SÖYLEŞİ | Prof. Dr. Korkut Boratav: Korona krizi sonrası Türkiye ve dünyanın geleceği

"Yüz yıl önce Rosa Lüksemburg’un ortaya attığı seçeneği andıran bir dönemeçteyiz:  Ya devrim, ya barbarlık…"

SÖYLEŞİ | Prof. Dr. Korkut Boratav: Korona krizi sonrası Türkiye ve dünyanın geleceği

Dünyayı saran koronavirüs salgını hala devam ederken, kapitalist ülkeler tamamen ekonomik gerekçelerle ‘normalleşme’ dönemlerini ilan etti. Bu ani ancak ekonomik olarak kapitalizm için zorunlu gözüken normale dönüş kararları kimi ülkelerde yeni salgın dalgalarını da beraberinde getirdi.

Koronavirüs salgını bugüne kıyasla daha belirsiz bir seyirde iken, Prof. Dr. Bilsay Kuruç hocamızla “Koronavirüs sonrası ekonomi ve düzen” başlığında kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirmiştik.

Normalleşme ilanının hemen ardından ise verili tabloyu Prof. Dr. Korkut Boratav hocamız ile konuştuk.

Boratav, salgın sonrası ekonomik gidişata, kapitalizmin tercihlerine, yükselen neofaşizme ve insanlığın çıkışına dair değerlendirmelerini aktardı.

Prof. Dr. Korkut Boratav’ın sorularımıza yanıtları şöyle:

Öncelikle klasik bir soruyla başlayalım dilerseniz. Malum dünyanın ve ülkenin gündemi salgın. Salgının yalnızca toplum sağlığını değil, sosyal ve ekonomik hayatı da derinden etkilediği, kapitalist merkezlerin bu salgına karşı yanıt üretemediği ve “insani felaketlere” yol açtığı gözlemleniyor. Kimi yazarlar “medeniyet krizi” kavramını ortaya attı. Siz ne düşünüyorsunuz?

Korona salgınına ilişkin somut tespitlerle başlayalım.

İlk tespit, koronavirüs salgınının ülkelere göre sayısal dökümüyle ilgilidir. Hasta ve ölüm sayıları bakımından en ağır etkilenen iki ülke, mutlak sayılarda ABD, nüfusa oranlanırsa İngiltere’dir. Nedenleri ilk bakışta farklıdır; ama arka plandaki benzerlikler çarpıcıdır.

ABD’de kişi başına sağlık harcamaları kabaca 10.000 dolardır; bu ülke bu göstergeye göre açık-ara dünya lideridir. Buna karşılık sağlık göstergeleri (örneğin doğumda yaşam beklentisi) açısından ABD, tüm Batı ve bazı Güney ülkelerinin gerisindedir. İlaç ve sigorta şirketlerinin denetiminde, hemen hemen tümüyle ticarileşmiş bir sağlık sisteminin yarattığı israfın çarpıcı sonucu…

Bu sistem, ABD’yi mutlak sayılar bakımından en ağır etkilenen ülke durumuna getirdi. Temmuz başında hasta sayısı 2,7 milyona yaklaşmaktadır; ölü sayısı 130.000 eşiğindedir. Nüfusu ABD’yi dört misli aşan (ve salgının başladığı) Çin’le karşılaştırma çarpıcıdır. Bu ülkede hasta sayısı 100.000’e ulaşmadan salgın son buldu.

“NÜFUSUN YARARSIZLARDAN TEMİZLENME” POLİTİKASI

Britanya’da ise, salgından ölenler, nüfusa oranlanırsa dünya zirvesindedir: 1 Temmuz’da bir milyonda 658 kişiymiş. Bu ülke, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı dünyasında kamusal bir sağlık sisteminin öncülüğünü yapmıştı. National Health Service (NHS), parasız, kamucu, eşitlikçi, adil ve hekimlik mesleğinin etik değerleriyle bütünleşmiş; kusursuz işleyen bir sistemdi.  Kızım Elvan, 1965’te İngiltere’de doğdu ve sağlık sisteminin bu özelliklerine iki yıl boyunca bizzat tanık oldum; yararlandım. Thatcher’la sağlık sistemine piyasalaşma mikrobu taşındı; hasta / hekim ilişkileri, müşteri / satıcı bağlantılarına dönüştürdü. Kamu kaynakları kısıldı. İngiltere halkı, ortalama sağlık göstergeleri açısından gerilere kaydı. Salgının insanî bilançosu da bunu gösteriyor.

