SÖYLEŞİ | Prof. Dr. Bilsay Kuruç: Koronavirüs sonrası ekonomi ve düzen - 1

Prof. Dr. Bilsay Kuruç, dünyayı saran koronavirüs salgınının ardından ekonomi, kriz senaryoları ve kapitalist merkezlerin değişimleri ve olası yeni pozisyonlarına ilişkin başlıklardaki sorularımızı yanıtladı.

SÖYLEŞİ | Prof. Dr. Bilsay Kuruç: Koronavirüs sonrası ekonomi ve düzen - 1

Prof. Dr. Bilsay Kuruç, dünyayı saran koronavirüs salgınının ardından ekonomi, kriz senaryoları, kapitalist merkezlerin değişimleri ve olası yeni pozisyonlarına ilişkin sorularımızı yanıtladı. Bu uzun ve değerli söyleşiyi okuyucularımıza üç bölüm halinde sunacağız.

Söyleşimizin ilk bölümü şöyle:

SORU: Koronavirüs salgınıyla beraber yeni gelişmeler yaşanmaya başladı. Acaba bunlar daha sonra gelecek olan değişimlerin başlangıcı mı? Böyle bir giriş yaparak uzun bir söyleşi yapalım deriz…

Korona salgını dünya çapında dehşet yarattı. Salgın ve dehşet yeni şeyler düşünmek için de ortam oluşturuyor. Bu ortam yeni bir dünyanın kapısını açacak mı? Yoksa bugünkü düzenin sahipleri ve memurlarının arzuladığı gibi hasar tablosu ne olursa olsun, bir takım “onarım”larla düzen devam mı edecek? Sorgulamalar ve düşüncelerin merkezinde günümüzün kapitalizmi olduğuna göre, bu merkezden ayrılmadan birkaç gözlem yapabiliriz.

Önce bilim. İngiliz kızı Mary (Godwin) Shelley 19 yaşında, Cenevre’de uzun bir öykü yazdı: Bu, 1818’de Londra’da ‘Frankenstein, or the Modern Prometheus’ başlığıyla, yazarın adı verilmeden basıldı. Türkçe söylersek Frankeştayn! Öykünün kahramanı Dr. Frankeştayn hastalıklara çare bulmak için insanı yeniden yaratmayı amaçlıyor ve laboratuarlarında kadavradan bir ‘yaratık’ meydana getiriyordu. Ancak, can verdiği ‘yaratık’ (ki, magazin dünyası ona doktorun adını vererek popülerleştirdi, Frankeştayn dedi) bir canavara dönüşüyordu. Ve doktor bu durum karşısında dehşete düşüyor, fakat çaresiz kalıyordu. Mary, bunu, aralarında ünlü Byron’un da bulunduğu dostlar arasında düzenlenen “en iyi korku öyküsünü kim yazacak?” yarışması için kaleme almıştı. İlginç olan, ‘korku’yu bilim üzerine kurgulaması idi. O günlerin modası olan (ya da klasiği) hayaletler üzerine değil. Bu düşünceden hareketle, belki de o niyetle olmasa da Mary, bilim ile etik arasındaki ince çizgiyi sorgulamış oluyordu.

Frankeştayn, yani, ‘yaratık’ sonra magazin ve film dünyasının ürünü oldu.  Sanal âlemde kaldı. Ancak bilimin meyvesi olan gerçek ‘yaratık’ 1945’te dünyaya indi: Atom Bombası. Hiroşima’da 140 bin, Nagazaki’de 70 bin kişiyi, yani sivil halkı birdenbire öldürdü. Kalıcı etkileri ayrı… Nükleer enerji yüz yıldır fizikçilerin katkısıyla gelişmişti. Madam Curie bunu insanlığa yararlı kılabilmek için laboratuvarda kendi yaşamını tehlikeye atarak pratiğe dönüştürmüştü. Ancak, bilimin yüz yıllık emeği ve yaratıcı düşüncesi, öncelikle hastalıkların teşhis ve tedavisine hizmet edecek bir nükleer tıp yolu açmadı. Nükleer enerjiden bir ‘yaratık’ geliştirerek insanları toptan öldürmek bilimi kullanan siyasetin öncelikli kararı oldu. Ve bu ‘yaratık’ projesinde çalışan (Manhattan Project) bilim insanları ne bunu, ne de bunun kat be kat öldürücü ‘nükleer ürün’lere dönüştürülmesini önleyebildiler! Tersine, yeni öldürücü ‘yaratık’larda uzmanlaşan bilim insanları çoğalıverdi. (Nükleer tıp uzmanları ise ancak bundan otuz yıl sonra yerlerini aldılar!) Bu seyir, “Dr. Frankeştayn ile ‘yaratık’ farklı karakterler mi, yoksa kapitalizmin dünyasında birbirlerini mi tamamlıyorlar?” gibi bir soru yaratıyor.

Bugün soru şu: Bir protein zarıyla kaplı minnacık bir genetik enformasyon parçası (cansız bir nesne olan virüs) nasıl oluyor da insan vücudunda bir konuksever hücre buluyor, onun genetik enformasyon kodunu çözüyor, böylece orada parçalara ayrılıyor, çoğalıyor, daha çok hücreyi enfekte edecek yeni virüsler yaratıyor. Kısacası can kazanıyor ve orada mutasyon geçirerek doku hasarı yaratacak, organ yetersizliği doğuracak bir ‘yaratık’ haline gelerek canavarlaşıyor? Bununla karşı karşıyayız. Yarın, başka cansız nesnelerin (örneğin suda ya da havada bulunabilecek bir takım parçacıkların) canlılara ait diye düşünülebilecek bir süreç olan mutasyonla çoğalma ortamını bulması ve insanlık için daha büyük tehlike yaratması olası mı? Korona salgını bizi böyle bir bilim kurguyla yaşamanın eşiğine getirmiş oluyor mu? 21. yüzyıl ağırlıkla bir bilim çağına gireceğimizi ve orada bilimin iki yanı keskin bir kılıç olabileceğini şimdiden göstermiyor mu?

