Tarihsel TKP MK üyesi Attila Aşut: Sosyalist solun kurşun askerlere, robot üyelere değil; araştıran, sorgulayan, tartışan, öneren, üreten beyinlere gereksinimi var

Siyasal partilerin etkinlik alanı iyice daraltılmış, sol hareket ise tümüyle bastırılmıştı. Bu sindirilmiş ortamda yükselen tek ses, “TKP’nin Sesi” idi. TKP, illegal çalışmanın avantajını kullanıyordu. Çünkü “Bizim Radyo” her gün gümbür gümbür yayın yapıyor, Türkiye’de olup bitenleri sıcağı sıcağına kamuoyuna duyuruyordu. Bu durum, yığınların TKP’ye yönelmesi için önemli bir olanaktı. TKP yayınları, her gruptan devrimciler arasında heyecan uyandırıyordu.

Tarihsel TKP MK üyesi Attila Aşut: Sosyalist solun kurşun askerlere, robot üyelere değil; araştıran, sorgulayan, tartışan, öneren, üreten beyinlere gereksinimi var

Türkiye İşçi Partisi’nin merkez yönetiminde sorumluluklar üstlenmiş; ’73 ve ’78 yılları arasında ise Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi’nde görev almış gazeteci, yazar Attila Aşut ile Parti’nin 100. yılı vesilesiyle konuştuk.

Aşut, TİP ve TKP’deki deneyimleriyle beraber; tanıklıklarını ve 100 yaşındaki TKP hakkında değerlendirmelerini paylaştı.

TKP’nin 100 yıllık değerli serüveniyle yollarınızın kesişme sürecinden bahseder misiniz? Parti’yi nasıl buldunuz? Dönemin koşullarını nasıl aktarırsınız?

Ben TKP’den önce Türkiye İşçi Partisi üyesiydim. Yani benim ilk sosyalizm okulum tarihsel TİP’tir. 1963 yılındaki yerel seçimler sırasında TİP sözcülerinin radyo konuşmalarından etkilenerek partiye üye olmuştum. Trabzon’da yaşıyordum. Parti henüz ilimizde kurulmamıştı. Üye olmak için TİP’in İstanbul Cağaloğlu’ndaki Genel Merkez binasına gittim; orada Genel Başkan Mehmet Ali Aybar ve Genel Sekreter Cemal Hakkı Selek’le görüştüm. Onlar bana TİP’i Trabzon’da kurma görevini verdiler. Genç bir gazeteciydim. Üstelik tutucu bir aileden geliyordum. Yedi kişilik kurucular kurulunu ancak 1965 milletvekili seçimleri öncesinde oluşturabildik. Trabzon’da fabrika işçisi yoktu. Parti üyelerimiz daha çok kitapçı, kırtasiyeci gibi küçük esnaftan arkadaşlarla Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde okuyan öğrencilerdi. İlk kongrede İl Başkanı seçildim. Çok zor günlerdi. Saldırılara uğradık ama her şeye karşın ilçelerde de örgütlenerek seçimlere katılma hakkını elde ettik.

Sonraki yıllarda TİP Genel Yönetim Kurulu ve Merkez Yürütme Kurulu üyesi olarak görev yaptım. Trabzon’da 1965-1968 yılları arasında haftalık “Sömürücülüğe Karşı Savaş” gazetesini kendi olanaklarımla çıkardım. TİP Genel Merkezi’nde Basın ve Propaganda Bürosu Sekreterliği yaptım. Partinin resmi yayın organı “TİP Haberleri” dergisini yönettim. Partimiz 12 Mart darbesinin ardından Anayasa Mahkemesi’nce kapatılınca, mücadeleyi yurtdışında sürdürmek amacıyla İngiltere’ye gittim.

Türkiye İşçi Partisi kapatılınca sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Ülkede sıkıyönetim vardı ve TİP yöneticileri tutukluydu. Kendimi boşlukta hissettiğim bu dönemde İngiltere’den çağrı gelince hemen kabul ettim. Çağrı, TKP’de daha sonra “Yürükoğlu” diye tanınacak olan Nihat Akseymen’den gelmişti. Nihat ve eşi Merih, 12 Mart darbesinden önce İngiltere’ye gitmiş ve orada TKP ile bağlanmışlardı.

