Olan şeylerin romanı...

“İki sınıf vardır: biri burjuvazi diğeri işçi sınıfı” basitliği; o günün koşullarında gerçekliğin abartısız bir yansıması olarak Suat Derviş’in kaleminden bizlere aktarılıyor.

Olan şeylerin romanı...

Hande Durna

Bazen bir gerçeği anlatmak için, bir doğruyu gösterebilmek için binlerce kelime, yüzlerce istatistik, onlarca tarihsel veri yetmez de edebiyat imdada yetişiverir. Bu durumun farklı türevleri; bir duyguyu yaratabilmek için, harekete geçirebilmek için, kişiler veya kitleler nezdinde sanatın tüm alanlarında da karşımıza çıkar. Suat Derviş’in “Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır” adlı eseri tam da bu anlatmaya çalıştığımın çok çarpıcı bir örneğini oluşturuyor.
1937 yılında Tan gazetesinde tefrika edilen roman, Suat Derviş’in gazetecilik yaptığı yıllarda işçiler, yoksullar arasında yaptığı röportajlar sırasında edindiği izlenimlerin ağırlığını hissettiriyor. Suat Derviş romanda gerçekten de “olan şeyler”i yazıyor.

Her ne kadar gazeteci olarak Sovyetler Birliği’ne gittiği dönemde bir bölümü Kemal Tahir tarafından yazılmış olsa da romanın bütününde Suat Derviş’in üslubu, kaygısı, rengi kendini gayet net hissettiriyor.

O yıllarda İstanbul’da bir dokuma fabrikasında çalışan işçileri, Edirnekapı’da yaşayan yoksulları, işsizleri tüm gerçekliği ile ve gerçekliğin acımasızlığı ile gözler önüne seriyor.

Savaşa gidip dönemeyenler; dönüp de çürüğe çıktığı için iş bulamayanlar; karısı, çocuğu daha ucuza çalıştırıldığı için işsiz kalan eşler, babalar; annesine babasına bakmak zorunda olduğu için onlu yaşlarının başında çalışmaya başlayan çocuklar; annesinden babasından bu nedenle nefret eden çocuklar; işsizliğin acısını çocuğundan çıkartan babalar; iki yaşında kardeşini annesi fabrikada paydos edene kadar sırtında oyalayan beş yaşında çocuklar; kızına bir yumruğu “namussuzluk”, diğerini “rakısızlık” korkusundan atan babalar; toprağını bırakıp İstanbul’a çalışmaya gelip, üç vakte kara toprağın altına İstanbul’da girenler…

İşçi sınıfının mücadele geçmişinin yok denecek kadar az, sömürünün en çıplak hali ile gözler önünde olduğu bu koşullar, bize hem o yılları tüm gerçekliği ile ortaya koyuyor; hem de bugün kapitalizmin cilalı devrinde unutulan gerçeklikleri olanca yalınlığı ile gözler önüne seriyor. Hatta öyle ki, “iki sınıf vardır: biri burjuvazi diğeri işçi sınıfı” basitliği; o günün koşullarında gerçekliğin abartısız bir yansıması olarak Suat Derviş’in kaleminden bizlere aktarılıyor.

Kitapta projeksiyonun kadınlara biraz daha fazla tutulduğunu; emekçilerin, yoksulların yaşadığı sorunların damıtılmış halinin kadınlarda vücut bulduğunu hissediyoruz. Bu durum kitabın kahramanının önce babasına, sonra da hayatına giren diğer erkeklere tepkisi ile kendisini hissettirse de bunun bir yanılsama olduğunu, hesap soracağı kişilerin hayatındaki bu erkekler olmadığını acı bir şekilde anladığını görüyoruz. On iki yaşından on sekizine kadar günde on üç saat çalışıp; annesine, babasına, hasta kardeşine bakan bir kadın işçinin, bu koşulları reddedip, emeğini patrona satmak yerine, vücudunu satmaya sancılı bir şekilde karar verişine de şahitlik ediyoruz.

Kitabın başından itibaren yaralanmışçasına hissettiğiniz sızı her karakterin yaşadıkları ile yeni bir bıçak darbesine dönüşüyor sanki. Evet biliyorsunuz iki sınıf vardır ama Emine’nin belalısı yüzünden fabrikadaki işinden atılmasını kabullenemiyorsunuz. Arif’in fabrikada yük taşırken yaşadığı kaza sonucu kesilen bacağının diyetini alamamasını da… Hem de patronun Arif’e ödeyeceğini tazminatın onlarca katını keyif amaçlı kumarda kaybederken ki rahatlığını görmek içinizi acıtıyor. Nazlı gibi cevval bir kızın fuhuşa sürüklenmesine de dur demeye çalışıyorsunuz ama bütün Nazlı’lar aynı yola koyuluyor…

Bütün bu darbelerin sonunda yere yığılıp kalacağınızı düşünürken sona doğru umudu görüyorsunuz ve bu umut bütün yaralarınızı hemen iyileştirmese bile kanamanızı durduruyor….

Ne demiştik, edebiyat bazen imdada yetişiverir. Bu kitap bugün işçilerin yaşadığı sorunları, emekçi kadınların yaşadıkları sorunları bir ayna ile yansıtırmışçasına yüzümüze vuruyor. Dönemin koşullarının ağır ve açık sömürü koşulları, Suat Derviş’in kaleminden bugünümüze de ışık tutacak bir kurguya dönüşüyor. Bugün kadınların sorunları olarak tartışılan ne varsa kitapta var ama sömürü düzeninin ağır belirleyiciliğinin izleri ile birlikte.

Kitap, redaksiyon sırasında bazı düzeltmelere ihtiyaç duymasına rağmen sanıyorum aslına sadık kalma isteği nedeniyle olduğu hali ile bırakılmış. Keşke notlar alınarak düzeltmeler yapılsaymış. Ama buna rağmen okunmayı, okutulmayı ve üzerine tartışmayı kesinlikle hak ediyor.