Bu düşünceler bugünkü virüsün laboratuar ürünü bir ‘yaratık’ mı, yoksa doğanın evrim süreci içinde karşımıza çıkan tatsız ve ölümcül bir şaka mı olduğu gibi yanıtı hazır olamayan bir soruya uzanıyor. Amerika’da çalışan uzman bir Türk hekimi Dr. Gökhan Hotamışlıgil, bir süre önce bunun “laboratuar ortamında üretilmiş ya da yapay bir virüs olduğuna dair şu anda kanıt sıfır” diyerek, komplolara açık olasılıklara kapıyı kapattı.  Ancak, siyaset dünyasının baş aktörlerinden Trump, Korona demiyor da “Çin virüsü” diyor. Karşı görüşler de var: Amerika’da, Maryland’deki bir laboratuardan kaynaklandı diyorlar. Ancak, siyaset âlemine özgü bu atışmalar halk kitlelerinin işine yaramıyor. İnsanlar, “Ölecek miyim kalacak mıyım? Kalacaksam, ekonomik olarak kalabilecek miyim?” ile karşı karşıyalar.

SORU: Peki, önce şunu merak ediyoruz: Salgınla başa çıkmak, bunu halk sağlığını gözeterek yapmak söz konusu olacağına göre, bizde ve her yerde bunun gereği yapıldı mı? Yapılıyor mu? Ya da ne yapılıyor?

Yine Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil’in vurguladıklarından hareket edelim. Çünkü işin bütününü aydınlatıcı ifadeleri var: “Tüm ülkelerde ‘kurumsal erozyon’ yaşanıyor, bu da ölümleri artırıyor!” diyor. Önümüze soruyu koyuyor: Soralım, nereden çıktı bu erozyon? Devam ediyor: “Trump yönetimi çok geç ve yetersiz müdahale etti!” İşte, bir sistemin çıplak fotoğrafı…

Devam edelim: “Amerika’nın ‘sağlık sistemi’ zaten çok sorunlu idi. Maliyeti çok yüksekti! Salgınla başa çıkabilecek ek kapasitesi yok. Sistem içerisinde muazzam eşitsizlik var!” İşte verdiği anahtar: Muazzam eşitsizlik… Öteki anahtarların dişlileriyle birlikte tümü birbirini tutuyor: Kurumsal erozyon, maliyeti çok yüksek bir ‘sağlık sistemi’, bunun ek kapasiteden yoksunluğu ve çok geç ve yetersiz müdahale.

Hotamışlıgil’in son vurgusu bir çağrışım yapıyor: Acaba mesele virüs salgını değil de, bir ciddi savaş olasılığı olsaydı, Amerika savaş başladıktan çok sonra ve yetersiz mi müdahale ederdi? Yetmiş yıldır, nükleer bomba ile başlayıp kurduğu ve git gide takviye ettiği muazzam savaş makinesi ile en kısa sürede ve aşırı bir yıkıcılıkta müdahale eder miydi, etmez miydi? Sağlıkta ortaya çıkan ‘muazzam eşitsizliğe’ olası savaş halinde yer verir miydi? Savaş hali ile salgın tablosu arasındaki ürpertici zıtlığı sadece Trump’ın ihmali gibi sunarsanız, işi yokuşa sürmüş, insanların gözlerini kapamaya girişmiş olursunuz. Çünkü sağlık sistemindeki (eğer buna ‘sistem’ demeye diliniz varırsa) muazzam eşitsizlik ‘kurumsal erozyon’ ile aynı zeminin farklı yönlerden çekilmiş fotoğrafıdır. Kurumlar bir sistem içinde oluşur ve o sistem için işlerler. Gökten inmezler (Bizde neden o kurumlar yok da bunlar var, diye hayıflanamayız!). Kapitalizmin kurumları da kendine özgüdür. Kapitalizmde kurumlaşma, o bünyenin piyasaları için oluşmuş ve işlemektedir. İnsanlar için değil. Ve bunlar son yetmiş yılda gördüğümüz gibi, insanlar için inşa edilmiş ve sosyal devlet adı verilmiş kurumların yapısını yok ederek oluşmuşlardır. Dünya çapında, kapitalizmin son kırk yıllık modeli içinde kalarak sosyal devletin kurumlarının yeniden oluşmasını beklemek saflık olur. Bu, ‘sermaye rejimi’nin bugünkü doğasına, yani birikim tarzına zıttır. Son kırk yılda giderek dünya sermayesinin ‘zayıf halkası’ olmaya ve böylece onunla bütünleşmeye yönelmiş olan Türkiye kapitalizminde de başka türlüsü olamazdı ve bu senaryo sürdükçe olamaz. 13 milyonluk tümü bitkin ve yarısı hasta bir köylüler ülkesinde kurulmuş Cumhuriyet 1928’de, yani henüz sanayi programlarını yapmadan ve devletçi iktisat politikasını yürürlüğe koymadan önce Hıfzıssıhha’yı kurdu. Yani sağlık sistemini yaptı. Hıfzıssıhha’nın 2000’li yıllarda iki hamlede kapatılmış olmasının sadece bir iktidar partisinin kendi başına yapıverdiği bir ‘hatalı iş’ saymak safdillik olur. Sermaye rejiminin “Kapatınız!” talebi olmasa kapatılır mıydı? Ve ülkedeki siyaset topluluğu bunu sessizce (yani, işe ortak olan bir pasiflikle) karşılar mıydı?

SORU: Bu durumda salgınla nasıl mücadele ediliyor? Bir yeni sistem mi var?

Bakın, bugün ülkenin bilim ve sağlık kadroları ve onlara her düzeyde yardımcı olmaya çalışan emekçiler birer itfaiyeci gibiler. Yani, önleyici bir sistem yok edildiği, geliştirilmediği için, çıkan ve hemen her yeri saran yangını söndürmeye çalışıyorlar canla başla. Bazıları bu yangına yakalanıyor ve ölüyor. Türkiye’nin bağlandığı ‘sermaye rejimi’  içinde, ne yazık ki, başka türlüsü düşünülemez. Çünkü kapitalizmin son kırk yıllık senaryosu içinde halk sağlığı öncelikler arasında yer almamıştır. Mantık, “herkes kendi sağlığından sorumludur, nokta!” mantığıdır. İktisatçı dili ile söylersek, insanlar (tek tek) parasal durumlarının el verdiği derecede ve kalitede sağlık hizmeti satın alabilirler! Bu senaryonun ‘sağlık piyasası’, toplum çapında bir bela olan (bazılarının deyişiyle, herkesi tehlikede eşitleyebilen) salgını kapsam dışında tutar. Salgın halinde harekete geçebilecek, önceden planlanmış ve yerine oturmuş bir kapsamlı toplumsal sağlık alt yapısı bulunmadığı için, tehlike büyüyünce yapılan müdahaleler, bir ucunun öbür ucunu tutup tutmayacağı belli olmayan, “inşallah başa çıkarız!” şeklinde hamlelerdir. “İtfaiyeciler”in gücü ve takati ölçüsünde yapılan, belirsizliklerin azaltılabilmesi zor çabalardır. Bu büyük cenk, ‘sermaye rejimi’nin yapısı içinde kendiliğinden yeni bir sağlık sistemi yaratamaz. Yangın söndükten sonra herkes kendi yerine döner.

