SÖYLEŞİ | Prof. Dr. Bilsay Kuruç: Koronavirüs sonrası ekonomi ve düzen - 3

Şimdi belirsizliğin arttığı noktadayız. Virüs kontrol altına alınamadığı sürece insan merkezli kriz belki de yaygınlık kazanacak. O takdirde, kapitalizmlerin ekonomiyi yeniden çalıştırabilmesi gittikçe zorlaşacak. 2008’den sonra ‘çıkış’ yolları aranan, bulunamayan ve kriz potansiyelini taşıyarak devam eden model, 2020’de, ne ‘eski hamam, eski tas’a dönebilecek, ne de ‘yeni bir kapitalizm’ yolu açabilecek bir noktaya doğru gidecek.

SÖYLEŞİ | Prof. Dr. Bilsay Kuruç: Koronavirüs sonrası ekonomi ve düzen - 3

Prof. Dr. Bilsay Kuruç, dünyayı saran koronavirüs salgınının ardından ekonomi, kriz senaryoları, kapitalist merkezlerin değişimleri ve olası yeni pozisyonlarına ilişkin sorularımızı yanıtladı. Bu uzun ve değerli söyleşiyi okuyucularımıza üç bölüm halinde sunuyoruz.

Dün ve önceki gün birinci ve ikinci bölümlerini yayınladığımız söyleşinin bugün üçüncü ve son bölümünü okurlarımıza ulaştırıyoruz.

Birinci bölüm için:

İkinci bölüm için:

SORU: Peki, bu ekonominin iyi veya kötü yönetilmesi arasında bir fark var mı? “İyi yönetilse böyle olmaz” diyenler var. Hele kriz döneminde bunu söyleyenlerin sayısı artıyor.

Yönetim söz konusu olunca, öncelikle şunu soralım: Biz döviz kurunun ne kadar olacağını belirleyebilir miyiz? Bu modelin temel taşları (biraz önce vurguladığım beşli ihtiyaç listesi) bunu olanaksız kılıyor. Yaşayarak ortaya çıkan gerçek budur. Ne var ki, model bu ağır ve olanaksız işi dünya sermayesine muhatap olmak üzere Merkez Bankası’na yüklüyor. Merkez Bankası bunu yapamaz. Hafif sıklet güreşçisi ağır sıklete çıkamaz. Özellikle son on yıl, bunun özellikle siyasetin baskısı altında nasıl git gide zorlaştığını, döviz kurunda küçük bir değişiklik yapmak için seksen tane ağır taşı yerinden oynatmak gerektiğini, yani işin herkesin görebileceği bir noktaya geldiğini gösterdi. Görmeyenler tekrar tekrar bakmalıdır.

Gelinen noktada, model bir can alıcı özelliğini açığa vuruyor: Organ yetersizliği yaratarak işlemektedir. Geçici tedavi çabaları (birkaç ayda, bazen birkaç haftada yetersiz kalan ‘yeni ekonomi paketleri’ yapmak) yöneticileri eskitip yenilerini getirmek ve kısa sürede onları da eskitmek, ya da “Onlar gitsin, biz yaparız!” söylemlerinin her kademede bollaşması ‘yavru kapitalizm’de çarkların nasıl boşa döndüğünün göstergeleridir.

SORU: Yani kriz sadece bir iyi-kötü yönetim meselesi değil, daha derinde diyorsunuz, öyle mi?

Yaşaya yaşaya geldik ve zaman içinde hangi süreçler önem kazandı?  Model, ekonomiyi hangi süreçlere yönlendirdi? Kriz potansiyelini büyüten süreçler… Model bu potansiyeli taşıyarak ete kemiğe büründü. Ekonomide ve siyasette kadroların elenmesini ve yenilenmesini bu süreçler içinde yaptı. Bunlarla ‘şarj’ oldu. Kriz burada işaretini bam teli, yani, döviz kuru üzerinden verir. Lamba orada yanar önce. 1994, 2001, 2009 ve 2018’i 2020’ye bağlayan iki yıl lambanın yandığı yıllardır. Ve her kriz bir öncekinden farklı özellikler taşımıştır. Farklılıklar, kriz potansiyelinin zaman içinde beslendiği ve bir krizden bir sonrakine (daha etkilisine) gidileceğini göstermiştir. Dikkatle incelersek görürüz. Model böyle işliyor.

Şunu görmeliyiz: Kriz ekonomide her şey ‘mükemmel’ iken, Merkez Bankası’nın döviz kurunu şöyle ya da böyle yönetmiş olmasından (daha doğrusu yönetmiş görünmesinden!) doğmaz (2018’i 2020’ye bağlayan son iki yıl için söylenecek şeyler var. Girmeyelim). İşin esasını, yani kurgulanmış yapıyı, yani beşli ‘ihtiyaç listesi’ üzerine kurgulanan kapitalizmin bütünlüğünü görmezlikten gelmeyi bir alışkanlık haline getirirseniz çok çok tartışmış, ama hiçbir şey tartışmamış olursunuz.