Dolayısıyla, kapitalizmin en gelişmiş bu iki ülkesi, korona salgını karşısından çaresiz kalmıştır. Bu iki ülkeyi diğerlerinden ayıran bir başka tespit de yapabiliyoruz. Hem ABD’de, hem de Britanya’da salgının yönetimini, benzerlik gösteren iki lider üstlendi: Donald Trump ve Boris Johnson… Bunlar, dünya görüşleri, ideolojik, siyasi kimlikleri bakımından açıkça neo-faşist siyasetçilerdir. Bu özellikleri salgının yönetimine de damgasını vurdu.

Başlangıçtaki tıp bilgisi, koronavirüsün yol açacağı ölüm oranının, benzer virüs hastalıklarına göre düşük (%2-3) olduğu ve riskli grubun yaşlılarda yoğunlaşacağı doğrultusunda idi. Bu bilgi, Trump ve Johnson’u “bu boyutta kaybı, olağan-dışı harcamalara, önlemlere gitmeden göze alabiliriz; zayıflar kendiliğinden elenir, sermaye birikimi aksamaz; kalanlarla sürdürülür” tepkisine yönlendirdi. “Önce ekonomi”  diye ifade edildi; ama salgına karşı “önce insan” seçeneğinin reddi kastedilmektedir.

Bu yaklaşım, Nazi Almanyası’nın “ötenazi”, yani “nüfusun yararsızlardan temizlenme” politikasının izlerini taşır. Nazi Almanyası’nın ötanazi uygulamaları Yahudilerin dışında özürlü Almanları da kapsamıştı. Bu doktrin, Johnson tarafından “sürü bağışıklığı” ifadesi ile açıkça, Trump tarafından örtülü olarak benimsendi. Trajik görüntüler ortaya çıktı. Britanya bakımevlerinde yaşlıların ölüme terk edildiği haberleştirildi. Dünya finans sisteminin merkezi olan New York’ta ölüler evlerden toplandı; toplu mezarlarda gömülenler oldu.

İlginç bir başka tespit,  “Güney” coğrafyasında salgının en ağır seyrettiği Brezilya ve Hindistan ile ilgilidir. Her ikisinde de salgının, neo-faşist iktidarlar tarafından yönetilmesi rastlantı sayılamaz. Brezilya’da Bolsonaro, ırkçı, fanatik anti-komünist, cinsiyetçi özellikleriyle tipik bir faşisttir. Hindistan’da Modi ise (İslamcı faşizmin ayna yansıması olan) Hindu-faşizmini temsil eder.

Bu iki lider salgına karşı Trump ve Johnson’un tepkilerini daha ilkel üslup ve davranışlarla ortaya koydu; uyguladı. Bolsonaro hastalık ve ölümler tırmanırken önlem almak bir yana, tıp bulgularına açıkça meydan okudu; mitingler, piknikler düzenledi. İki sağlık bakanını uzaklaştırdı. Virüsün yayılmasını hızlandırdı.  Temmuz başında hasta sayısı bir buçuk milyona yaklaşıyor.

Hindistan’da salgın tırmanırken, ilginç bir tesadüf Trump Hindistan’daydı. Modi, Yeni Delhi’de bir stadyumda yüz bini aşkın insanı Trump’la ortaklaşa bir siyasi mitingte topladı. Salgın hızlanınca ani bir kararla milyonlarca göçmen işçiyi kentlerden sürdü. Yollarda sefalet, açlık içinde ölenler o günlerdeki salgın kurbanlarını aştı. Yine de koronavirüsün yayılmasını önleyemedi. Haziran sonunda hasta sayısı 600.000’e ulaşmış, Güney coğrafyasında Brezilya’dan sonra ikinci sıraya yerleşmiştir.

Salgının etkileri yavaş yavaş açığa çıkıyor. Emperyalist merkezlerde, krizin ekonomik ve sosyal maliyetini üstlenmek için “yeniden düzenleme” tartışmaları başladı. 2008 ekonomik krizi sonrası ekonomide yaygınlaşan reçeteler uygulanmak isteniyor. Bu politikaların “işe yarar” olduğu kabul edilebilir mi?