SORU: Müdahale güçlendirilemez mi?

Bunun için yeni bir anlayış lazım. Öncelikle sağlığa acele büyük kaynak aktarmak gerekiyor. İlk akla gelmesi gereken kamu bütçesi içinde büyük aktarma yapmaktır. Türkiye bunu 2. Dünya Savaşı yıllarında, yani, altı yıl boyunca yaptı. “Çocukları babasız bırakmamak” için, bütçenin yüzde 70’ini bir yandan tifüs, sıtma, frengi, verem, tifo mücadelesi, bir yandan parasız eğitim, bir yandan da savunmaya ayırmıştı. Ancak, şimdi bambaşka bir senaryo içindeki Türkiye’ye geldik. Şu söyleyeceğim bugünkü siyasal tablo içinde gerçekçi değildir. Fakat yapılabilse, yaratacağı sağlık seferberliği ile çok hayat kurtarılabilir(-di): Diyanet bütçesinin en az yüzde 20’si Sağlık Bakanlığı ile üniversiteler bünyesindeki tıp fakültelerinin birlikte örgütleyeceği bir Sağlık Fonu’na aktarılsın. Bununla, bilimsel düzeyde ve süregelmekte olan salgın mücadelesinde geniş çapta, yeni ve kamusal bir sistemli çaba yaratılsın. Diyanet bütçesinden aktarma bir başlangıç olsun ve öteki bakanlık ve kuruluşların bütçelerinden aktarmalar da bunu izlesin (Merkez Bankası’nın basacağı para, ancak bütçe içi aktarımlardan başlayacak böyle geniş çaplı bir hamle ile birleştirilirse etkili olur. O para, sağlık hizmetlerinin ötesinde, evde kalmaya ya da işe gitmeye mecbur olanlara yöneltilecek bir geçici kaynak gibi düşünülebilir. Şu kayıtla: Sağlık Fonu yeterince beslenebildikten, dar boğazları giderildikten sonra! Çünkü bu koşullarda tek öncelik insan yaşamıdır).

Ancak şunu vurgulayalım: Kapsamlı bir toplumsal sağlık sisteminin, yani, yıllar önce yapılmış ve geliştirilmiş bir planlamanın bugünkü yokluğunda, salgın halinde sağlığa aktarılacak para miktarı ne kadar büyük olursa olsun, planlamanın yerini tutamaz. Çünkü sadece para, insan kaybının başlangıçtan itibaren durdurulabilmesini sağlayamaz. Salgın yangını ile savaşan “itfaiyeciler”e büyük destek olur, o kadar. Kayıplar başladıktan sonra, yayılmayı yavaşlatmaya, kitlesel kayıpları azaltmaya hizmet edebilir ki, bugün insanlar bu arayış içindeler.

SORU: Bu söyledikleriniz, kapitalizmin yapısına, insan yaşamını düşününce, bu yapının nereden nereye geldiğini merak etmemize yol açıyor. Böyle bakarsak ne görüyoruz?

Evet, işin merkezinde kapitalizm var. Bunu başta söylemiştim. Burada bir bilimsel makale yazma havasında değilim. Söz bugünün kapitalizmi olunca ve bir virüs, kapitalizmi tüm özellikleriyle gündem haline getirince, daha serbest konuşabiliriz. Önce, tarihin bana ilginç gelen bir rastlantısına işaret edeyim. Rastlantıya bakın, Mary Shelley’nin Frankeştayn’ı yazdığı tarihte, 1816’da, günün Habsburg İmparatoru, finans işlerinin kurdu Nathan Rothschild’e (Rotşild diyelim) Baron unvanı verdi (Rotşild’lerin kuşaklar boyu süren ve sürmekte olan öyküsünü okumak lazım). Bu unvan, sonraki yıllarda dünya kapitalizminin ağa devleti olan İngiltere’de de kabul gördü. Rotşild’in böyle önem kazanması, öncelikle savaşları, daha doğrusu birbirleriyle savaşanları finanse etmesinden ve böylece mevcut piyasaları kendine kazanç yaratacak şekilde büyüterek bir ‘kazan-kazan’ oyununu daima başarıyla oynamasından doğuyordu. Oyunda ilk adım savaş, sonraki adım ekonomi idi. Halk sağlığı diye bir şey elbette o zamanlar yoktu. Üstat Rotşild oyunun parolasını açık seçik söylemişti: “Ortalıkta kan gövdeyi götürüyorsa, mutlaka satın almayı bilmelisin. Akan kan seninki bile olsa!” demişti. Bu parola, yani, kapitalizmde piyasaların vazgeçilmez kuralı, geçmiş 200 yılda hiç aksamadan iş gördü. Marx’ın doğumundan iki yıl önce “baron” olan üstat, sanki Marx’ın sermaye üzerine yazacaklarını en kısa şekilde özetlemişti!

Bana öyle geliyor ki, burada çarpıcı olan şey, gelmekte olan kapitalizmin seçkin temsilcisi Rotşild’e feodalitenin bir imparatoru tarafından feodaliteye ait bir unvanın verilmesidir. Simgeseldir. Sanki tarihin kadavrası haline gelmiş feodalitenin nur topu gibi doğmakta olan kapitalizm ile devir teslim törenidir. Ve ondan sonraki dönem, Rotşild’in aydınlattığı şekilde gelişecektir. Toplum değil, piyasalar ve piyasaların insanları (ve iktisatçıları) kapitalizmin dünyaya yeni bir çağ getirmesinde önder olacaklar, yarışacaklardır. Bazı meslektaşlarımız, “kapitalizmin babası Adam Smith değil mi?” diyebilirler. ‘Baron’ Rotşild’in doğduğu yıl Smith’in kitabı yeni çıkmıştı. Smith’de toplum diye bir şey vardır. Rotşild’de yoktur ve o, kapitalizmin atar damarını göstermektedir.