Kapitalizmi tartışmadan modelin ekonomisini piyasa kavramlarına sıkı sıkı sarılarak tartışmaya girişen meslektaşlarımız, uzmanlarımız az değil. Piyasaların ‘normalleşme’ diye bir şeyin peşinde olduğundan hareket edip oraya (orası neresi ise!) varmaya çalışıyorlar. Piyasaların ‘normalleşme’yi fiyatladığını dinleyenlere samimi olarak, okuyanlara inandırmaya çalışıyorlar diyelim. Yeni bir altın boynuz masalı! Daha önce, Keynes’in verdiği ipucunu hatırlattım: Piyasalar hayvani dürtülerle çalışırlar kapitalizmde. ‘Normalleşme’ gibi takdim edilecek zaman dilimleri, piyasalar için ideal bir ‘denge durumu’ falan değil, gelip geçici zamanlardır. Böyle bir şeyi aramazlar. Böyle şeylerle uğraşmazlar. Kapitalizmin kendine özgü koşusu içinde, son otuz yıl gösterdi ki, çeşitli, birbirinden farklı senaryolar ve zaman dilimleri vardır ve olacaktır. ‘Büyük’ kapitalizmlerde de, ‘yavru kapitalizm’lerde de… Piyasalar işte bunları ‘fiyatlandırır’.  Ve krizlerin kokusunu çok iyi alırlar. ‘Hayvani sezgileri ve dürtüleri’ bu müstesna koku alma meziyetiyle beslenir. Kokudan yoksun (iktisat başlangıç kitaplarındaki gibi) piyasa anlamsız bir şeydir.

Kriz potansiyeli nereden besleniyor? ‘İhtiyaç listesi’nin 2, 3 ve 4 numaralarından. Dolarizasyondan, sürekli (dolarla) borçlanmadan ve ithalata dayalı (hizmetler, inşaat ağırlıklı ve sanayide dünya çapında iddiasız) üretim profilinden. Bu üretim profili seksen küsur milyonluk bir ülke ekonomisini sürekli açık veren bir ‘zayıf halka’ halinde dünyaya yerleştirirken, dolarizasyon ve hep artan borçluluk kriz ateşine sürekli odun atıyor. Modelin 5 numaralı temel taşı, eski/yeni katmanlarıyla sermaye sınıfı, objektif olarak dünya sermayesiyle işbirliği güvencesinden ve rejimden sorumlu oluyor. Kendini dünya sermayesine eklemlenmiş sayıyor. İşbirliği güvencesi servet birikimi (yeni zenginlikler) ile beslenir ve bunu ister ki, burada da aksama olmamıştır. Kısacası, sermaye sınıfı dolarizasyon ağırlıklı bu modele uyum görevini yaptığı ölçüde onunla bütünleşir, rahatlar ve ulusal düzeyde bir baskı hissetmez (sermaye çevreleri daima bir şeylerden yakınırlar. Doğaldır. Ağlamayan çocuğa meme verilmez çizgisinin gereğidir. İşin esasını değiştirmez).

Krizleri kim öder? Bu, ‘ihtiyaç listesi’nin 1 numarasında oturan çalışanların görevidir. Kapitalizmin ana kuralıdır. Zaman içinde (son 30 yıl) sürekli düşen reel ücretlerin normal olarak sermayeye kaynak aktarma mekanizmasının bir parçası olduğunu herkes bilir. Ekonominin kriz halinde ise bu yetmez, ek ödeme gerekir. Sermayenin krizini çalışanlar ödeyecektir. Modeli borçlandıran ve borçlandıracak olan dünya finans sermayesi bunu öncelikle görmek ister. “Çalışanlara ödet, sonra bana gel!” der ki, bu kapitalizmin hiç değilse son 150 yıllık dünyasında yerleşmiş ‘banker kuralı’dır. Günümüzde, 2018’den bu yana çalışanlar bu ödemeyi şimdi daha fazla yapıyorlar.

Ek ödeme için, çalışanlar, varsa tasarruflarını çözer, yetmezse borçlanırlar, işsiz kalırlar, varsa düşük nitelikli düşük gelirli işlerde çalışırlar, ek dolaylı vergi öderler, vs… Yani, modelin yarattığı baskı sermaye üzerinde değil, çalışanlar üzerindedir. Süreklidir. Krizlerde ek ödeme, artan baskı halindedir. Eğer kriz kur artışı ve enflasyonun hızlanması şeklinde gelirse, baskı çalışanların artan fiyatların peşinde gelirlerini artırmaya uğraşarak daha hızlı koşmaları şeklinde hissedilir. Yok, kur artışı, ekonomide yavaşlama, gerileme, talep yetersizliği, git gide büyüyen işsizlik, gelirlerin hızla erimesi şeklinde gelirse, bu kez çalışanların düşen gelirleriyle mevcut borçlulukları arasındaki makasın büyümesi, altından kalkılması zor bir baskı yaratır. O tablo, elde avuçta ne varsa satılmasını, mülkiyet değişiklikleri, vs tablosudur. Yani, ağır durumlar demektir. Bütün bunlar modelin kriz potansiyelini sürekli olarak büyüten özelliklerini, süreçlerini dikkatle inceleyince görülecektir.

SORU: Şu anda bakınca ne görüyoruz? Bugün kriz deyince ne anlamamız gerekir?

