Stefan Zweig ile “Dünün Dünyası”na bakmak

"Stefan Zweig bize daha iyi bir yaşamın mümkün olduğunu hatırlatmak için tarihi bir aracı kullandı. Zweig’ın birçok kitabını dilimize kazandıran Burhan Arpad’ın tanımıyla namuslu, insancıl ve iyi yürekli bir aydın bir yazardı."

Stefan Zweig ile “Dünün Dünyası”na bakmak

Rasih Pangaltılıoğlu

Stefan Zweig, “Dünün Dünyası”[1] adlı kitabının önsözünde kendini “her yerde ve hep bir Avusturyalı, bir Yahudi, bir yazar, bir hümanist ve barışsever” olarak tanımlıyor. Zweig’ın trajik ölümünden (22 Şubat 1942) önce yayıncısına gönderdiği hem geçmişin hatırlanması hem de gelecek nesiller için bir uyarı olarak yazılan “Dünün Dünyası”, edebi Viyana’nın altın çağını hatırlatırken bize yeteneğinin zirvesinde bir usta tarafından yazılmış, vahşice tahrip olmuş bir dünyanın tarihi hakkında da fikir verir. Dolayısıyla Zweig’ın söz konusu kitabının bir otobiyografiden daha fazlası olduğunu söylemek için birçok nedenimiz var. Zweig’ın “Dünün Dünyası” kitabı en fazla ihtiyaç duyulan “Geçmiş zamanı olduğu gibi anlatmanın başlıca şartlarından biri sayılan doğruluk ve tarafsızlığa sahip olduğu için” de önemlidir. Zweig, bir servetle Habsburglar İmparatorluğunda doğdu (1881) -babası Bohemya’da bir tekstil üreticisiydi- kitaplarıyla bir servet kazandığı görüşü ve hatta işadamı atalarından miras aldığı burjuva disiplini ve düzenliliğini edebiyata taşıdığı iddia edilir. Zweig’ın büyükbabası, manifaturacılık işiyle uğraşırdı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Avusturya’da endüstrileşmeye başlamasıyla İngiltere’den getirtilen dokuma tezgâhları ve iplik bükme makineleri, verimlilikleriyle eski el dokumacılığı karşısında büyük kolaylık ve ucuzluk sağlıyordur. Endüstrileşmenin verimliliğini ve zorunluluğunu Avusturya’da ilk sezenler, ticaret alanda ileriyi görme yetenekleri ve uluslararası kavrayışlarıyla, Yahudi iş adamları oldu. Zweig’ın psikoloji yüklü romanlarının ve popüler/tarihi biyografilerinin çoksatarlığın tadını çıkardığı söylenir. Örneğin “Yıldızın Parladığı Anlar” adlı kitabı, bütün okullarda elden ele geziyor ve yayınevince kısa sürede 25 bin adet basılıyor. “Bence bir yazar için değerlilerin değerlisi olan bir şeyi, birkaç yılda başarmıştım” diyor. Her yeni kitabını satın alan “yakınların”dan meydana gelmiş bir topluluğu vardır. Bir yazar olarak kendisine itimat besleyen insanları hayal kırıklığına uğratmaması gerektiği de anlayışla karşılanmalı. Yayınladığı her kitap daha ilk günü yalnız Almanya’da yirmi bin satılıyor hem de, gazetelerde henüz tek bir ilân çıkmadan. Kimi zaman “başarıdan” bilerek kaçındığını ifade etse de başarı şaşılacak bir dirençle peşini bırakmıyordu.

Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı

Birinci Dünya Savaşının dehşetine maruz kalan Zweig, o günlerin kaotik ortamıyla da yüzleşti. 1914 savaşının ilk haftalarında, herhangi bir kimseyle aklıselime dayanan bir sohbet yapmak gittikçe imkânsızlaşmaktadır. En barışsever, en kendi halinde insanlar dahi, kan kokusuyla esrik bir haleti ruhiyeye sahiptir. Her zaman yüzde yüz kişisel, hatta anarşist düşüncelere sahip olduğunu bildiği dostları ansızın bir gecede en muazzam yurtsever, sonra daha da ileriye giderek, yabancı ülkeleri yutmaktan yana oluvermişlerdir. Bütün konuşmalar, sözgelişi şu “kinlenmesini bilmeyen gerçek sevgiyi inlemez!” gibi ferasetsiz bir cümle, ya da hoyrat bir suçlama ile sonlanmaktadır. Yıllar boyu bir gün olsun tartışmadığı arkadaşları, ya onu Avusturyalı olmamakla itham ediyorlar; ya da sınırın ötesine Fransa’ya ya da Belçika’ya gitmesini salık veriyorlar. O sıralarda Zweig, sonradan arkadaş olacakları Fransız romancı Romain Rolland gibi savaşa karşı pasifist bir tutum alıyor. Daha sonra savaşın sona erene kadar İsviçre’ye taşınıyor. Zweig, tüm hayatı boyunca bir pasifist olarak kalmakla beraber Avrupa’nın birleşmesini savunuyordu. Elbette sosyalist çevre ve kişilerle de ilişkiliydi; Fransız sosyalist politikacı “Jean Jaures’e ve Sosyalist Enternasyonale inanıyorduk” diyor Zweig: “Demiryolcularının işçi arkadaşlarım cephede boğazlanmaya taşımaktansa rayları havaya uçuracağına inanıyorduk. Çocuklarını ve kocalarını savaş canavarının ağzına vermeyecek olan kadınları hesaba koyuyorduk. Avrupa’nın düşünce ve ruh gücünün zaferle yükselip tehlikeyi en son anda önleyeceğine yürekten inanmıştık. Ortak ideallerimiz ve ilerleyişle at başı giden iyimserliğimiz, hepimizi bekleyen tehlikeyi gözden uzak tutuyor, hatta küçümsetiyordu.”[2]