Sorunuzdan hareket edelim ve bugüne gelmek için birçok şeyi atlayalım, bir durakta duralım. 1979’da İngiliz sermaye sınıfının partisi olan Muhafazakârlar’ın lideri Margaret Thatcher, şöyle diyordu açık seçik: “Toplum diye bir şey yoktur!” Sanki Rotşild’e sadakat yemini gibi… Bu, kapitalizmin müstesna “güler yüzlü” (1950-1975) dönemini kapatıp, titreyerek kendine gelmesi için yüksek sesle yapılan çağrı idi. Madam işe başlarken ilk hamlesiyle, büyük işçi sınıfı grevini kırdı. Çünkü işçi sınıfının gücü kırılırsa artık toplum tanımlanamazdı. Kapitalizmin son kırk yılı Madamın bu büyük adımına sadık kalarak şekillendi (Şüphesiz, o sadece bir önemli sözcü idi. O sözü de 1980’lerde yerine iyice oturduktan sonra söylemişti, ama bunu 1970’lerde zaten kalbinde taşıyordu). Dünya kapitalizmi, içinde sosyal devletin doğduğu istisnai bir dönemi 1980’lerde kapatıyordu. Adeta mutasyon geçirerek özüne dönüyordu. “Kapitalizmin piyasaları, her şeyin çaresini bulur!” sloganı ile dünya ölçeğinde (daha küçük olamaz!) yeni “sermaye rejimleri” yaratılmaya başlandı.

Türkiye de, 1980’den itibaren, zaman kaybetmeksizin bu rejimde yerini aldı. Rejim, kendi iktisatçılarını da, siyaset topluluğunu da, “sermaye”nin yeni katmanlarını da yarattı; mevcut kurumları aşındırıp önemsiz kılarken, kendininkileri yaratmaya girişti. Bu süreç, sadece Türkiye’de değil, sermayenin dünya gezisinde (“küreselleşme” denilen şeyin) uğrayıp tapusuna kaydettiği her ülkede aşağı yukarı böyle oldu. Ve elbette, sancılı oldu. Sancı geçici değil kalıcı oldu. Kapitalizmin 20. yüzyıldaki ağa devleti Amerika’nın ekonomisinden başlamak üzere krizler yaşandı. Her kriz kapitalizmin ana kuralı ile başlayarak geçiştirildi: Sermayenin krizini çalışanlar öder!

SORU: Kapitalizmde şimdiki krize nasıl bakalım? Bunun öncekilerden farkı var mı? Öncekilerden bugünküne gelinceye kadar kapitalizm değişikliklerden geçti mi, bugüne öyle mi geldi? Kendi içinde bir şeyler oldu mu? Özetleyebilir misiniz?

Unutmayalım, kapitalizm daima bir kriz potansiyeli taşıyarak işleyen bir sistem. Kısa vadede ve uzun vadede. Kapitalizmin geçmişinde 1950-’70, hâlâ birçoğumuzu yanıltacak şekilde krizsiz geçen özel bir dönemdi. Kapitalizmin 1970’lerin sonlarında başlayan yeni (‘Toplum yoktur’lu) döneminde iki temel kriz potansiyelinin oluştuğunu bugün galiba daha iyi görebiliyoruz. Biri, kapitalizmin kendi iç dinamiğinden kaynaklanan, piyasa merkezli ortaya çıkanlar ki, bunların şahı 2008’de geldi. Öteki, toplum katında biriken, içten içe büyüyen, çok yönlü, insan merkezli (sosyal) krizler. Bu da, kapitalizmin tümünü sorgulatabilecek ölçekte şimdi geldi, geliyor.

Niçin böyle? Krizler bahsi çok uzar. Kısaca ve sadeleştirmeye çalışarak söyleyeyim: 2008 krizi, 1929-‘30 ile başlayan çöküş gibi, bir çifte kriz (finans ve ekonomi) olarak patladı. Bunun kapitalizmin siyasal boyutuna ait boyutu örtük (‘latent’) kaldı. Ve finans-ekonomi boyutunu saran kriz, sonraki yıllarda kapitalizmin siyaset topluluğunu da sürükleyerek bugüne getirdi. Dünyada (ve Türkiye’de) son on yılın siyasetçi tiplerini şekillendirdi. Bunu söylerken, 2008’den bugüne kadar gelen finans-ekonomi tablosunun 2008’den çıkamayan, enkaz görüntüsünü gözden uzak tutmayalım. Bu ağır krizde ‘yaratıcı yıkım’ gibi (Schumpeter’in vaktiyle vurguladığı şey) cerrahi müdahaleli bir ‘çıkışı’ göze alınamadı.  Finans sermayesinin yaralarını sürekli pansumanla (ucuz ve bol para basarak) tedavi etmek gibi bir yol seçildi (kapitalizmin dünya dengelerini korumak şarttı). Ancak ucuz ve bol para, (pansuman yöntemi) kapitalizme, geçen on küsur yılda tedavi sağlamadı, işi erteledi. Kapitalizm ‘çıkış’ bulamadı. Yara içten içe işledi. Her an yeni ve derin krize girilebilir düşüncesi yer etti, arttı. Bugünlere dayandı.  Dünyada ve Türkiye’de…