Türkiye ekonomisi 2020’de üç krizin aşamalı, üst üste gelmesine sahne oldu. Kriz biriktiren, bu potansiyeli büyüten, ekonomi (ve siyaset) süreçlerini bununla besleyen modeli özetledim. Peki, kökeninde ne yatıyor? Yani, ‘beşli ihtiyaç listesi’ üzerine inşa edilen modelin bir de görünmeyen temel taşı var mı? Dikkatle ve sabırla bakarsak şunu görebiliriz: Zor olandan, emek ve kalite isteyen çabadan uzak durup kolayı ve ucuz olanı tercih etmek (Yoksul Cumhuriyet Almanya’dan demiryolu rayı almak yerine iki yılda ray çekmeyi öğrendi. İki yıl sonunda Alman raylarından daha dayanıklısını yaptı. Tarih 1933)… Fazla mı basitleştiriyorum? Sanmıyorum. 1980’den, hele 2000’den sonra “dışarıdan daha ucuza alırız, zahmetsiz olur”dan hareket hızlandı ve ‘özel girişimcilik’ öncülüğünde ve siyaset desteğinde bu düşünce yangın gibi yayıldı. Sanayiin (ve tarımın) üretim profilinde git gide küçülen payları ile bugünün krizler ekonomisine doğru yol aldık. Dünya sermayesi kolaycı yolu göstermişti. İçeride buna kimlerce, nasıl sahip çıkılacağını görmüştü. “Bunun ağır bedeli yarın karşımıza çıkar!” düşüncesinin sahipleri 2000’li yıllara gelindiğinde sayıca azalmıştı. Gitgide egemen olan kolaycılık, sayıyı daha da azalttı. Küçülen o azınlık da yeni, yaratıcı düşünce oluşturamaz (eleştiriden öteye gidemez) hale geldi. Şunu kavrayan azaldı: Her ‘ucuz’un yarınki bedeli yüksektir. İmalat sanayiinde dünyanın en gelişmiş üretim profiline eriştikten sonra, süreçlerden ve ürünlerden birçoğunu son 20 yılda Çin’e devredip ithalatçılığa yönelmiş olan Amerika, bugün üretimdeki yetersizliklerini, kırılganlıklarını görebiliyor. Biz göremiyoruz! Çünkü onlar bir üstün teknoloji ve organizasyon düzeyine, onun iş bilgisine, teknik donanımına erişip, bunları özümsedikten sonra kolaycı yolu (büyük kapitalizmin dünya stratejisiyle çizilen yolda yerlerini) seçmişler. Biz bunların farkında olmaksızın, bilmeden, o görgüye erişmeden bilgisizliğin ve ucuz düşüncenin kolaycılığına sapmışız.

Bugün karşımızdaki krizlerin faturası otuz küsur yılın bu birikimiyle kabara kabara büyümüştür. Son uyarı 2008’in Amerikan kapitalizminden dünyaya yayılan krizi idi. Türkiye’nin siyaset topluluğu ve yönetici kadroları (ve akademilerin ve uzmanların çoğunluğu) bundan ders çıkarmadı. Umursamadı. “Bunu atlatıp yola nasıl devam ederiz” düşüncesi (en kolay düşünce) ve pratiği egemenliğini sürdürdü. Oradan 2018’e ve 2020’ye geldik. 2008, bizim ne yapacağımıza başkalarının karar verdiği noktadan uzaklaşabilmek için tarihi fırsat olabilirdi. Dediğim gibi, siyaset topluluğunun hiçbir köşesinde böyle bir düşüncenin emaresi yoktu. Sonraki krizler bunun hasadıdır.

Şimdi Türkiye ekonomisi üç krizin eş zamanlı üst üste gelmesine sahne oldu demiştim. Bunlardan biri, bizim kapitalizmimizin 2018’de baş gösterip 2020’ye bağlanan ve iki yılda derinleşmiş olan krizi. Ayrıntılar biliniyor, girmeyelim. Yalnız, işaretini döviz kuru lambası üzerinden verdiğini bildiğimiz krizin son bir yılda (virüs gelmeden önce) Merkez Bankası’na (doların fiyatını yükseltmemek niyetiyle) 55 milyar dolar rezerv kaybı yarattığını ve bunun finans sektörü üzerinde (şirketler kesimi ayrı!) baskı yaratan etkilerini diğer iki krizin etkilerinden ayırarak not etmek lazım. İkinci kriz, virüsün etkileriyle yangın gibi yayılan dünya çapında ekonomik kriz… Bundan daha önce söz ettik. Ekonomileri durduracak, iş yerlerini kapatarak işsizliği alışılmamış düzeylere çıkarmakta olan kriz. Bu bizim krizimizi derinleştirecek, daima geçici çareler aramaya kilitlenmiş olan ekonomi yönetiminin hareket alanını çok daraltacak. Çalışanlar üzerinde, daha önceki baskıları gölgede bırakacak etkiler yaratacak. Kapitalizmin dünyasında, göstermelik işbirliği sahneleri bir yana, herkes kapılarını birbirine kapatıyor. Bunu görerek düşünelim.

Üçüncü kriz her şeyin merkezine yerleşti: İnsan merkezli sağlık krizi. Virüs dünyaya yayıldıkça, kapitalizmin irili ufaklı tüm ülkelerinde farklı hızlarla ekonomileri yavaşlattı, durdurdu, birbiriyle temaslarını zayıflattı, para ve mal-hizmet akışını kesti, gelirleri düşürdü, işsizliği büyütmeye başladı. Bunları konuşmuştuk. Şimdi belirsizliğin arttığı noktadayız. Virüs kontrol altına alınamadığı sürece insan merkezli kriz belki de yaygınlık kazanacak. O takdirde, kapitalizmlerin ekonomiyi yeniden çalıştırabilmesi gittikçe zorlaşacak. 2008’den sonra ‘çıkış’ yolları aranan, bulunamayan ve kriz potansiyelini taşıyarak devam eden model, 2020’de, ne ‘eski hamam, eski tas’a dönebilecek, ne de ‘yeni bir kapitalizm’ yolu açabilecek bir noktaya doğru gidecek. Yok, virüs kontrol altına kısa sürede (altı ay diyelim) alınabilirse kapitalizmin dünyasında ‘eski hamam, eski tas’a nasıl dönüleceğini izleyeceğiz. Bunu dünya ölçeğinde ikili (insan merkezli ve ekonomik) krizin seyri üzerinden, ülkemizde üçlü (ikilinin kendi kriz tablomuzda yarattığı etkileri de dikkatle izleyerek) göreceğiz.