Salgının aniliği ve sertliği, 2008’de uygulanan reçetelerin, biraz daha genişletilmesine yol açtı. 2008 krizi büyük ölçüde parasal genişleme ile finansal sistemin kurtarılmasına öncelik vermişti.  Batı merkez bankaları sürükleyici olmuştu. Bugün bu öncelik devam ediyor; FED’in ve Batı merkez bankalarının sağladığı likidite genişlemesi şimdiden 2008-2009’daki düzeyi aştı.

Ancak, parasal genişleme 2008 sonrasına göre iki doğrultuda genişletildi. İlk olarak, merkez bankaları yeni ihraç edilen hazine tahvillerinin alımını da üstleniyor. Bu, bütçe açığındaki artışların tümüyle merkez bankalarınca finansmanı anlamına gelir ve neoliberal para politikası disiplini açıkça çiğnenir.

İkinci olarak, merkez bankaları likidite genişlemesini, özel şirket borç senetlerinin de alımı ile de besledi. Bu yöntem 2008 krizi sonrasında çok sınırlı tutulmuştu. Şimdilerde batık şirket tahvilleri de kapsandı. Böylece merkez bankaları para basarak şirketlere doğrudan kaynak aktarmış olacak; yani para politikaları yolsuzluk batağına sürüklenmektedir.

Bugünkü krizdeki politikaları öncekinden ayrıştıran önemli bir özellik, maliye politikası araçlarının da eklenmesi oldu. Bu yöntem 2008 sonrasında sınırlı tutulmuştu. Bu kez, bütçe açıkları ve iç borçlanma ile ilgili yasal kısıtlar ertelendi. Yani klasik Keynes’gil yöntemlerle iç talebin canlanmasını sürükleyecek paketlere geçildi. Önceki krizden farklı olarak, kapanma / karantina kararları sonunda işsiz kalanlara veya yoksullara doğrudan gelir aktarımları da gerçekleştirildi.

Bazıları bir kereliktir; diğerlerinin kalıcı olmayacaktır. Üstelik bütçe açıklarını artıran ek önlemlerin çoğu, şirketlere, bankalara dönük teşviklerden, destek ve garantilerden oluşuyor. Örneğin IMF hesaplarına göre, dört büyük AB ülkesinde bu tür teşviklerin toplamı, sağlığa ve emekçilere dönük ek harcamaları dört misli aşmaktadır.

Ek bir sorun da var: Korona sonrasına çok abartılı bütçe açıklarıyla geçilecek. Devletlerden kaynaklı borç senetleri toplam olarak sıçramaktadır. Bunlar, borçları menkul kıymetler olarak finansal sistemin parçasıdır; kırılganlık kaynağıdır. Önümüzdeki dönemde Batı kaynaklı potansiyel bir krizin tetikleyicisi olabilecekleri tartışılıyor.  Bu olasılığa, Türkiye gibi çevre ekonomilerinden kaynaklı (bugün Arjantin’de yaşanan türden) borç krizleri de eklenebilir.

Koronayı izleyen ekonomik krizin sonrası, henüz öngörülemiyor. IMF iki ay içinde krizin millî gelirler üzerindeki öngörülerini olumsuz doğrultuda değiştirdi; aşağı çekti.

Bir de bu salgının kapitalizmin geleceğine ilişkin tartışmaları tetiklediği biliniyor. Kapitalizmin geleceğinde ne var? Salgın, kapitalist üretim tarzının dönüşümü için bir fırsat sunuyor mu?

Salgına ilişkin yukarıdaki tespitlerimin bir boyutuna ağırlık veriyorum: Kapitalist sistemin hem merkezinde, hem de çevresinde neo-faşizm yaygınlaşmaktadır. Burjuvazinin ideologları ve medyası bu akımı (sol muhalefet ile de birleştirerek) “popülizm” diye adlandırıyor ve (bence bilinçli olarak) saygınlaştırıyor. Zira kritik aşamalarda, neo-faşist akımları zorunlu bir “yedek güç” olarak kullanmayı kararlaştırmışlardır. Bu da peşinen meşrulaştırılmasını gerektirdi.

Şu soru gündemdedir. Burjuva demokrasisi, nasıl olup da faşist kimlikli liderlerin, neo-faşizmin yükselmesine yol açtı? Korona salgını ve onu sürüklediği ekonomik kriz dışında temsilî demokrasinin bir krizi de söz konusu mudur?