Koleksiyoncu Zweig

Zweig, “sanatçının ortaya koyduğu yapıtları görmek, bana yeterince bilgi vermez, büyük yaratmaları bütünüyle kavramak için sadece son bütünü görmek değil, oluş sırasında da kulak kabartmak gerekir” diyen Goethe ile aynı kanıdadır. Kendince bir koleksiyoncudur 30-40 boyunca sürmüş bu tutkusu. Özellikle el yazmaları konusunda gerçek bir otorite olduğu iddiasındadır; her seçkin parçanın nerde bulunduğunu, kimin olduğunu, onun eline nasıl geçtiğinden haberlidir. “Gençliğimin o eski ve aşırı isteği olan yazarların el yazılı metinlerini toplama merakımı, cömertçe, karşılayabilirdim; o eşsiz kutsal kalıntıların en güzellerinden bazısı bende güvenilir bir barınağa kavuşabilirdi. Yazdığım ne de olsa geçici eserler için malzeme toplarken, ölmez eserlerin el yazı metinlerini, Mozart, Bach, Beethoven, Goethe ve Balzac’ın el yazılarını, ediniyordum.”[3] Belli bir zaman sonra edebiyattan geliri, büyük ölçüde satın almalara yetmeyecektir. Fakat bir parçayı elde etmek için başka şeylerden vazgeçmenin tadını her koleksiyoncu gibi o da bilir. Bir yandan da bütün edebiyatçı dostlarını “haraca” bağlamıştır. Romain Rolland, 1904’te yazmaya başlayıp 1912’de tamamladığı, 10 kitaptan oluşan “Jean-Christophe”ının bir cildini, Rainer Maria Rilke en ünlü eseri “Die Weise von Liebe und Tod”u, Paul Claudel, “L’Annonce faite à Marie”, Maksim Gorki büyük bir taslağını ve Sigmund Freud bir incelemesini vermiştir. El yazılarının hiçbir müzede daha iyi korunamayacağını bu yazarların hepsi de farkındadırlar elbette. Ne var ki, Zweig’ın sahip olduğu bu özgün eserlerin birçoğu, -daha öteki sevinçleri ile birlikte- rüzgârlar dünyanın dört bucağına saçılmıştır!