Ben TİP’te Genel Merkez yöneticisi iken Nihat da partimizin gençlik yapılanması olan Sosyalist Gençlik Örgütü’nün (SGÖ) Genel Sekreteriydi. Eşi de yakın arkadaşımdı. Bu yoldaşlar Birleşik Krallık’ta kısa adı İTİB olan İngiltere Türkiyeli İlericiler Birliği’ni kurmuşlardı. İTİB, TKP’nin yan örgütüydü. Buradaki arkadaşlar, Türkiye’den İngiltere’ye gelen öğrencilerin ve işçilerin dil, iş ve barınma sorunlarına yardımcı olmaya çalışıyorlardı.

Benim yurtdışına çıktığım sırada Parti’nin Genel Sekreteri, Türkiye’de “Yakub Demir” olarak bilinen Zeki Baştımar’dı. TKP üst yönetimiyle ilk görüşmem, 1973 yılının Mayıs ayında, 10. Dünya Gençlik Festivali sırasında Berlin’de gerçekleşti. Festivale İngiltere’den kalabalık bir grupla katılmıştık. Genel Sekreter’le görüşeceğimiz söylendiğinde, ben Zeki Baştımar’la karşılaşacağımı düşünerek çok heyecanlanmıştım. Çünkü Zeki Baştımar hemşerimdi. Annem Sürmenelidir. Baştımar’lar da Sürmene’nin köklü bir ailesiydi. Ben Berlin’de bu “efsane yoldaş”la karşılaşmayı beklerken karşıma İ. Bilen çıktı! Bilen yoldaş o sırada TKP Politbüro Üyesi’ydi. Ama fiilen Genel Sekreter gibi davranıyordu. Ne var ki bu sıfatı resmen kullanamamanın rahatsızlığını yaşıyordu. Özel görüşmemizde kendisine Baştımar’ı sordum ve görüşmek istediğimi söyledim. “Hasta kendisi, bunamış zaten. Ama parti mührünü vermiyor, kasayı teslim etmiyor. Böyle bir sıkıntımız var…”  dedi. Ben, “Bu değişimin normal yollarla olması gerekmez mi?” diye sorduğumda net bir yanıt alamamıştım.

Aranan “formül”ün sonunda bulunduğunu, Berlin’den İngiltere’ye dönünce anladım. Yunanistan Komünist Partisi’nin yayın organı “Rizospastis” gazetesine, “TKP Genel Sekreteri” sıfatını kullanarak ilk demecini vermişti İ. Bilen! Hepimiz çok şaşırdık. Parti üyeleri ilk kez Yunanistan Komünist Partisi’nin yayın organında çıkan bir demeçten, yani dolaylı biçimde öğrendiler Bilen’in Genel Sekreter olduğunu!

Bir süre sonra, Zeki Baştımar’ın öldüğünü duyduk. Ölüm haberini alınca, ben MK Üyesi olarak Londra’dan İ. Bilen’e mektup yazdım. Mektubumda, Zeki Baştımar’ın komünizm davasının inanmış, özverili bir önderi olduğunu, onun hizmetlerine Parti olarak mutlaka teşekkür borcumuz bulunduğunu belirttim ve yaşamöyküsüyle birlikte Parti’mizin Baştımar’a sevgi ve saygısını belirten bir yazının “Atılım” dergisinde yer almasını istedim. Fakat Baştımar’ın ölümü, “Atılım”da birkaç satırlık bir haberle geçiştirildi. Böylece anladım ki, Bilen’le Baştımar arasında ciddi bir iktidar savaşı varmış. En güç koşullarda Parti’nin Genel Sekreterlik görevini yürütmüş bir insana karşı takınılan bu sevgisiz tutum beni çok üzmüştü.

İ. Bilen’in TKP Tarihi’ni yorumlayışı konusunda ne düşünüyorsunuz?