Kapitalizmin öteki temel krizi ise sanırım bizleri daha çok düşündürmeli. Buna daha yakından ve bütününü görmeye çalışarak bakmalıyız. Çünkü bu kriz insan merkezli… Madam Thatcher’dan hareket edersek (“Toplum diye bir şey yoktur!”) daha berrak görebiliriz. Madamın işaret ettiği tarihi “hamle”, kapitalizmin 1950-‘70 yıllarında kurumlaşmış (kendi finansman modellerini oluşturmuş) olan “sosyal devlet”i geri alıp kapitalizmin ekonomisine, sermayeye verme hamlesiydi. Toplumu, üretim güçlerinin yaratacağı birikimin dışına itme, ortak etmeme adımı idi. Bir birikim sürecinde toplumu nerede, nereden başlayarak görebiliriz?  Yaşama hakkından, yani sağlık, örgütlü çalışma ve eğitim hakları bütününden başlayarak dalgalar halinde birbirine eklenebilen, dilerseniz toplumsal mülkiyet hakları diyebileceğimiz bir ortak özde somutlaşan iradede görürüz. Böyle kucaklayıcı bir irade varsa, toplumu orada görürüz. Sosyal devlet bunun isimlendirilmesidir ve ödünsüz bir anayasa güvencesine sahiptir. Bu güvence ile ama her şeyden önce insanların ortak bilinci ile var olabilir, geliştirilebilir. Kapitalizmin yarattığı Birinci ve İkinci Dünya Savaşları gibi iki “uygarlık krizi”nden 1945’te nasıl çıkıldığını ve bunların faturasını insanların o zaman sisteme yazmayı öğrenmiş olduklarını hesaba yazalım. İşte, 1940’ların sonlarından başlayarak Batı Avrupa’da kapitalizmin isteyerek-istemeyerek kabul ettiği kurumlaşma budur. Ondan otuz yıl sonra ise kapitalizm “Artık yeter!” demiştir.

1970’lere gelince ne oldu? Toplum, yani, o ortak irade yavaş yavaş kapitalizmin ekonomik dişlilerine terk edildi. Kapitalizm, bu ‘toplum’u kemirerek, kendi içinde bir az gelişmişlik alanı yaratmaya ve bunu yaygınlaştırmaya koyuldu. Başka türlü söyleyelim: 1950’lerde başlayan sosyal devlet adımı, kapitalizm hesabına en son (ve istisnai) demokratik devrim adımı idi. 1980’lerden itibaren, kapitalizm otuz yıllık demokratik devrimi geri sardı! Verileni geri alma zamanı gelmişti. Ekonomik birikim yavaşlayıp durgunluk (ve onunla iç içe enflasyon) başladığı zaman hesaplar yeniden yapıldı. Demokratik devrimin maliyeti kapitalizme ağır gelmişti!

1980’den başlayarak sağlığın, eğitimin ‘kamu alanı’ndan çıkarılışını, örgütlü çalışma hakkının zayıflayışı ve tükenişini, kamu mülkiyetinin özelleştirmelerle sermayeye devrini ve bunların kartopu gibi büyüyen etkilerini bir arada düşünelim. Kapitalizm toplumu reel olarak etkisiz kıldıkça onun toplam ekonomik maliyetini de en aza indiriyordu! İnsanlar (çoğunluk) bu süreç içinde sosyal devlet alanından (hakların gelişmişlik alanından) çıkarılıp başka bir alana aktarılmış oldular. Nasıl bir alana? Onları haklardan yoksun bırakan kapitalizme özgü bir tür az gelişmişlik alanına! Tarihi süreç içinde kapitalizm kendi dışında ‘sömürge’ler, yani az gelişmişlik alanları yaratmıştı. Oralarda sosyal devlet kurumlaşması, yani, toplumsal hakların bir bütünlük kazanarak gelişmesi söz konusu olamazdı. 1980’den sonraki süreç ise kapitalizmin kendi demokratik devrimini geri almasıyla, az gelişmişlik alanını kendi içinde yaratmasına doğru işliyor. Kendi içinde toplumsal hakların bir bütünlük içinde yeniden gelişmesini kapitalizm artık kabullenemiyor.

SORU: Ama teknolojide o dönemde büyük gelişmeler oldu. Bununla yetişen insanlara az gelişmiş mi diyelim?

İşte, masum ve haklı bir soru, 1980’lerden sonra yetişen kuşaklar anne ve babalarının, hele büyükanne ve büyükbabalarının öğrendiği, becerdiği, kullandığı teknolojilerin çok ötesine geçtiler ve bu devam ediyor. Son kırk yıldır kapitalizmin yeni birikimini körükleyen yeni teknolojiler tümüyle yeni piyasaları (küreselleşme dalgasını) ve yeni savaş sanayilerini besledi (Bilim dünyası geniş ölçüde bu sürecin içinde kaldı). Dijital çağda kapitalizm kendi çocuklarını yetiştirdi. Onların büyük çoğunluğu yaşam koşullarını belirleyen yeni teknik bilgilere sahip olmayı öğrendi, onlarla iç içe yetişti. Bu, tartışılmaz zorunluluktu. Ne var ki, bu süreç içinde o çocuklar toplumsal hakları öğrenmekten ve onlara sahip olmaktan yoksun kaldılar.

Çünkü basitleştirerek söylersek, artık 1970’lerden sonra adeta bir mutasyon geçirmiş olan kapitalizmin temel koşulu, “teknolojiyi öğreneceksin ve toplumsal haklar denilen şeyi zinhar öğrenmeyeceksin, merak da etmeyeceksin” olmuştu. “Her şey piyasada var ve olacak. İstersen sağlığın, eğitimin iyisini oradan satın alabilirsin. Alamıyorsan ikinci kalitesini yardım şeklinde veririz. Ama hak filan vermeyiz. Örgütlü çalışma hakkı gibi şeylere zaten ihtiyacın olmayacak” idi! İşte kapitalizmin hüneri burada. İnsana 40 yıl boyunca bunu temel koşul olarak dayatabilmesinde.