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı                         

Zweig, Hitler’in muhtelif çevrelerde gizliden gizliye çok güçlü yardımlar kazandığı günlerde bile, Alman aydınların işte bu kültürlü kişi olmak kendini beğenmişliği yüzünden, gerçeği hâlâ göremediklerine tanık olur. Söz konusu aydın çevrelerin nazarında Hitler, hâlâ birahane palavracısıdır ve büyük bir tehlike teşkil etmiyordur. Başbakan olduğu o 1933 Ocak günleri, kitleler de, hatta onu bu makama getirmiş kişiler de, Hitler’in başbakanlığını geçici sayıyorlar ve Nazi yönetimine kısa bir macera gözüyle bakıyorlar. Yine Zweig “o günleri acınacak kadar zayıf, gözleri yaşartacak kadar insancıl ve liberal olan o çağda” diyor, zorbalık, kargaşalık ve kan dökülmesinin her çeşidinden öylesine tiksinti duyulurdu ki, o nedenle(!) hükümet, Alman Nasyonalistlerinin önünden geri çekilmiştir. Artık barbarlık politikaya sirayet etmiştir hem de her ayrıntısına… Hoşgörü çağının bin bir güçlükle birleştirilebildiği ırklar ve sınıflar arasında çatlaklar ve cüretkârlıklar gün yüzüne çıkmıştır. Herkesin herkesle savaşı -bellum omnium contra omnes- başlamıştır. Tam da bu noktada Zweig son pişmanlığın fayda etmediğinin farkına varır ve özeleştiri verir: “Ne var ki, biz gençler yurdumuzda başlayan bu tehlikeli değişmeleri fark etmeyecek kadar derin bir ihtirasla edebiyata dalmıştık. Kitaplardan ve tablolardan gayrisini gözümüz görmüyordu. Politika ve toplum sorunlarına en küçük bir ilgi duymuyorduk. Bu birbirini tutmaz çekişmelerin bizim hayatlarımız için ne anlamı vardı? Seçimlerde şehir heyecandan çalkalanırken, bizler kitaplıklara giderdik. Yığınlar ayaklandığında bizler şiirler yazıp, şiirler üzerine tartışırdık.  Duvara alev alev harflerle yazılmış olanı görmüyor, bir vakitler Kıral Belsazar’ın yaptığı gibi, sanatın en eşsiz çeşitleriyle kendimize şölen veriyor ve yarına korkuyla bakmıyorduk. Onlarca yıl sonra tavan ve duvarlar üzerimize yıkılınca, temellerin çoktan içten içe oyulmuş bulunduğunu ve yeni yüzyılla kişi özgürlüğünün Avrupa’da çökmeye başladığını fark ettik.”[4] Adolf Hitler’in iktidara gelmesinden sadece aylar sonra düzenlenen kitap yakmaları, yüzlerce yazarın sürgüne gönderilmesine ve başkalarının hayatlarına mal olacak zulmün başlangıcıydı. 10 Mayıs 1933’te, Almanya’nın 34 üniversitesindeki öğrenciler Berlin’deki Opera Meydanı’nda 25.000’den fazla kitap yaktı. Heinrich Heine, Karl Marx, Karl Kautsky, Sigmund Freud, Alfred Kerr, Heinrich Mann, Erich Kistner, Lion Feuchtwanger, Erich Maria Remarque, Theodor Wolff, Bertolt Brecht, Kurt Tucholsky ve Carl von Ossietzky kitaplarıyla beraber Stefan Zweig’ın da kitapları da o gece yakılan kitaplar arasındaydı. Toplu kitap yakma işlemleri Nazilerin ideoloji kampanyalarında bir dönüm noktası oldu. 1933’te Zweig, Reichstag yangınından hemen ardından, editörüne Almanya’da kitaplarının sonu geldiğini söylemiştir. Editörü: “Sizin kitaplarınızı kim yasaklayacak?” diye şaşırıp kalmıştır “Bugüne değin Almanya’ya karşı ne bir şey yazdınız, ne de politikaya karıştınız.” Kitapların yakılması, Ortaçağ’dan kalma teşhir kazıkları gibi canavarlıklar, Hitler’in iktidara geçmesinden bir ay sonra gerçekleşeceğini en ileriyi görme yeteneğine sahip olanların bile aklına gelmemişti.

Romain Rolland ve Lenin

Yukarıda da adı geçmişti, Romain Rolland (1866-1944)  dünyaca ünlü bir Fransız pasifist yazardı. Aynı zamanda bir müzikolog ve Sorbonne Üniversitesi’nde müzik tarihi profesörüydü. O da Zweig gibi Birinci Dünya Savaşını Avrupa’nın intiharı olarak görüyordu; Rolland, Kızıl Haç’a katıldı ve savaşta yer almayı reddetti. Sonuç olarak, her iki kampın milliyetçileri tarafından şiddetle saldırıya uğradı. 1914 ve 1915’te Romain Rolland’ın önceden politik bir bilince sahipti. Savaş karşıtlığı onu yavaş yavaş politize etti. Kaleme aldığı yazılar insanları hareketlendirmeye başladı ve bu yazılar 1916’dan 1919’a kadar Avrupa, Amerika ve dünyada savaş karşıtı görüş için bir referans noktasıydı. Rolland, savaşın gerçek sorumlularının Avrupalı devlet liderlerinde değil, düşmanlıklardan büyük kazanç elde eden finansal ve endüstriyel oligarşiyle ilgili olduğunu savundu. Stefan Zweig, Romain Rolland ile 1913 yılında tanışıyor. “Bilgisi, karşısındakini utançtan yere geçirecek kadar çok yönlüydü. Her şeyi, derinliklere inen gözlerle yaşadığından, edebiyatı, felsefeyi, tarihi, bütün ülkelerin ve çağların sorunlarını iyi tanıyordu (…) Ben onun yanında – bunu her düşünüşümde bir mutluluk duygusu içimi kaplar- insancıl ve yürekli bir güven, kibirsiz bir iç özgürlüğü, özgürlüğün sağlam bir iç dünya için olağanlığını, hep duymuşumdur.”[5] Zweig, işte o zaman hiç de uzak sayılmayan bir Avrupa savaşını ihtiyatsız ve eli kolu bağlı karşılamamanın temel görev olduğunu bu ilk görüşmelerinde kavrar. Kesin saat gelip çattığında, bir şeyler yapmak gerekiyordu ve Rolland, içi burkularak, yüreğini bu olasılığa göre sağlamlaştırmıştır.