İ. Bilen, partiye Genel Sekreter oluşunu bir çeşit “milat” saydı. O zaten parti tarihini Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Salih Hacıoğlu, Fuat Baraner ve kendisiyle sınırlı tutardı. Bu kişilerin dışındaki adlar, sanki TKP tarihinde hiç yokmuş gibi davranırdı. Özellikle Şefik Hüsnü’nün ve Zeki Baştımar’ın adını duymaya tahammülü yoktu. TKP’yi Komintern’de temsil etmiş Şefik Hüsnü için “Sosyalizmden çakmazdı” diyebilecek ölçüde ileri gitmişti. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı da hiç sevmezdi. Onun için kullandığı sıfatlar daha da ağırdı. Bilen yoldaşla görüş ayrılığımız, daha o yıllarda, öncelikle parti tarihine bakış konusunda başlamıştı. Ben, doğrusuyla yanlışıyla TKP’de yer almış herkesin bu tarihin parçası olduğunu savunuyordum.

Bilen yoldaşın “komplocu” bir yanı vardı ve bu yönüyle kendisine çok benzeyen Nihat Akseymen’le iyi anlaşıyordu. Bilen’in yaşından başından ve tarihsel kişiliğinden beklemediğim bir davranış biçimiydi bu. Bilen’in bu insani zaafları beni çok şaşırtmıştır. Ama tabii bu olumsuzluklarının yanında, onun “73 Atılımı”ndaki büyük katkısını da yadsıyamam. Bilen, partiye büyük bir dinamizm kazandırdı. Onun döneminde TKP, hem yurtiçinde hem yurtdışında gerçekten çok etkin bir konuma geldi. Parti örgütü büyüdü, üye sayısı arttı. Ne var ki bu hızlı büyüme, yeni sorunları da beraberinde getirdi. Genişlemede ve yeni üye yazımında aşırılığa kaçıldı. Parti yandaşı, destekçisi, sempatizanı olabilecek iyi niyetli insanlar, hiç gereği yokken Parti üyesi yapılarak sıkıntıya sokuldu. Bu deneyimsiz kadrolar, faşizm koşullarında istemeyerek de olsa Parti’ye zarar verdiler. 12 Eylül sonrası yediğimiz ağır darbede, bu yanlış kadro politikasının önemli rolü olduğunu düşünüyorum. Partiyi büyütelim derken, illegal koşullarda gelişigüzel üye yazmak bize pahalıya mal oldu. “73 Atılımı”nın olumlu yanına bu olumsuzluğu da eklememiz gerekiyor…

Zeki Baştımar’la İsmail Bilen’in önderlik nitelikleri konusunda bir karşılaştırma yapmanız gerekirse neler söylemek istersiniz? 

Zeki Baştımar, 51 Tevkifatı’nın yıkıcı sonuçlarını görmüş ve bundan ders çıkarmış “ihtiyatlı” bir komünist önderdi. O, yurtdışına çıktıktan sonra aynı yanlışların yinelenmemesi için dikkatli bir örgütlenme çalışması yürüttü. Tabii, insan bu denli ihtiyatlı davrandığında, örgütlenme de biraz yavaş ilerler. Oysa Bilen, karakter olarak çok atak bir adamdı. İleri yaşına karşın girişimci ruhunu yitirmemişti. Atılgandı, dalmayı severdi. O yıllarda nesnel koşulların da yardımıyla TKP’yi yükselişe geçirdi. Burada “nesnel koşullar”ın altını çiziyorum. Çünkü biliyorsunuz, 12 Mart döneminde bir askeri darbe olmuş ve legal örgütlerin çalışma olanağı kalmamıştı. Siyasal partilerin etkinlik alanı iyice daraltılmış, sol hareket ise tümüyle bastırılmıştı. Bu sindirilmiş ortamda yükselen tek ses, “TKP’nin Sesi” idi. TKP, illegal çalışmanın avantajını kullanıyordu. Çünkü “Bizim Radyo” her gün gümbür gümbür yayın yapıyor, Türkiye’de olup bitenleri sıcağı sıcağına kamuoyuna duyuruyordu. Bu durum, yığınların TKP’ye yönelmesi için önemli bir olanaktı. TKP yayınları, her gruptan devrimciler arasında heyecan uyandırıyordu. Bu nesnel koşulların varlığı, TKP’nin “73 Atılımı” için uygun ortamı yarattı. Böyle bir ortamda Bilen’in ataklığı da işin içine girince iyi bir moment yakalandı ve Parti’de bir gelişme ve atılım dönemi yaşandı. Ama entelektüel birikim ve ideolojik donanım açısından baktığımda, Baştımar’ı her zaman Bilen’den üstün tutmuşumdur. Onun “Yeni Çağ”daki yazılarını hep ufuk açıcı bulmuşumdur. Bana göre derinliği olan yazılardı. Bilen’in yazıları ise ajitasyon üslubuyla yazılmışlardı. İ. Bilen, atak yapısına uygun düşen bir dil kullanıyordu yazılarında. Slogana kaçan kısa ve vurucu bir söylemi vardı. Bu biçem, onu tekrara zorluyordu. Parti yayınlarını İngiltere’deki gizli matbaamızda basıyorduk. İ. Bilen’in o yıllardaki kitaplarının redaksiyonunu ben yaptım. Bu “tekrar” alışkanlığı yüzünden yazılarını kitaplaştırırken birçok yazısının giriş bölümünü atmak zorunda kaldım. Çünkü neredeyse tüm yazılarının başlangıç bölümleri aynıydı. Ama yazınsal etki açısından sorarsanız, Bilen’in hakkını yememek gerekir. Örneğin “Savaş Yolu”, benim açımdan gerçekten önemli bir kitaptır. Orada çok güzel ve canlı portreler çizilmiştir. Bilen yoldaşın, gizlilik koşullarında “S. Üstüngel” imzasıyla yayımladığı bu kitap, Nâzım’ın “İnsan Manzaraları”nın nesir türünde devamı gibidir. Nitekim Nâzım Hikmet de “Savaş Yolu”nun önsözünde, Üstüngel’in notlarını, “Türk edebiyatının, Türk nesrinin yer yer destanlaşan en kusursuz örneklerinden biri” diye övmüştür…