Bu model içinde, unutmayalım ki, devlet de yavaş yavaş ‘sosyal’ belleğini yitirdi. Sosyal kurumları ufalarken, sermaye, yeni dönemin ihtiyaçlarını kendine göre düzenleyerek devleti şekillendirmeliydi. Ve öyle yaptı. Bu derin bir bahis. Ona girmeyelim. Şimdi, virüsün bizi karşı karşıya bıraktığı tabloda çarpıcı olan şey, genç kuşakların ‘sosyal devlet’ ile daha doğrusu, toplumsal haklarla tanışmamış olması. Zengin ve pek zengin olmayan kapitalizmlerde bu ‘tanışmamışlık’ biraz önce söylediğim gibi, bir az gelişmişlik alanı yaratarak başat özellik halinde ortaya çıkıyor. Hak kavramı toplumsallıktan soyutlanıyor. Yerini satın alma gücüne bırakıyor. Bu, teknikçe gelişmiş, toplumsal haklarda gelişmemiş insanın fotoğrafıdır. Gelişmişliği sadece teknoloji boyutuna hapsedince ortaya çıkan manzarada bir çelişki daha var: İnsanlar uzunca bir süredir doğaya, yeşile, hayvanlara haklar yaratarak sahip çıkma mücadelesindeler. Buna yaşam kalitesinin gelişmesi olarak bakıyoruz. Güzel. Ancak, bunlarla meşgul iken, kendilerine ait olması gereken toplumsal haklarını tümüyle unutmuş görünüyorlar! Yaşam kalitesini kendi haklarının (sağlıktan başlamak üzere) mücadelesi dışında aramaya alışıyorlar. Kısacası, kapitalizmde insan merkezli krizi kavrayabilmek için bu manzara ile yüzleşmek gerekiyor. Piyasa merkezli ekonomi-finans krizini ve kriz potansiyelini ise iktisatçı meslektaşlarımızla konuşalım.

SORU: Kapitalizmin iki krizi birden dediğiniz zaman, neredeyiz? Nereye gidiyoruz?

Krizin merkezinde bugün her şeyden önce bilim ve sağlık, daha doğrusu yaşama hakkı var. Yaşama hakkı kapitalizmin içinde bulunduğu ekonomi (finans) ve siyaset merkezli krizini de çarpıcı kılıyor. Ancak, şu berraklaşıyor: Kapitalizmin ekonomi ve siyasetinden bilim ve sağlık için ciddi, kalıcı ve sistemik bir fayda beklenemez. O halde, virüs ortamının yarattığı “Artık dünya değişecek!” çizgisindeki yorumların somut analizini görebilmek lazım. Öngörülen ‘değişme’nin emareleri nelerdir? Gerçekleşebilecek şeyler midir?

Önce şunu saptayalım ki, meramımız anlaşılabilsin: Thatcher yılları ile adeta bir mutasyon geçirmeye başlayan kapitalizm, o dönemi 2008’de, ağır krizle tamamlamış görünüyor. O dönem hem ‘büyük’, hem de ‘yavru’ kapitalizmlerde ekonomiyi ve siyaseti bir bütünlük içinde dönüştürdü. ‘Eski’ ile bağları hemen tümüyle kopardı. ‘Eski’ kurumlaşmaları (hem ‘büyükler’de hem de ‘yavrular’da) ya tasfiye etti, ya da kendine göre onlara bir yapı verdi. Kendi iktisatçılarını ve siyasetçilerini ve (dijital çağ ile uyumlu şekilde) meslek profillerini de yetiştirdi, düzenledi.

2008 krizi, yine basitçe söylersek, sistemin bir mutasyonu tamamladığının güçlü işaretiydi. Sistem sanki “Daha öteye gidemiyorum, patlayacağım!” diyordu. Ve patladı. Adeta 1929-‘30’un, 19. yüzyıldan gelen uzun dönemin (ekonomisi ve siyasetçisi ile) gecikmiş mutasyonunu tamamlamış olması gibi… 2008’e kadar dünyaya yayılmış (daha doğrusu, dünyanın içine işlemiş) olan kapitalizm ‘başka bir şey’e mi dönüşecek, yoksa o model kabuk mu bağlayacaktı? 2008 krizinin, olup bitenlere kafa yoranlar için sorusu bu idi. Ve model 2008’den sonra kabuk bağladı! ‘Başka bir şey’e dönüşmedi. Ve içindeki kriz potansiyeli de artmaya başladı. Bunun böyle olduğunu en çok kapitalizmin piyasa ajanlarının o tarihlerden başlayan değerlendirmelerinde, davranışlarında okuyabilirsiniz. (Bizimkilerde değil, kapitalizmin merkez piyasalarındaki ajanlarda!)

Özellikle 2009’dan itibaren kapitalizmin merkez piyasalarında bir tedirginliğin yavaşça yerleştiğini izleyebiliriz. “2008’den daha büyüğü mü gelecek?” sorusu ve düşüncesi gündeme oturdu. Küreselleşme denilen aşama (Kapitalizmin en yüksek aşamasının da aşaması!) artık sınırlarına dayanıyordu. Her şeyden önce, kapitalizmin trenini 1990’lardan başlayarak çeken Çin lokomotifi temposunu yavaşlatıyordu.  Bu bir. İkincisi, kapitalizmin yeryüzü ölçeğinde yekpare, yeni bir yüksek ekonomik büyüme yoluna girebilmesi mümkün görünmüyordu. Üçüncüsü, Thatcher’ın ideolojik pozisyonu ile başlayıp, buna göre şekillenen yıllarda, kapitalizmin siyaset toplulukları (hem ‘büyükler’de, hem ‘yavrular’da) da kabuk bağlıyordu. Bırakalım yeni, yaratıcı düşünceleri, kapitalizm artık demokrasi üretmiyordu (uzun süredir böyle bir ‘misyon’u yoktu. Siyaset âleminde en çok kullanılan sözcük haline gelmiş ‘demokrasi’nin ne anlama geldiği, siyasetçilerin ağzında kullanımı arttıkça daha da belirsizleşiyordu! Siyaset toplulukları sanki böyle bir ‘tersine eleme’ ile şekillenmeye başlamıştı). “Neredeyiz?” sorusu için böyle bir arka planı dikkate alarak ilerleyelim.

SORU: Böyle bir arka plandan hareket edersek, bugünkü durumda ortaya çıkan bir şeyler mi var? Yani, gelecek için anlamlı şeylerden bahsedebilir miyiz?