Bu bahsi şimdilik kapatabiliriz. Yalnız, gözüme çarpan bir haber üzerinde kabaca durarak kapatayım. Bir süre önce, bir gazetede yapılan bir röportajın şöyle başlığı vardı: “Türk-İş sosyal devlet talep ediyor!” Kimden? İnsana tuhaf geliyor. 20. yüzyıl herkese şunu öğretmiş olmalıydı: Sosyal devlet sermayenin ikramı olarak servis edilen bir şey olmamıştır. Sermayenin mecbur kaldığı bir büyük uzlaşma ile doğmuştur. Kapitalizmin art arda yarattığı iki uygarlık savaşında canını kaybeden milyonlarca emekçinin varlığı henüz sıcaklığını korurken, çalışan sınıfların dünyada büyüyerek artan gücü Avrupa’da yansımasını buldu. Ve orada işçi sınıfının sahneye çıkarak orta sınıf liberalleri ile vardığı tarihi ittifakın, yani yeni bir gücün ürünüdür. Öyle doğmuş ve kurumlaşmıştır. Evet, Batı Avrupa’da sosyal devletin (ya da refah devletinin) 1945’ten sonra kapitalizmin yeni ağası Amerika’nın oraya dayattığı Soğuk Savaş ile takas edildiğini görebiliriz. Ama sonuç, kitleler bakımından sermayenin bu zorunluluğa (yani, ‘toplum diye bir şey vardır’a) boyun eğmesiyle ortaya çıkmıştır. Türkiye’de de (1945’te filizlenmeye başladığını bir yana bırakırsak) sosyal devlet 1961 Anayasası ile gelen, işçi sınıfının sahneye çıktığı yılların (burada ‘toplum diye bir şey vardır’ın) öğrettiği toplumcu gücün geliştiği sürecin, o zeminin kurumu olmuştur. Zeminin 1980’den sonra nasıl çökertildiğini yaşamış bulunan sendikacılığın sosyal devleti kurmanın ne demek olduğu, hangi süreçlerden geçtiği üzerinde yeniden düşünmesi gerekiyor. Sermaye sosyal devleti istememiştir, istemez. Vitrinde tutmayı yeterli görür. Kısacası, sosyal devlet sermayeden talep edilemez. Dilekler listesinde yer alması buna ciddiyet kazandıramaz.

Soru: Kapitalizm buradan nasıl çıkacak? Çıkışı var mı? Şimdi “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” söylemlerini de düşünürsek, özellikle hangi noktalara dikkat çekmek gerekir?

Konuştuklarımızı toparlayalım. Çıplak gözle görülen şu oldu: Virüs, kapitalizmi birdenbire bir çatala getirdi. “Sermaye mi, insan mı?” çatalı… Şimdi buna göre konuşulacak. Ekonomi de, insan sağlığı da. Kapitalizm tercihini açık söylemek zorunda kalıyor. Kitleler (siyaset organları olmaksızın!) sermaye ile karşı karşıya geldiler. Sermayenin siyaseti var, onların yok. O siyasetle bilim arasında kaldılar. Bilim sayesinde ve sadece o sayede hayatta kalacaklarını öğrenebilecekleri bir müstesna durum. Yani çatal. Bu krizin en çarpıcı özelliği…

Kapitalizmin önceki krizleri ekonomi ve finans üzerinden geliyordu. Kitleler sermayenin o krizlerini hep ödemelerine rağmen, kendilerini sermaye ile karşı karşıya gelmiş görmüyorlardı. Ekonominin (pek akıl erdiremedikleri işlerin!) doğrudan can kaybı yaratmayan bir hali olarak kabulleniyorlardı. Ödüyorlardı. Şimdi, sermayenin insan kaybını ‘sıfır maliyet’ sayan düşünce tarzı berrak şekilde görülebiliyor. Sermayenin siyasal ve diğer sözcüleri bunu açık seçik ifade ediyorlar. Virüs, kapitalizmi bir ‘sözlü sınav’a çekmiş oluyor! Kimlik sınavı.

Trump’lardan Orban’lara kadar ‘çatal’daki kapitalizmin ortak bir kimliği var. Bunu bilirsek, ‘sınav’daki öteki soruları kolay yanıtlarız. Meraklarımız iki soru etrafında toplanıyor: Bir, virüs kapitalizmde davranış ve kararlarda değişiklik yaratacak mı? İki, sermaye ekonomideki krizi nasıl yönetecek, iş uzun sürecek mi? Bir üçüncü soru, kimilerince 1929-30 depresyonundan ağır olacağı söylenen kriz kapitalizmi çatırdatır, çökertir mi?

Virüs karşısında kapitalizm, davranış ve kontrol reflekslerini henüz değiştirmiyor. Kapitalizmin büyük devletleri (başta Amerika) sistemde herhangi bir yapısal değişiklik olmaması için düzenlemeler yapıyorlar. Bunun için büyük ‘ekonomi paketleri’ hazırlıyorlar. Avrupa ve Amerika’yı konuştuk. Kendini Avrupa’dan sorumlu bilen Almanya (Avrupa’nın ‘ötekiler’i de böyle biliyor!) Avrupa Birliği yapısında bir hasar olmamasına, virüs krizinde önem veriyor. ‘Yunanistan vakası’ndaki gibi uluslararası bir kaynak devşirme olanağı yok; ama ‘ötekiler’in gözünün daima kendisinde olacağını bilerek hareket ediyor. Virüs sonrasında daha da güçlenmesi için düzenleyeceği politikaları tasarlıyor: Virüsün, güçlüyü daha güçlü kılacak politikaları. Bunun için, Almanya öncelikle kendi sağlık tablosunu kontrolde tutabilmeli. Ekonomisindeki daralmayı telafi edebilecek kapasitesi var.