Sık sık vurguladığım bir tanımla başlayayım: Son kırk yılın dünyasına damgasını vuran neoliberalizm, aslında, sermayenin sınırsız tahakkümü tasarımıdır.

Bu tasarım, ilk yirmi yılda, canlı dünya konjonktürünün ve reel sosyalizmin tarihe karışmasının etkisiyle gerçekten “tek seçenek” olarak görüldü; sineye çekildi. Neoliberalizm ideolojik hegemonya sağladı.

Ancak yeni yüzyıla girerken “küreselleşme Güney toplumlarına da cennetin anahtarlarını getirecektir” söylemi, olgular sonunda ve solcu sosyal bilimcilerin katkılarıyla iflas etti. Yoğunlaşan sermaye tahakkümüne karşı tepkiler birikti;  halk sınıflarında muhalefet yaygınlaştı.

Farklı muhalefet dalgaları söz konusudur: 21’nci yüzyılın başları, anti-emperyalist bir gündemle toplanan Dünya Sosyal Forumları’na tanık oldu. Yüzyılın ilk on beş yılında Latin Amerika’nın “pembe” iktidarları, ABD hegemonyasını bir süre zayıflattı. Bu iktidarlar, kapitalist üretim ilişkilerini tasfiye etmediler; ama neoliberalizmin bölüşüm politikalarına karşı çıktılar. Emekçileri gözeten etkili seçenekleri keşfettiler, uyguladılar. Çevre kapitalizminin geleneksel sınıfsal hiyerarşisini etkileyen kimi dönüşümleri hayat geçirebildiler.

2008-2009 krizi, kapitalizmin çirkin yüzünü Batı toplumlarında da açığa çıkardı; ABD ve AB’de meydanlar mağdur emekçiler tarafından işgal edildi. Komünist gelenek ile de bağlantılı Syriza Yunanistan’da iktidara geldi. Neoliberalizmle bütünleşmiş sosyal demokrasi fiilen dağıldı.

Daha da tehlikelisi, ABD’nin Afganistan, Irak işgallerine rağmen, Tunus ve Mısır’da neoliberalizmin en yozlaşmış biçimlerini uygulayan iktidarlara karşı halk ayaklandı; liderler devrildi. Tahrir Meydanı’ndaki isyancılar Wall Street’i işgal mitinglerine temsilci gönderdi.

NEOFAŞİZMİN YÜKSELİŞİ

Sermayenin tahakkümü tehdit altındaydı. Egemen sınıfların tepkisi kaskatı oldu. Neoliberalizmi sadece hafifletecek öneriler ısrarla reddedildi. Örnekleri sıralayayım. Koronadan en sert etkilenen ABD ve İngiltere ile başlayayım.

ABD siyaset sahnesinde, gerçekçi bir onarım seçeneği, son beş yıl içinde iki kere ortaya çıktı; ikisinde de heba edildi. 2016’da sosyalist siyasetçi Bernie Sanders Demokrat Parti’nin (DP’nin) önseçimlerinde 13,5 milyon oy aldı; anketler Trump’ı yenilgiye uğratacağını gösteriyordu. Wall Street, 2016’da Sanders’in peşinen elenmesini sağladı; benzer bir engelleme bu yıl da etkili oldu. Başkanlık seçimi faşist Trump ile Wall Street’in yeğlediği Biden arasında olacaktır. İlginçtir ki, Sanders, Amerikan halkına genel bir sağlık güvencesi getirme programını sahiplenen tek siyasetçiydi. Korona krizi sonunda ortaya çıkan felakete karşı tek çözümü öneren seçenek, Wall Street’in etkisi atında reddedilmiş oldu.

Britanya, 2019 sonunda benzer bir seçenekle karşı karşıyaydı. İşçi Partisi yönetimine 2015’te geleneksel sol çizgideki Corbyn seçilmişti. Muhafazakâr hükümet bir yıl sonra Brexit referandumuna gitti; umduğunu bulamadı; seçmen çoğunluğu, Brexit’i tercih etti. Bu sonuçta, geleneksel, mavi yakalı işçi sınıfının AB’yi neoliberalizmin bir taşıyıcısı olarak algılamasının da etkili olduğu anlaşılıyor. Corbyn 2017 seçiminde partisinin oylarını sıçrattı; Muhafazakâr Parti’yi bir azınlık hükümetine zorladı. İngiltere’de refah devletinin birikimlerini sahiplenen sol akım güçlenmekteydi. Büyük sermaye ürktü; 2019 seçiminde Brexit-karşıtlığını unuttu; solcu Corbyn’e karşı sistematik bir kampanyayı üstlendi; Muhafazakâr Parti’nin katı Brexit-yanlısı yeni lideri, neo-faşist Johnson’u yeğledi; seçilmesini sağladı.