Zweig’ın, Rolland’ın V.İ Lenin ile ilişkisine dair gözlemleri ilginçtir. Romain Rolland, Pfauen Kafe’de Zweig’e Lenin’den aldığı bir telgrafı gösteriyor; telgraf Lenin tarafından göndertmiştir. Lenin, Rusya’ya yapacağı yolculukta –1917 Şubat Devrimi ile çarlık rejiminin yıkılması üzerine, Mühürlü Tren ile İsviçre’den Rusya’nın başkenti Petrograd’a gitmiştir- kendisine katılmasını istemektedir. Zweig, Lenin’in kendi davası için Rolland’ın moral otoritesini iyi kavramışa benziyordu diye yorumlar. “Fakat Rolland bütün gruplara karşı bağımsız kalma kararından caymıyor ve bu yolculuğa katılmıyor. Romain Rolland bu kabul etseydi 16 Nisan’da 1917’de, Petrograd’daki Finlandiya İstasyonu’nda Lenin ile beraber inecekti. Bu olaydan bir yıl sonra Zweig, günlüğüne 25 Eylül 1918 Çarşamba günü şu notu da yazıyor: “Her şey altüst olacak, yeni tabakalar üste çıkacak. Rolland bir tarihçi gibi bizi artık geçmişe ait görüyor; içinde hep var olan yenilik duygusu, geleceğe yönelik. Bu yüzden Lenin’e hayran (onun gaddarlığına karşın), onun düşüncelerini “top mermisi” diye adlandırıyor, ölümcül ama hedefinden şaşmayan. Artık insanlıkları filan kalmamış, ruhbilim ve duyguya değil, mantığa bağlı olan bu insanların gözünde bizim var olmadığımızın farkında Rolland. Kuşakların mücadelesinin süreceğini öngören Lenin’in uzgörüşü (doğruyu, gerçeği önceden görebilme) Rolland’ı ve acılardan geçerek üretkenliğe erişen gençliği büyülüyor, oysa bizimkiler sahip olmaktan yorgun düştüler.”[6]

Günümüz Avrupa’sında Stefan Zweig’ın edebiyattaki üslubunu “yavan” bulanlar da var. Hatta 1920’ler ve 1930’larda dünya çapında çok satan bir yazar olan Zweig, Wes Anderson’ın 2014 yılında dört Oscar kazanan film “Grand Budapest Hotel”e kadar İngilizce konuşulan dünyada handiyse unutulmuştu. En azından tarihsel kişiler ve olaylar hakkında bir fikir edinmek adına Stefan Zweig’ın kimi yapıtlarını okumak anlamlıdır sanırız. Bunlar arasında Honoré de Balzac, Charles Dickens ve Fyodor Dostoyevski’yi konu aldığı (Üç Büyük Usta), Friedrich Hölderlin, Heinrich von Kleist ve Friedrich Nietzsche’yi incelediği (Kendileriyle Savaşanlar), ile Giacomo Giralomo Casanova, Stendhal ve Lev Tolstoy’la ilgili (Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar) gibi çalışmaları önemlidir. Yazarın diğer yapıtları olan (Yıldızın Parladığı Anlar), Joseph Fouché, Marie Antoinette ve Mary Stuart’ın biyografileri objektif olmaktan uzak sayılsa da hâlâ değerini ve önemini korumaktadır.

Stefan Zweig bize daha iyi bir yaşamın mümkün olduğunu hatırlatmak için tarihi bir aracı kullandı. Zweig’ın birçok kitabını dilimize kazandıran Burhan Arpad’ın tanımıyla namuslu, insancıl ve iyi yürekli bir aydın bir yazardı.

Tarihin araştırılması soruşturulması önemlidir, çünkü insanın mevcut dünyayı daha iyi anlamasına izin verir. Bertholt Brecht’in “Okumuş Bir İşçi Soruyor” şiirindeki gibi soracağız: “Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? Kitaplar yalnız kralların adını yazar. Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, kim yapmış Babil’i her seferinde? Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar altınlar içinde yüzen Lima’nın? Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince? Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok, kimlerdir acaba bu anıtları diken?”

 

 

[1] Zweig, S. (1989). Dünün Dünyası Çev. Burhan Arpad. İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.

[2] Zweig, a.g.e., s. 248

[3] Zweig, a.g.e., s. 400

[4] Zweig, a.g.e., s. 88

[5] Zweig, a.g.e., s. 253

[6] Zweig, S. (1997). Günlükler Çev. İlknur Özdemir. İstanbul: Can Yayınları.