TKP’nin legal bir sosyalist parti olarak tarihsel TİP’e bakışı nasıldı?

Türkiye İşçi Partisi içinde MDD (Milli Demokratik Devrim) tartışması başladığı sırada Zeki Baştımar’ın “Demokratik Devrimin İçyüzü” adlı broşürü ulaşmıştı bize. TKP’den aldığım ilk illegal yayındı bu. Broşürde, TİP’in politikalarına açık bir destek vardı. TKP, kendi illegal çalışmasından TİP’in zarar görmemesi için olağanüstü özen gösteriyordu. Zeki Baştımar döneminde, TKP ile TİP arasında bir sürtüşme yaşanmadı. Tam tersine, izlenen politikalar konusunda bir koşutluk vardı. Bu nedenle eski TKP’li kadrolar da büyük ölçüde TİP içinde yer almaya başlamıştı. Komünistlikten hüküm giydikleri için yasal nedenlerle parti üyesi olamayanlar ise TİP’e her türlü desteği veriyorlardı. Türkiye İşçi Partisi gibi sosyalizmi savunan bir partinin kurulmuş olması, yıllarca büyük baskılar altında yaşamış, büyük acılar çekmiş bu insanları çok mutlu ediyordu.

Ama İ. Bilen göreve gelir gelmez, ikinci TİP’e savaş açtı. Hatta benim geçmişte TİP içinde birlikte çalıştığım kimi arkadaşların adları “TKP’nin Sesi” radyosundan “ne idüğü belirsiz adamlar” diye açıklandı; bu insanlar, karanlık odakların maşası gibi gösterilmeye çalışıldı…Bu, sekter ve zararlı bir tavırdı. Ayrıca TKP’nin iki Genel Sekreteri arasındaki anlayış farkını açıkça gösteren bir olguydu. Solu birleştirme, “sol birlik” oluşturma konusunda Zeki Baştımar’ın yaklaşımı “tekelci” değil, “kardeşçe”ydi. Onun politikası, “Öncü benim, merkez benim; sol hareket benim emrimde olacak!” anlayışından çok uzaktı. Baştımar, öncelikle Türkiye’de sol hareketin güçlenmesini, ayağa kalkmasını, etkin olmasını istiyordu ve bu stratejiye uygun olarak legal partilere yardım etmeye çalışıyordu.  İ. Bilen ise “dayatmacı” ve “hegemonyacı” davranıyordu. Bu yüzden Bilen döneminde TİP’le büyük sürtüşme yaşandı. Ben geçmişte TİP’in merkez yönetiminde sorumluluk üstlenmiş bir insan olarak bu yanlış tutumdan dönülmesi için çok çaba harcadım ama çabalarım pek işe yaramadı. 12 Eylül sonrasında gerçekleşen TİP-TKP birleşmesi, bana göre geçmişte yaşanan bu olumsuzluklar yüzünden başarılı olamadı.