Kapitalist sistemin çevresinde sermayenin tahakkümünü hafifletme seçenekleri de ısrarla reddedildi; neo-faşizm ülkelere göre değişen koşullarda keşfedildi; bazen “icat edildi”; iktidara getirildi.

Latin Amerika’da, son beş-altı yıl bir dizi askeri ve sivile darbe sonunda Honduras, Paraguay, Ekvador, Bolivya, Brezilya’da “pembe iktidarlar” devrildi. ABD emperyalizmi, yerli sermaye ve finans kapital ittifakı neo-faşistleri iktidara taşıdı. Örneğin Brezilya’da bu süreç 2015 sonrasında iki sivil darbe operasyonu ile gerçekleştirildi. Önce İşçi Partisi’nden Başkan Rousseff azledildi; sonra eski başkan Lula hapse atıldı; seçime katılması önlendi; faşist Bolsonaro iktidara geldi.

Neoliberalizmle daima mesafeli olan laik ve sola açık Hindistan demokrasisine karşı, finans kapital Hindu faşizmini temsil eden fanatik Modi’ye açık destek verdi; iktidarını alkışladı.

Orta Doğu kalkışmalarına karşı neo-faşizmin işlevini önce ilk çözüm, Müslüman Kardeşler’de arandı. Mısır’da halk ayaklanması bu seçeneği reddedince insafsız bir askerî faşizm yeğlendi. Dahası, bu coğrafyanın (Irak’tan sonraki) son iki laik ülkesinde (Libya ve Suriye’de) rejim değiştirme operasyonları başlatıldı.  Bu seçenek velayet savaşları yoluyla, ölçüsüz kan dökülerek sürdürülmektedir. Batı’da, Latin Amerika’da neo-faşizmin işlevleri buralarda şeriatçı, cihatçı İslam tarafından üstlenildi.

Kısaca görmekteyiz ki, korona krizi arifesinde, kapitalizmin egemen güçleri sistemin dönüşümü bir yana, onarım ve revizyon seçeneğinin gündeme geldiği her durumda bu fırsatı reddettiler. Sermayenin tahakkümünü neo-faşist çerçevede sürdürmeyi yeğlediler.  Korona salgınının ABD, Britanya, Brezilya ve Hindistan’daki bilançosu bu seçeneğin de iflasını ortaya koymaktadır.

Son olarak söylemek istediklerinizi alalım. Türkiye’nin ve Dünya’nın geleceğinde salgın sonrasında ne var ya da nelerin olması gerekir?  

Türkiye’nin durumu, artık büyük ölçüde Orta Doğu konumundadır. Ülkemize ilişkin olarak bu kadarıyla yetineyim.

Batı’da temsilî demokrasi neo-faşistleri iktidara taşımaya başlamıştır. Bu dönüşüm Güney coğrafyasında emperyalizmin de saldırganlığı ve katkıları ile hayata geçiyor.

Şu sonuç ortaya çıkıyor: Kapitalizm ve onun son aşamasını temsil eden emperyalizm, tarihsel özelliği olan “yıkarken inşa etme, böylece yenilenme”  niteliklerini yitirmiştir.  Sistemin, dinamizmi de bu nedenle yok olmaktadır.

Tarihi boyunca kapitalizmin kendisini yenilemesi, sınıflar-arası büyük uzlaşmalarla gerçekleşmiştir. Bu tespit, II’nci Dünya Savaşı’nı izleyen otuz beş yıllık sınıflar-arası uzlaşmanın yaşandığı, “kapitalizmin altın çağı” diye adlandırılan dönemle sınırlı değildir.

Ücretli emekçiler, “kendisi için sınıf olma” eğilimine yöneldikleri her aşamada, burjuvazi, sınıfsal ödünler verme esnekliğini göstermiştir. Sayısal azınlık olan egemen sınıf,  genel oy hakkını kabul ederek sistemin kalıcılığını sağlamıştır. Tutucu Alman burjuvazisi, örgütlü işçi sınıfına refah devletinin ilk kurumlarını getirmiş; devrimci bir program taşıyan sosyal demokrasinin parlamentodaki varlığını sineye çekmiştir.