Amerika’nın kendine özgü gündemi var. Daima. Soğuk Savaşı icat edip şekillendiren gündem… Eisenhover, 1950’lerde “Military-Industrial Complex” demişti buna. Yapı, çizgi, hareket tarzı değişmedi. Bu gündemde bugün ‘yeni sağlık politikası’ diye bir madde yok ve olmayacak. Siyaset topluluğunun görevi bu gündemi korumak… Çünkü Amerika’nın bütün dünyayı kapsayan çıkarları (kendileri meseleyi böyle koyuyorlar) bu gündemi değiştirmemek, beslemek ve bir anlayış değişikliğine yol açmamakla korunabilir. Tek yol bu. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyerek, “Medicare for all” (Herkes için parasız sağlık) sloganıyla seçim kampanyasını yürüten ve partisinin (Demokrat Parti) adayı olmaya da yaklaşan Bernie Sanders, partisinin bu çizgiyi sistem için tehlikeli bulmasıyla parti kodamanlarınca yenilgiye uğratıldı. Adaylıktan çekilişinin ertesi günü Dow Jones indeksi 400 puan yükseldi! Heybetli ilaç ve sigorta şirketleri ferahlatılmıştı. Siyaset kapitalizmin değişmez gündemini başarıyla korumuştu.

Aşağı yukarı aynı günlerde, yani, virüs Amerika’da hızla can kayıpları yaratırken, ‘US Indo-Pacific Command’in (Amerika’nın Hint-Pasifik Okyanusları Komutanlığı) başkomutanı Amiral Philip Davidson Amerikan Kongresi’nden 20 milyar dolarlık bir kaynak istedi. “Kaliforniya’dan Japonya’ya ve oradan Asya’nın Pasifik kuşağına uzanan güçlü bir askeri kordon kurmamız gerekiyor; çünkü ‘Büyük Güçler (Rusya ve Çin) Rekabeti’nden gelen tehditle karşı karşıyayız” diyordu. Sloganı “Regain the Advantage” (üstünlüğü yeniden ele geçir) idi. Adeta, ‘sınır tanımayan doktorlar’ misali ‘sınır tanımayan kapitalizmler’in sözcüsüydü. Sözcü sadece amiral değildir. Amerikan devleti (ve siyaseti) adına konuşanlar Amerika’nın daima bir ‘nükleer başlıklı füze açığı’ olduğunu vurgularlar. 1950’lerde açık, Sovyetler’e karşı söz konusu edilirdi. Şimdi Çin’e karşı! (Kayıtlara göre, Amerika’nın 6158 füze başlığına karşı Çin’inkiler 290 tane).

Bunları niçin hatırlıyoruz? Yaşanan gündem acil olarak insan yaşamı ve sağlığı iken, esas gündem kalıcılığını değiştirmiyor. Kayıtsız şartsız güç üstünlüğüne dayanan yapısında en ufak rötuş kabul görmüyor. Bunun, Amerika’da halk katında birikmiş kavrayış ve davranış biçiminden ayrı sayılamayacağını da unutmamak lazım. Virüs salgını yayılmaya başlayınca Amerikan halkının ilk tepkisi silah dükkânları önünde uzun kuyruklar oluşturarak ortaya çıktı: Avcı tüfeği değil, AR-15 yarı otomatik güçlü silah en çok satılandı! Halkın belleği salgın, kasırga, finansal çöküş hallerinde siyasal karar âleminin kendilerini korumayacağı ve birden yaygınlaşacak suç eylemleri karşısında çaresiz kalacaklarına kilitlenmişti. Bu sağlıklı değil, hasta bir topluluk fotoğrafı. Algılanan şey, ortak destek ve dayanışma ile korunma değildi, tehdit idi. Amerikan halkı tarihinde (Roosvelt’in 1930’larının çizgisini istisna sayarsak) ‘herkes için sağlık’ diye bir şeyle tanışmamıştı. Bu temel hak orada, maddi zenginliklerin efsane diyarında oluşmamıştı! (Hatırlayalım, 2005’te yoksul bölge New Orleans’ı yıkan, iki bine yakın insanı öldüren Katrina Kasırgası’ndan bir süre sonra uçakla bölgeye giden Bush, uçağın penceresinden yıkıma uğramış olan kenti seyretmiş ve geri dönmüştü. İnsanlara değil, maddi hasara bakmıştı!)

Kısacası, Amerika’da insan merkezli bir krizin, sırf bu etkiyle kapitalizmin işleyişini değil çatırdatmak, gündemi değiştirecek bir etki yaratma olasılığı sıfır görünüyor. Siyaset topluluğu bu dokunulmazlığı koruyacaktır. Ahenk içindeki işleyişinde değişiklik yoktur ve en üst düzeyde kontrol sağlanmaktadır. Bu yönden, virüs senaryosunun ileri aşamalarında kapitalizmin bir bütün olarak (buna gitgide geliştirilen ‘yapay zekâ sistemleri’nin binlerce kamerası ile insanları teker teker izleyip fişlemeye başlayan Çin’i de katabiliriz sanıyorum) yeni ve daha kapsayıcı kontrol düzenleri kurmaya yöneleceğini görmek gerekiyor. ‘Her şeyin değişeceği’nde bu da vardır.