TKP, işçi, gençlik ve kadınlar arasında çok önemli mevziler kazanmış bir partiydi. Siz de partide önemli görevler üstlendiniz, Parti çalışmalarınızı ve Parti’nin toplumsallaşma sürecini bir de sizin tanıklığınızla dinleyebilir miyiz?

İngiltere’de parti çalışmalarını daha çok kitle örgütümüz İTİB üzerinden yürütüyorduk. Her pazar günü İTİB’de geniş katılımlı konferanslar, eğitim seminerleri düzenliyorduk. Bu konferanslar, yeni arkadaşlarla tanışmamız ve onları bir biçimde Parti sürecine katmamız bakımından çok yararlı oluyordu. TKP’nin İngiltere’de “İl Komitesi” vardı. Ben de bu Komite’nin üyesiydim. Ayrıca “Kadın” ve “Gençlik” birimleri oluşturmuştuk.

İngiltere örgütü, çok yoğun bir “yayın etkinliği” içindeydi. “İşçinin Sesi” gazetesi, İTİB’in yayın organıydı. Burada TKP haberleri ve kuramsal makaleler de yer alıyordu. “İşçinin Sesi” gazetesinin yanı sıra İTÖF’ün (İngiltere Türkiyeli Öğrenciler Federasonu) “Öğrenci Gençlik” ve İİKB’nin (İngiltere İlerici Kadınlar Birliği) “Emekçi Kadın” adlı aylık gazeteleri vardı. Bu gazetelerin kuruluşunda ve yönetiminde aktif görev aldım. İTİB, sınırlı sayıdaki üyesine karşın örgüt disiplini ve üyelerinin ideolojik donanımı bakımından o yıllarda Avrupa’daki en etkin örgütlerden biriydi. Nitekim TKP’nin “Atılım dönemi” kadrosu, büyük ölçüde İngiltere’de yetişmiş yoldaşlardan oluşmuştu. Nihat Akseymen’in örgütçü yeteneğinin ve TİP içinde deneyim kazanmış kadroların bu başarıdaki payı büyüktü.

Bizlere, genç komünistlere, genç yoldaşlarınıza aktarmak istediğiniz başka anekdot, bilgi, anı var mıdır?

TKP, illegal bir parti olarak merkeziyetçi bir işleyişe sahipti. Gizlilik koşullarında bunu doğal karşılıyorduk. Zaten “73 Atılımı” sürecinde Merkez Komitesi’ne alınanlar, seçimle değil kooptasyon yoluyla göreve getirilmişlerdi. Benim Merkez Komitesi üyesi olduğum 1973-1978 yılları arasında bu organın toplandığına tanık olmadım. Buluşmalarımız genlikle ikili-üçlü görüşmeler biçiminde gerçekleşirdi. Haluk Yurtsever arkadaşımız, “TKP Merkez Komitesi ilk kez 1978 yazında tam üyeli toplantı yaptı” demişti. Ben o tarihte Merkez Komitesi’nde olmadığım için bu Plenum’da (tam üyeli MK toplantısı) yer almamıştım. Ne yazık ki legal sosyalist partiler de bu “merkeziyetçilik” alışkanlığından kurtulabilmiş değiller. Marksist partilerin iç yönetim ilkesi olan “demokratik merkeziyetçilik”, günümüzde daha çok “mutlak merkeziyetçilik” olarak uygulanıyor. Ben sosyalist partilerdeki durağanlığı biraz buna bağlıyorum. Bu temel sorunu aşmak için katılımcı yönetim anlayışına yönelmemiz gerekiyor. Sol örgütlerin bugünkü aşırı merkeziyetçi yönetim anlayışı eskimiştir. Partilerin dinamizmini öldüren, üyeleri “Ben bilmem, şefim bilir” edilgenliğine sürükleyen, insanların yaratıcı katkılarını engelleyen bu geleneksel anlayıştan hızla uzaklaşmamız gerekir. Soldaki “tekke” ve “şeflik” alışkanlığı, sağın “biat” anlayışından farksızdır. Sosyalist solun kurşun askerlere, robot üyelere değil; araştıran, sorgulayan, tartışan, öneren, üreten beyinlere gereksinimi var.

