi çelişkilerin ürünüdür. Likidasyon (tasfiyecilik) dediğimiz de; klasik anlamda, Paris Komününden bu yana, sınıf savaşları çağında, burjuvazinin işçi sınıfını mücadeleden düşürme pratiğidir.

Likidasyonun var olan çeşitli yolları bilinen bir gerçekliktir ve mücadelemizin içinde hep var olmuştur. İlk büyük likidasyon Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, katledilmesiyle başlamıştır. Mücadele tarihimiz bir anlamda likidasyonlar tarihidir.

Eğip bükmeden ve kimseyi de suçlamadan, sınırlarım içinde söyleyeceğim şudur: 1980’lı yıllarda, değişen dünya konjonktüründe, dünya kapitalist sisteminin temel stratejisi; tüm dünyada işçi sınıfına ağır darbeler indirmek, sosyalist sistemi iç çelişkilerini azdırarak işlevsizleştirmek, insanlığı nükleer savaş tehdidiyle esir almak anlamına gelen küreselleşme ve “Yeni Dünya Düzeni” ideolojisini gündeme getirdi. Uluslararası sermayenin önündeki tüm engeller sökülüp atıldı. Birçok ülke burjuva demokratik hak ve özgürlükleri rafa kaldırıyor, dinci gericilikle zihinler zincirleniyor.

Hepimizin bildiği sözüm ona yeni liberal sınıflar üstü özgürlüklerle, tüm ülkelerde insanları küresel boyunduruğa koştular. SSCB bu manevra karşısında gereken direnci ve kıvraklığı göstermede geç kaldı ve Perestroyka, Glasnost gibi politikalarla sürece müdahale etmeye çalıştı. Dünya sosyalist sistemi dağılma sürecine girdi ve bilinen sonuç kaçınılmaz oldu. Bu konuyu tartışmak buranın sınırlarını aşar.

“Bu tasfiye süreci önceden biliniyor muydu” sorusunun yanıtı da: ülkemizde de süreç dünyanın diğer KP’lerin izlediği süreçten farklı olmadı. Kimimiz bu sürece karşı çıkarken, kimimiz de eski kalıplarımızdan sıyrılarak, Yeni Dünya Düzeninin KP’si olmanın olanaklı olduğunu savundu. Toplumsal yaşamdaki hızlı çözülme girdabı bizi de önüne katıp sürükledi. Bir bakıma dünya konjonktürünün gereği gerçekleşti. Komünist partiler dağıldı ya da sosyal demokrat dönüşümler geçirdiler.

“İNSANLIK GELECEĞE GÜVENLE BAKAMAZ DURUMDA”

Komünistlerin olmadığı yaşamda, politika, kültürel yaşam çoraklaştı. Ne var ki; tüm dünyada Yeni Dünya Düzeni bir zemine tutunamadı. İnsanlık geleceğine güvenle bakamaz duruma gelmiş durumda.

Dünyanın her köşesinde savaş. doğal yıkımlar, salgın, işsizlik ve küresel kriz insanları boğmakta ve yeniden sosyal yaşam güvencesi ve gelecek kaygısı ile kamucu çözümlere yönelmektedir. Aynı zamanda, küresel kapitalizm kendi geleceğini gerici dinci faşizm yöntemleri ile sürdürme çabasındadır.

“KOMÜNİSTLER BU ÇAĞRIYA HALKIN ÖRGÜTLÜ MÜCADELESİYLE YANIT VERECEKTİR”

Son olarak da günümüze gelelim. Türkiye’de komünist siyasetin 100.yılındayız. Türkiye Komünist Hareketi’nin bu 100.yılda bir Atılım çağrısı oldu.100.yıl çağrısı aynı zamanda komünist siyasetin eşik atlaması için de yapılıyor. Bunun hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Bir önceki sorunun son tümcesiyle bu sorunun yanıtına bir giriş yapabilirim.

Evet, küreselleşme dünya çapında yaşamın tüm alanlarını -dini inançlar da içinde-daraltıp yozlaştırarak kendi ölümünü de hazırlamıştır. İnsanlığı gelinen bu karanlık ortamdan, ancak, günümüz koşullarına göre yeniden örgütlenmiş, sosyalizmi hedeflemiş işçi sınıfı mücadelesi kurtarabilir. Dünya konjonktürü bu yöndedir.
Ülkemizde de bu yönde ilerleyen, gelişen bir mücadele vardır. Ancak işçi sınıfı mücadelesinin ve sendikal mücadelenin bölünmüşlük sorunu vardır.

TKH bu mücadeledeki kararlı ve inançlı tavrını, 100 yıllık geçmişten alıyor ve yeniden Atılım heyecanı ile TKP’nin şanlı mücadele geleneğini bugünlere taşıyor.

Komünistler bu çağırıya halkın örgütlü mücadelesiyle yanıt vereceklerdir.