Arka planın işaret ettiğim özelliklerini unutmayalım ve salgında davranışlara bakalım. Tipik olan nedir? Önce Amerika’ya bakmalıyız. Dünya kapitalizminin aşağı yukarı seksen yıllık ağa devletidir. Önce insan sağlığı ve ona göre yeniden ayarlanacak ekonomi mi, yoksa koşullar ne olursa olsun kapitalizmin ekonomisi ve bunu hiç yeniden ayarlamaksızın girişilecek sağlık çalışmaları mı? İkincisi! Trump kadrosu (kabinesinin tümüyle Wall Street’ten geldiğini unutmayalım), çevresi, eski ve yeni danışmanları bunu vurguladılar, gösterdiler. Modelin “gelecek kuşakların ekonomik kazançları için gerekiyorsa bütün yaşlılar ve zayıfların ölmesiyle işlemesi”nin ana ilke olduğu bile dile getirildi; tutumlar bunu yansıttı. Amerika’da özellikle 2019 başından itibaren artan yeni ve büyük ekonomik kriz endişesi karşısında, 2020 başında ufukta görünen insan merkezli sağlık krizi bir süre savsaklandı, görmezlikten gelindi. Tutum “Griptir, geçer”le başladı. Dünya Sağlık Örgütü’nün 11 Mart’taki “Dünya çapında salgın” duyurusundan ancak bir hafta kadar sonra, yani vakalar ve ölümler artınca, Amerika’da karantina gündeme alındı. Ve oradan da Kongre’de 2.2 trilyon dolarlık bir kaynak toparlama ve böylece ekonominin işlerliğini aksatmama noktasına gelindi.

İki küsur trilyon dolar, Amerika’da kapsamlı bir sağlık sisteminin kurulmasını (Aşağı yukarı 50 milyon insanı sağlık hizmeti ‘satın alabilmek’ten yoksun olan Amerikalıların tümünün eşitçe bir sağlık hakkına kavuşabilmesini) öngörmüyor.

Yani, bir model değişikliği olmayacak. Saptamak gereken ilk nokta bu… İkincisi, 2.2 trilyon doların içinde başka ülkelere destek olarak ayrılacak bir şey yoktur. Ağa devlet, dünya salgınında sadece kendi modelini korumaktadır. Sağlık desteği asıl sürecin, yani küreselleşme sürecinin dışındadır. Eski köye yeni adet söz konusu değildir.

Üçüncüsü, ikinci ile tutarlıdır: Trump, Dünya Sağlık Örgütü’nü (DSÖ) sevmediklerini söylüyor. “Parasının çoğunu biz veriyoruz. Çin’e sempati gösterirlerse keserim bu parayı!” gibi konuşuyor. DSÖ’nün yıllık bütçesi sadece 2 milyar dolardır. Ve 2002-2009 yıllarında Norveçli Brundtland’ın direktörlüğü döneminde dünya çapında yaptığı atılım, kapitalizmin etkili çevreleri ve medyasının gazabını çekmiş ve sonra DSÖ onlar tarafından etkisizleştirilmiş, “Duyuru falan yapabilirsin, ama o kadar. Çizmeden yukarı çıkma. Başımıza Dünya Sağlık Bakanlığı gibi bir şey istemiyoruz” denilmiştir. Bugün, salgınlara karşı duyurular yapan, bundan öteye gidemeyen bir ‘zararsız’ kurum halindedir. Kısacası, Trump, kapitalizmin modelinde yerini hak etmiş bir siyasetçi olarak konuşuyor: “Sağlık piyasası’sında şirketler vardır ve o piyasada sağlık hakkı diye bir şey yoktur! Salgın halinde devlet (ulusal sınırlar içinde) yardımcı olur ve salgın bitince yardım da sona erer” diyor. “Her şey artık değişecek!” gibi bir düşünceden uzak duruyor, Amerikan halkını da uzak tutmayı amaçlıyor. Kendi kapitalizmini bir an önce işletmeye bakıyor.

Dördüncüsü, “Bir taşla kaç kuş vurulacak?” sorusu. Salgının salgın olduğuna piyasalar karar verdikten sonra, ‘yavru’ kapitalizmlerden (Türkiye dâhil) 83 milyar dolar kaçtı ve ‘güvenilir limanlar’a yerleşti. Sermaye kaçışının yanı sıra, oralarda ekonomide (işler yavaşladığı için) iç talep düşmeye, ihracat gelirleri de azalmaya başladı. Kısacası, küreselleşmenin yarattığı ‘yapay’ ferahlık, birden bire bunun ikizi olan ‘yapay’ darlığı getirdi o ülkelere. Bugünün ekonomik fotoğrafı bu çaresizliktir.

Birdenbire salgınla ve çaresizlikle yüz yüze gelen ülkeler (50 yoksul ve 31 ‘yavru kapitalist’) için dünya finans piyasaları çare olmazdı ve olmadı. IMF’ye yöneldiler. Durum 2008’in kriz tablosundan daha kötüydü. 2008’de ‘eve kapanmanın ekonomik maliyeti’ gibi, işleri dünya çapında durduran bir senaryo yoktu. Şimdiki durum, savaş ekonomisine de benzemiyor. Çünkü o, zorunlu ve sürekli üretim ve istihdam ekonomisidir. IMF (herhalde bıçak kemiğe dayandığı için) şimdi açık konuşuyor, ufukta zincirleme iflas ve kitlesel işten çıkarma dalgaları gördüğünü, 2020’de dünya ekonomisinin derin inişe geçeceğini, 2021’de ‘inşallah’ biraz toparlanabileceğini söylüyor ve ekliyor: “Dünya ekonomisine 5 trilyon dolar pompalamak lazım ki derin iniş olağan üstü çöküşe gitmesin!”

İşte bu ortamda safça ya da hince ortalıkta ‘Marshall Yardımı’ gibi sözler dolaştı. IMF, kapısına çaresizlikle gelen ülkeler için ‘Marshall’a benzer lezzette bir düzenleme hazırlıyor (ya da hazırladı): Rezervlerinde yeterli (bunu ‘yüksek’ diye okuyalım) tutarda Amerikan Hazine Kâğıdı tutan ‘yavru’ devletlere bunu teminat olarak göstererek, ‘swap’ yapma, yani kendi paraları ile doları takas etmek üzere vadeli bir işlem yapma ‘şansı’ yaratıyor. Bu bir ek borçlanma işlemi oluyor. Yeterli Amerikan Hazine Kâğıdı olmayanlara da (ya da Türkiye gibi, kalmamış olanlara!) bir ayrı düzenleme vaat ediliyor. Vaatten ibaret. IMF Direktörüne göre, çaresizlerin gerçekte 2.5 trilyon dolara ihtiyaçları vardır!