Merak uyandıran (merakların toplandığı) ikinci soru, sermayenin ekonomideki krizi nasıl yöneteceği. Daha önce konuştuklarımızı yinelemeyelim. Özetle, görünen o ki, 2008 krizinde kurulan (ve küreselleşme süreci içinde yerine oturan) anlayış ve pratik ne ise, o devam edecektir. Kapitalizmin elinde başka bir senaryo yoktur. Bu anlayış ve pratikte dünya ölçeğinde yönetimin merkezinde FED vardır. Dünya ekonomisinin finansmanı (dolarizasyon) ve Amerika için finansman (‘dünyanın en büyük borçlusu’ modelinin ince dengelerini ne pahasına olursa olsun sürdürmek) iç içe iki boyut halinde yerleşmiştir, kemikleşmiştir. Bunda bir kaymaya Amerika’nın tahammülü yoktur. FED bu iki boyutu birleştiren ve sermaye için sürekli ve lüzum görülen ölçüde kaynak aktarma istasyonunun vanası gibi çalışan merkez rolündedir. Siyaset kapitalizmin değişmez gündemini nasıl koruyorsa, FED de (ana vana!) öyle koruyor (FED bilançosu 10 trilyon dolara gidiyor!). Bu tablonun, herhangi bir iktisat teorisinden ‘bilimsel destek’ alma ihtiyacı yoktur. Pratik ne ise, teori ona ayak uyduracaktır. İktisat teorisinin ortodoks defterleri kapanmış, ya da iyice önemsizleşmiştir. İşlemiyor! Sistemin siyasetçileri gibi, iktisatçıları da sıradanlaşmışlardır. Hazin, ama böyle…

“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” söyleminin ekonomi boyutunda kriz beklentisi yatıyor. Çeşitli beklentiler. Birbirinden farklı derinlikte kriz beklentileri… IMF’den ‘kriz kâhini’ Roubini’ye kadar herkes gelecek krizin derinliği üzerine bahis oynar gibi. Model de yapılıyor, tahmin de. Karşımızda yavaşlayan ve duran bir dünya ekonomisi var. Gitgide düşen, artmayan gelirler, sönen talep hacmi ve kabaran işsiz kitleler var (Amerika’da işsizlik elli milyon kişiye doğru gidiyor). Üstelik bu senaryo kapitalizmin tüm ülkelerinde yüksek borçlulukla sahneye koyuluyor. Virüs, bu senaryonun kilidini açmadıkça, ‘hareketsizlik ekonomisi’ her ülkede farklı noktalardan dikişlerin atmasıyla farklı, büyük sorunlar yaratacak. 2008’den sonra en kırılgan süreçlerine girmiş olan kapitalizmin elinde şimdi kriz yönetimi için sadece 2008 sonrasında kullandığı ‘avadanlık’ var ve bununla yeni şeyler yapamayacak. Merkez bankaları, finans sermayesi ve siyaset üçlüsü sermayeyi olabildiği ölçüde güvencede tutabilmek için seferber oluyorlar, olacaklar. Sermaye içi çekişmeler, mülkiyetin el değiştirmesi, bekleyişlerin yaratacağı ‘nema’ üzerine oyun kuranlar, vs. böyle bir dönemin özelliğidir. Bunda sürpriz olmayacaktır. Yangında kurtarılacak olan, şu ya da bu iş yeri değil, sermayenin sınıf olarak varlığıdır.

‘Hareketsizlik ekonomisi’nin ağır yükü zaman uzadıkça, çalışanlar üzerine binecektir. Virüs senaryosu ile kapitalizm çalışanları bölüyor ve can kaybı riskini iş yerinde çalışmak zorunda bulunanlar üzerinde topluyor. Bu çıplak gözle görülebilen bir şeydir. Kapitalizm onları, geniş şekilde koruyacak bir sistem sağlamadığı sürece iş yerinde çalışmayı sürdürenler bunu, varsa sendika gibi kendi örgütlerinden beklemek zorunda kalırlar. Yoksa her ülkenin değişik koşullarında (ve farklı bilinç düzeylerinde) kendi örgütlenmelerini aşağı yukarı sıfırdan kurarlar mı, yoksa böyle bir şeyi (yeni bir tarihi durum değerlendirmesini) beklemek hayal midir, göreceğiz.

Kapitalizm çalışanların organik bütünlüğünü (ya da işyerinde toplumsallaşmasını, diyebiliriz) bölüp, bir bölümüne teknolojinin sağladığı olanakla, ‘uzaktan çalışma’ düzeni kurgulayabiliyor. Onların ücretlerini de düşürüyor ya da ücretsiz izinli sayıyor. Çalışanları kitle olarak bölerek ‘toplam maliyeti’ düşürmek sermayeye dolaylı destek oluyor. Virüs senaryosunda zaman uzadıkça, çalışanların sermayenin krizini ödeme takati ağırlaşacaktır. Bu, ülkeden ülkeye farklılaşır. Esası değişmez. Toplumsallaşmanın parçalanması ve çalışanların geçim yükünün gitgide ağırlaşması, virüsle başlayan ve sermayeye ‘toplam maliyeti’ düşürme avantajı veren senaryoyu kapitalizm için kullanışlı kılacak mıdır? Zaman bu krizde de kapitalizm lehine mi işleyecektir? Meraka değer.