21’nci yüzyılın ilk çeyreği tamamlanırken bu koşullar yok olmuştur. Yüz yıl önce Rosa Lüksemburg’un ortaya attığı seçeneği andıran bir dönemeçteyiz:  Ya devrim, ya barbarlık…

Yukarıdaki örneklerden çıkan sonuç budur: ABD’de, Avrupa’da sermaye tahakkümünü sadece hafifletme seçenekleri dahi Batı burjuvazisi tarafından ısrarla reddedilmektedir. Sistemin çevresinde ise, benzer “onarma” çabaları, şiddet yöntemleriyle engellenmekte; ülkelere özgü faşist iktidarlar yeğlenmektedir.

Tehdit altına giren sermaye tahakkümünü uzlaşarak, ödün vererek hafifletmek; ne pahasına olursa olsun önlenmelidir. Güçlük çıkınca neo- faşistler, geçen yüzyılda geleneksel faşizmin üstlendiği işlevi devralmaktadır.

Neo-faşizmin halk sınıfları saflarında, devrimci, hatta reformcu sol seçeneklere karşı sağladığı desteğin nedenleri de tartışılmalıdır. Bunlara sadece değinebilirim.

Kapitalizm, bir dünya işçi sınıfı oluşturmuştur. Bu sınıfın coğrafi dağılımı, bileşimi ve ülke-içi sınıfsal yapı değişimleri, geleneksel sosyalist-komünist hareketlerin yükseldiği dönemlere göre farklılıklar içeriyor. Geçmişin bilançosu ile bugünün koşulları arasında bir sentez mümkün müdür? Bildiğim kadarıyla henüz yanıtı verilemeyen çetin bir soru…

Yeni ortamın dünya emekçileri içinde yarattığı farklılıklar, kültürel gerilimler, emekçi sınıflar-arası dayanışmayı, işbirliğini güçleştiriyor. Neo-faşizm bu güçlükten yaralanıyor; boşluğu dolduruyor.

Sınıf mücadelesi, sık sık (bazen “kültür savaşları” diye adlandırılan) kültürel karşıtlıklar ile çatışıyor. ABD ve Avrupa’da neo-faşizmin yükselmesini sağlayan etkenlerden biri, Batılı işçi sınıfının, göçmenlere, dış dünyadaki işçilere karşı duyduğu huzursuzluk ve tepkiden de kaynaklanıyor. Batı burjuvazisi, sanayi üretimini Asya’ya, Çin’e, Meksika’ya taşıyor; ABD’nin, Avrupa’nın mavi yakalı işçileri işsiz kalıyor; hizmet sektöründe ise Güney’den gelen koyu derili göçmen işçilerin rekabeti ücretleri aşındırıyor. İngiltere’de Brexit, serbest emek dolaşımını sağlayan AB kurallarına karşı koyulan tepki ile de besleniyor. Geleneksel işçi sınıfı oyları faşist Johnson’a kayıyor.

Güney coğrafyasında bir anlamda benzer kültürel, dinsel, milliyetçi tepkiler söz konusu değil mi? Sadece Türkiye’ye göz atalım: Türkiye işçi sınıfının elli yıl önce sosyalizme yönelmesini Müslüman kimliği engellemiyordu. Torunları, nasıl olup İslamcı faşizme teslim oldu?

Suriyeli işçiler Çukurova pamuk tarlalarında yarım ücretle çalışarak Kürt işçilerin yerini aldı. İşçi sınıfı dayanışması, sınıf kardeşliği mi? Türkiyeli işçilerimizin sınıf menfaatini koruma mı? Korurken de Suriyelilerin kültürel özelliklerini, Arap’lığını, farklı Müslüman kimliklerini, hatta (politik ölçütlerle) olası cihatçı kimliklerini de katarak veya onları aşarak… Hangisi? Nasıl?

Dünyayı değiştirmek isteyen devrimci, anti-kapitalist muhalefetin bunun gibi güçlüklerin üstesinden gelmesi gerek. Bu çaba içinde, geçmiş devrimci mücadele birikimlerini, örgütlenme, mücadele yöntemlerini, kazanımlarını hem sahiplenmek; hem de bugünün koşullarına (gerekirse aşarak) uyarlamak…

Bu çetin görevi üstlenenlere kolay gele.