TKP’nin 100. yaşına dair duygularınızı alabilir miyiz? Tarihimizden çıkardığımız derslerle birlikte geleceğe uzanmak adına; kuruluşumuzun 100. yılına ilişkin mesajınız ne olur?

TKP, Türkiye’nin en eski partisidir. Ülkemizin en değerli insanları; yurtsever aydınları, öncü işçileri bu partinin saflarında ülkemizin bağımsızlığı, özgürlüğü ve eşitliği için özverili bir savaşım yürüttüler. Birçoğu işkence tezgâhlarında, mahpus damlarında, sürgünlerde tükettiler yaşamlarını. Onlar halkımızın gerçek kahramanlarıdır. Hepsine çok şey borçluyuz. TKP, ne yazık ki 100. yaşını göremedi. Günümüzde “TKP” adını sahiplenme konusunda bir yarış olsa da bugünkü sosyalist partilerin hiçbiri tarihsel TKP’nin organik devamı değildir. Tıpkı tarihsel TİP gibi bu parti de artık güncel siyasetin değil, tarihin ve tarihçilerin konusudur.

Elbette hayat da mücadele de yeni koşullarda kesintisiz sürüyor. Türkiye, bu koşullara uygun yeni mücadele araçlarını mutlaka yaratacaktır. Partiler, öbekler, çevreler var ama yeterli değil. Yaşadıklarımızdan ders çıkararak, ülkenin gereksindiği ölçekte, toplumsal muhalefete önderlik edecek güçlü, etkin bir sosyalist örgütlenmeyi başarmak zorundayız.

Türkiye solunun temel sorunu, onca deneyime karşın birlikte davranma gereksinimini içselleştirememiş olmasıdır. “Küçük olsun, benim olsun” anlayışı sol kesimde hâlâ geçerliğini koruyor. Bu küçük ve etkisiz yapılar, el ele vermeye, dayanışma içinde olmaya, güçleri birleştirmeye odaklanacakları yerde rekabetçi yaklaşımları öne çıkarıyorlar. Oysa halkın sola güven tazelemesi için karşısında güçlü bir seçeneğin olması gerekir.

12 Eylül darbesi, “solun kökünü kazımak” savıyla yapılmıştı. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldular. Türkiye solu, 12 Eylül darbesinden sonra bir türlü toparlanıp kendine gelemedi. Aradan 20 yıl geçmiş olmasına karşın soldaki dağınıklık hâlâ sürüyor. Oysa dünya pratiğinin bize öğrettiği yalın gerçek şudur: Birleşirsek kazanırız!

Yüzyıllık mücadele tarihimizden çıkarabildiğim önemli derslerden biri de şudur: Türkiye Komünist Partisi, tarihsel ve nesnel koşullar yüzünden kendi ayakları üzerinde durabilen bir parti olamadı. Daha kuruluşunun üzerinden birkaç ay geçmişken, parti kadroları büyük bir kıyıma uğradı. Başta Mustafa Suphi ve Ethem Nejat olmak üzere TKP’nin beyin takımı yok edildi. Partimiz bu ağır koşullarda varlığını sürdürebilmek için kardeş ülkelerin yardımına gereksinim duydu. Biz işçi sınıfının, emekçilerin enternasyonal dayanışmasına her zaman büyük önem verdik. Bunu bugün de yaşamsal değerde görüyoruz. Ama ülkeler arasındaki ilişkiler gibi partiler arasındaki ilişkiler de bağımsızlık ve eşitlik temelinde olmalıdır. TKP yöneticilerinin uzun yıllar yurtdışında, kardeş partilerin yardımıyla yaşamak zorunda kalmaları, bağımsız hareket etmelerini güçleştirmiştir. Bu da görece bir bağımlılık ilişkisine yol açmıştır. Yaşananlardan çıkarmamız geren en önemli derslerden biri, parti bağımsızlığının her koşulda korunmasıdır.