Bu bilgiyi niçin verdim? İşi bilgiçliğe boğmak için mi? Karşılaşılan durum ne kadar erişilmez, gerçekleştirilmesi neredeyse olanaksız hacimde kaynakların konuşulmasına yol açtığı için. Küreselleşme denilen dünya senaryosunun ‘cicim yılları’ çoktan geride kaldı. Şimdi ödenecek bedele geldik. Buradan IMF’ye ve Amerika’ya dönersek, şunu okuyabiliriz: Dünya daha çok dolara muhtaç bir noktaya gelmiştir. Böyle diyorlar. Görev, adeta virüstedir! Dolar ‘çaresiz’ ülkelerdeki menziline eriştikçe bu yolda bir adım atılmış olacaktır. Amerikan Hazine borçlanması da yeni bir destek elde edecektir. Bakış budur.

‘Bir taşla kaç kuş?’ bir başka şeyi de gündeme getiriyor. Merak uyandırıyor ve ayrıntılı çalışma istiyor. Kısaca vurgulayabiliriz: Başkan Roosevelt’in severek benimsediği ve istediği Birleşmiş Milletler (BM) 1945’ten başlayan dönemde uluslararası hukukun kurumlaşmasında merkezde idi. (Roosevelt’in ömrü, bilindiği gibi BM’nin kuruluşunu görmeye yetmedi). İlerleyen yıllarda ise Amerika uluslararası hukuka yaygınlık ve saygınlık kazandırmak yerine, kendi gücünü dünya ölçeğinde hukukun yerine koyan girişimlere yöneldi. Bunlar biliniyor. 1980’lerle birlikte küreselleşme yaygınlaştıkça uluslararası hukuk, kapitalizmin yeni kalıbına göre şekillendirilmeye, ya da geçersiz kalmaya başladı. Bunun örnekleri çoğaldı. Son yirmi yılda hukuk ve güç arasındaki bağdaşmazlık artarken, ilginç olan, Amerika’nın sadece uluslararası hukuku ve onun kurumlarını görmezlikten gelişi değil, özellikle 2008’den sonra küreselleşme sürecinde kendisini mecbur kılacak angajmanlara da mesafeli durmaya başlamasıdır. Bu söylediklerim, dediğim gibi gözlemlerdir. Uluslararası hukukçular, siyaset bilimciler ve dünya ekonomi ve finansının uzmanlarının ek gözlem ve bilgilerine muhtaçtır.

‘Bir taşla kaç kuş?’ yaklaşımı galiba dikkat çekici bir şeyi daha gösteriyor: 2008’deki depremin merkez üssü Amerika olmuştur. O küreselleşme aşamasının yarattığı büyük depremdi ve sonraki ‘artçı depremler’ bir tükeniş ortamına girildiğini, o ortamda sadece piyasalara kayıtsız şartsız destek vermekten başka bir yol olmadığını kapitalizmin hemen tüm çevrelerine benimsetti. Tükenme işaretleri veren kapitalizmin ‘düşünürler’i bir ‘iyi küreselleşme’ aramaya koyuldular. Depremin merkez üssü Amerika ise, galiba durumu başka türlü değerlendirmeye yöneldi.

Amerika’nın kendi dünya çapında savaşlar yaratabilme kapasitesini daima vazgeçilmez stratejik boyut olarak benimseyip geliştirdiğini bir yana bırakırsak (konumuz değil), 2008’den sonrasının ‘artçı depremler’ ortamı bir sürekli ekonomik-finansal kriz yönetiminin önem kazandığı ortamdır. Amerika ve dünya ekonomisi (Çin’in de vites düşürmesiyle) artık hızlı büyüme dönemini kapatmıştır. Olası krizlerin nasıl yönetileceği önem kazanmıştır. Trump’ın, belki de Amerikan devletinde Trump’tan önce başlatılmış “Önce Amerika!” çizgisine buradan bakalım. Amerika dünyaya askeri ve siyasal (ikisi iç içe) pencereler açmalı, fakat artık getirisi götürüsünden az olacak küreselleşmenin tek sahibi olmaktan uzaklaşmalıydı. Bunu böyle düşündüklerini tahmin edebiliriz. İkinci bir 2008, Amerika’nın altından kalkamayacağı bir büyük depremdir. Küreselleşme senaryosunda dünyanın para (likidite) merkezi olarak 1990’lardan itibaren yerini almış, gitgide bu önceliğe göre kurumlaşmış olan FED (Amerikan Merkez Bankası) elbette doların dünya parası olarak kabulünü, değişmez politikayı sürdürecektir. Ancak, bu işin başka boyutu… Buna girmeyelim.

Trump’ın ve çevresinin çizgisi, Amerika’nın kendi kapitalizmini (bedeli ne olursa olsun!) sürdüreceğini, fakat dünya ekonomisinde çıkma olasılığı artmış ciddi krizlerden kendini uzak tutacağını, iç ve dış iktisat politikasının katı şekilde buna göre düzenleneceğini yansıtıyor. Arzuları budur. Soğuk Savaş’ın Avrupa’ya yerleştirilmesi ve başlatılabilmesi için yaratılan ekonomik ayağı, yani Marshall yardım ve kredi paketini, 1948’de Amerikan Hazinesi üstlenmişti. Şimdi çok farklı bir dünya var. Hazinesinin borcu, Amerika’nın gayrisafi yurtiçi hâsılasını aşmıştır. Hazine artık böyle bir şeyden uzak duracaktır. İş IMF’ye havale edilmiştir. Ancak, kendi borç kâğıtlarının, IMF tarafından bir trilyon dolarlık kredi karşılığında başvuran ülkelerden teminat olarak istenmesi, Hazine’ye elbette fayda sağlar. Kısacası, Amerika küreselleşmenin 2008’den sonraki ‘tükeniş, ama devam’ döneminde işin gözetiminde ve biraz içinde, ancak kriz ve hasar halinde dışındadır. Şöyle diyebiliriz: Merkez komutanlığını bırakmamak (FED + Wall Street), fakat yıkıcı depremin ana üssü olmamak. Trump’lı yıllar ve virüs krizi bunu keskin çizgilere kavuşturuyor. Dikkat çekici ve öğreticidir.

YARIN: Prof. Dr. Bilsay Kuruç: Koronavirüs sonrası ekonomi ve düzen – 2