SORU: Türkiye bu tablonun neresinde?

Türkiye kapitalizmi, daha önce de söylediğimiz gibi, dünya kapitalizminin virüs senaryolu krizine zor durumda yakalandı. Son on yıldır dolar borcu artan, fakat kişi başına geliri (dolar cinsinden) artmayan bir tablo. Bu tablo, bir yandan borç yükü artıyor, öte yandan ‘verimlilik’ artmıyor mesajı veriyor. Yani, 1980’den başlayarak, kademe kademe dünya sermayesine uyum için yapılan ekonomik ve toplumsal yapı değişikliğinin kırılganlıkları şimdi, kriz halinde berrakça okunuyor. Süreç oradan başladı. Verimliliğin yaratıcı gücü insandır. Daha doğrusu, öncelikle genç insandır. Bugün genç nüfusun üçte biri ne eğitimde, ne de çalışma yaşamındadır. Yani, Türkiye’yi ‘yavru kapitalist’ yapan küreselleşmenin yapı değişikliği sahip olduğumuz yegâne kaynağın (genç kuşakların) üçte birini devre dışında tutuyor. Bizim kriz potansiyelimiz ve bunun ifadesi olan kırılganlıkların temeli burada. Biz bedeli bu insan zayiatıyla ödüyoruz. Ve kırk yıldır ödüyoruz. Bu, bugünden yarına kolayca değişebilecek şey değildir. Başka bir anlayışla ve zamanla değişebilir. Bugün değişmez.

Sermayenin son 20 yılda somutlaşan öncelikleriyle işleyen ekonominin virüs etkisiyle yavaşlaması ve yer yer durması bugünkü sektörler profilini (profilin ne kadar kırılgan olduğunu göstererek) vurdu. Bazı sektörler hemen etkilenip daraldı, kısmen durdu. Perakende, taşımacılık, en geniş kapsamıyla turizm ve bağlantılarıyla otel, lokanta, bar, eğlence, spor, vs… Bazıları da talep daralmasının ‘domino benzeri’ etkileriyle… Her çeşit gayrimenkul, inşaat, çeşitli imalat, dış ticaret gibi… Yavaşlama ve durma kamu gelirlerini düşürür (vergi tahsilâtında uzun sürecek etki yapar). Zaten 2019’dan büyüyerek gelen bütçe açığını daha da büyütür. Bütçe içi aktarmaları zorlaştırır. Bugünkü siyaset ve karar yapısını dikkate alırsak, vergi tarifelerinde (tahsilât arttıracak) değişiklik beklemek, hele servet vergisi gibi uygulamalar beklemek gerçekçi değildir. Kaynakları önemli ölçüde daralan böyle bir ekonomide kamunun geniş iç borçlanma olanağı bulacağı da düşünülemez. Kısacası, dünya kapitalizminin zinciri içinde yıllar öncesinden başlayarak çeşitli ‘zayıf halka’lardan biri olmuş ekonominin ciddi ve uzun sürecek bir daralma halinde yönetimi git gide zorlaşır. Zor olduğunu görüyoruz. Ayrıntılara girmiyorum. Çünkü her şey çıplak gözle görülebiliyor (Krizin hemen ve daha sonraki etkilerinin ciddi bir analizi ODTÜ’den Prof. Dr. Erol Taymaz’ın çalışmasında bulunabilir).

Son olarak şunu söyleyebiliriz: Kimilerince 1929-30’dan daha derin olacağı öngörülen krizin kapitalizmi çatırdatacağı yolunda düşünceler okunuyor. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” geniş bir düşünce (ya da dilekler) yelpazesi ise, ‘çatırdama’ tahmini de bunun bir parçası. Bunları okurken, 2008 krizi başlayınca Işık Kansu ile krizin ilk birkaç ayında sürdürdüğümüz söyleşi dizisini (Cumhuriyet Gazetesi) hatırladım. O tarihe kadar kapitalizmin ‘ağa’sı Amerika’nın bu statüsü acaba sona erecek, yerini yeni bir ağa mı alacaktı? Birçok kişinin aklına bu soru geliyordu. Ben, Anglo Sakson kapitalizminin (önce İngiliz, sonra Amerikan) ‘ağa’ ile 150 yıldır sürdürülen dünya modelinin 2008 ile sona ermekte olduğunu, ancak, bundan sonra bir ‘yeni ağa’ (ve yeni bir hiyerarşi) değil, ‘birçok kapitalizmler’li ve daha sancılı (ve kendi kurumlarını yok ederek ilerleyen) bir dünyaya geçeceğimizi düşünüyordum. Galiba şimdi böyle bir geçiş yolunda biraz daha ilerlemiş bir kapitalizmler âlemindeyiz.

Bugünkü tablo kapitalizmler arası işbirliği olanaklarının eskiye göre zayıfladığını gösteriyor. Bu yarınlar için eskisinden daha istikrarsız ve riskli bir tablo. Kapitalizmin özellikle 2000’den sonra herhangi bir biçimde demokrasi geliştirmediği aşamadayız. Böyle yeni bir aşamada demokrasi söylemleri bir yandan çalışan sınıfları ‘sınıflık’tan uzak tutmaktan ibaret kalırken, bir yandan da siyaset katında Trump’lardan Orban’lara uzanan bir doku oluşuyor. Çalışanların denetimde tutulması kapitalizmin vazgeçmeyeceği önceliktir. Ve bu dokunun ürünlerinden biri olarak işlenecektir.  Çeşitli kapitalizmlerin çalışanlara bakışları ortak, fakat her ülkede renkleri farklılaşan politikaları için bu yolda ilk denemelere virüs ortamında tanık olabiliriz. Sermaye sınıflığını küreselleştirdikçe, çalışanları ‘sınıf olmaktan’ uzak tutmanın sırlarını daha çok öğrenmiştir. Şimdi, sermayenin “Hiçbir şey sakın eskisi gibi olmasın!” dersine daha çok çalıştığını görebiliriz.

SORU: Anlattıklarınızdan şöyle bir şey anlayabilir miyiz: Kriz yeni süreçler yaratmaya gebedir. Sermaye kendi yavrularından başka bir şey doğurmak istemeyecektir. Ama doğacak her şey onun istediği gibi olmayabilir.

Biraz önce virüsün kapitalizmi nasıl bir çatal ağzına getirdiğini konuşmuştuk. Kapitalizmin birdenbire insanın yaşama hakkıyla karşı karşıya geliverişi. Bunu biraz daha sadeleştirerek söyleşiyi bitirelim. Çatalın bir bacağında sermaye ile teknolojileri, öbür bacağında bilim ve emek görülüyor. Geleceğin başlangıcında, bugün bu çatalda bilinmez olan sermaye değil, emektir. Son kırk, özellikle son yirmi yılda sermaye (‘sermaye rejimi’) hakkında çok şey (hemen hemen her şeyi) öğrenmiş olmalıyız. Bu söyleşide de sermayenin davranış ve karar biçimleri üzerinde konuşmuş olduk. Sermayenin kriz süreçlerini ‘doğallaştırması’, bunların asal niteliği üzerinde durduk. Kriz süreçlerinde sermayenin yeniden güç kazanışı ve emeğin gücünü zayıflatışını vurguladık. Son otuz küsur yılda sermayenin (rejimini pekiştirirken) kriz halinde ve krizlerden sonra neler yapabileceğini kestirmek, sanırım büyük belirsizlik taşımadı. Bunu bir kenara yazalım ki ilerleyebilelim.

Sermaye 20. yüzyılda kendine bir ‘atardamar’ oluşturdu: Teknoloji. Biliyoruz ki, teknolojiyi yaratan bilimdir, bilim aklıdır. Geçtiğimiz yüzyılda gitgide böyle oldu. Bilimin doğurduğu teknolojiyi, sermaye hemen kendi mutlak kontrolüne aldı, bünyesine yerleştirdi. Teknoloji ona hep can verdi, gücünü ve politikalarını besledi. Sermaye teknolojiyi iş organizasyonuyla sınırlamadı; böyle bir yanlışa hiç düşmedi, düşmüyor. Teknolojiyi yaşam biçimi, insan kimliği haline getiriyor ve bunu yaptığı ölçüde oradan kendi kendini sürdüren bir ‘kar sistemi’ yaratabiliyor. Teknolojiyi fetişleştiriyor. Politikalarının vazgeçilmez bir boyutunda, korku verebilmek için de kullanıyor: Çalışanlara, “yapay zekâ robotları getirince hepiniz işsiz kalacaksınız!” diyor. Ya da ‘yeni yaratıklar’ olan ve insanlığın tümünü yok edebilecek akıl almaz silahlar yapmak üzere olduğunu ‘müjde’liyor!

Bütün bunları görerek kapitalizmin nelere kadir olduğunu biraz daha öğreniyoruz. Ancak, virüs bizi şu soruya yönlendirmiş oluyor: Çatalın öbür bacağında ne olacak? Virüs bilimi ve emeği getirip önümüze koydu. Adeta “sadece bakmayın, görün ve merak edin!” dedi. “İnsanın yaşama hakkını sahiplenme”nin adresi burada dedi. “Her şey değişik olacak!” dileğinin ışığı ancak buradan yanar dedi. Gelmekte olan 21. yüzyılın ‘sakin gücü’ olacak bilim, eriştiği aşamada (bütün bilim insanlarıyla) tarihsel önemini özümseyerek, içselleştirerek bağımsızlaşma mücadelesi verecek bir entelektüel kapasite oluşturacak mı? Emeğin yeniden tarih sahnesine çıkması için destek olacak mı? Halkın yeniden toplumsallaşması için yol gösterebilecek mi? Bilim ‘tarafsız’, yani sermayenin tarafında olabilir mi? Virüs, 2008’den bu yana git gide çırılçıplak soyunan kapitalizmin ‘çıplak’ olduğunu ortaya koyuyor. Bilime yeni yollar açıyor. Bu belki de tarihsel bir roldür. Daha önceki virüsler bu role çıkamamışlardı. ‘Pandemi’de kalmışlardı!

Bu ortamda gözümüzü bilim üzerinde tutalım. İngiliz kızı Mary Dr. Frankeştayn’ı kapitalizm doğup büyürken dünyaya getirmişti. Yani, kapitalizm Rotşild’leri ile iddia kazanırken. Mary, doktoru laboratuvarında tuttu. ‘Piyasalar’ ile tanıştırmadı. Etik, doktora göre bilimin emniyet kayışı idi. ‘Yaratık’tan insan yapmaya çalıştı. Olmadı. Ancak, aydınlanma çağının doku hücresi olan etik, doktorun kimliğinde (kendi yaşamı pahasına da olsa) bilim için vazgeçilmezliğini korudu. Kapitalizmin (Rotşild’lerin) arazisi ise ekonomisi ve siyasetiyle farklıydı. Farklılığını keskinleştirerek sürdürüyor.