Sosyal refah devleti refah sağlar mı?

“Küreselleşme”, “yenidünya düzeni”, “temel vatandaşlık geliri” vb gibi proje isimleri kesinlikle içeriğin perdelenmesini amaçlarcasına, belki de reklam şirketlerince bulunmuş yaftalarla toplumlara sunulur.

Arkadaşlar, hatırlayacağımız üzere, geçen yazıda temel vatandaşlık geliri olarak topluma yedirilmeye çalışılan bir burjuva politikasından kısaca söz etmiştim. Bugün geçmişe dönerek, biraz da sosyal devlet politikalarında söz etmek istiyorum. Bu konuya girmemde amacım böylesi sisteme eklemlenmiş politikaların hiçbir şeye deva olmayacağını ortaya koymaktır.

İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde başlatılıp, yaklaşık 1970’lerin ortalarına kadar sürdürülmüş olan sosyal devlet uygulaması, insanlara ne kattı, toplumlara ne öğretti, bugün nerelerdeyiz gibi konuların anlaşılabilmesi için konuya biraz yakından bakmamız gerekmektedir. Konuya girmeden bir konuda dikkatimizi yoğunlaştırmamızı rica ediyorum. Tüm politikalar cazip adlarla toplumlara sunulur ki, toplumsal kabul derecesi yüksek olsun. Diğer bir deyişle, acı bir ilacın üstünün şekerli madde ile kaplanması nasıl ilacın rahat alınmasını sağlarsa, aynı şekilde politikalar da cazip isimlerle sunulduğunda, içeriği ve ileri zamanlarda ortaya koyabileceği sorunlara bakılmadan kolayca kabul görebilir. “Küreselleşme”, “yenidünya düzeni”, “temel vatandaşlık geliri” vb gibi proje isimleri kesinlikle içeriğin perdelenmesini amaçlarcasına, belki de reklam şirketlerince bulunmuş yaftalarla toplumlara sunulur.

Sosyal devlet ya da daha kapsamlı adı ile sosyal refah devleti adı da politikanın içeriğinin gizlendiği popüler yaftadır. İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde yıkılmış Avrupa’da restorasyon hareketleri yapılırken, ABD Marshall Planı ile, özellikle gelişmekte olan ekonomileri komünizme savrulmasın diye büyük yardımlarla komünistlerin etrafında tutarken politikanın amacı ne emekçiyi ne de halkı kurtarmak idi. Politika kesinlikle derin krizlerle sarsılan kapitalizmi sosyalizme karşı savunmak ve kurtarmak idi.

Klasik ekonomi tüm ekonomik ve toplumsal sorunların çözümüne yönelik serbest piyasayı, küçük devleti ve denk bütçeyi savunurken, kapitalizm Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşları yaşamış, 1929 krizinde derin işsizlikle boğuşmuş ve bitkin vaziyette sosyalizmle karşı karşıya gelmiş bulunuyordu. Dolayısıyla ya sosyalizme teslim olunacak ya da kapitalizm kurtarılacak idi. Tabii ki ikinci yol seçildi. Bunun sebebi de, her ne kadar kapitalizmde mağdur olan emekçi yığınları adet olarak çoğunlukta idi ise de, azınlıkta olanlar hem bilinç düzeyi hem de bilinç oluşturmada etken kurum olan yüksek eğitim kurumlarını ve üniversiteleri bilim adına destekledikleri için toplumsal ideolojinin üretimi ve genç dimağlara zerk edilme gücü ellerinde idi. İşte Cambridge okulunun ünlü iktisatçısı Keynes’in ortaya çıkması böyle bir zeminde yükseldi.

Keynes Marks’ı biliyordu. Marks’ın teorik yapısının tutarsız olduğunu savlıyor ve yeni kitabıyla halklara ekonominin ne olduğunu anlatacağını söylüyordu. Sözünü ettiği kitabı, kısaltılmış adıyla, Genel Teori olarak bilinen ve neoklasik ekonomi anlayışına karşı çıkan eseridir. Bu kitabın sistem içi devrimsel bir yönü yok değildi. Şöyle ki, Keynes ’den önce reel ve parasal piyasalar olarak tanımlanan ve birbirinden bağımsız çalışan ikili piyasa yapısını Keynes birleştirerek, tekli piyasa yapısı oluşturdu. Mesel şu idi ki, dönemin acilen çözülmesi gerek işsizlik sorununa parasal piyasalarda faiz indirimi ve yatırım artışı ile çare bulunabileceği, bunun geçerli olmadığı yerlerde ise devletin otonom yatırımları ile ekonominin canlandırılabileceği ileri sürülüyordu.

Meselenin aletsel temelde işleyişini bir yana bırakıp, politik sahadaki kullanışlılığına bakarsak şöyle bir durumla karşılaşıyoruz. Artık geçmişte olduğu gibi denk bütçe uygulamasına yer yoktu; açık bütçe uygulaması ile istihdam canlandırılabilirdi. İkincisi, yine geçmişte olduğunun aksine bu kez devletin ekonomik faaliyetlerde bulunacak işletme kurmalarına cevaz veriliyordu. Böylece devlet açık bütçe ve kamu iktisadi teşebbüsleri olarak bilinen devlet işletmeleri kurarak durağan ekonomileri canlandıracak ve istihdamı yükseltecek idi. Tabii, devlet faaliyetleri yanında özel kuruluşların da istihdam ettikleri elemanlarına ücret ödemelerinde çok sıkı davranmaması gibi politikalar da dikte ediliyordu. Çok genel bir yaklaşımla, politikanın adını aldığı “sosyal” kavramı da şuradan geliyordu, devlet emekçileri koruyacak, sendikaları güçlendirecek, asgari ücretin makul düzeyde tutulmasını sağlayacak, kamu destekli eğitim, sağlık ve mesken harcamalarına yer verecek şekilde kamu sosyal harcamaları artırıldı. Söz konusu politikalarla doğal olarak ileri kapitalist ekonomilerde, özellikle Avrupa ekonomilerinde emekçilerin ve genel halkın refah düzeyinde ciddi iyileşmeler yaşandı ve sosyal devlet politikaları adeta devamlı kalıcı şeklide ülke mevzuatlarında yer aldı.

Bu aşamada, uygulamanın günümüzdeki akıbetini gelecek yazılara bırakarak,  sermaye başatlığına dayalı bir sistemin böylesi emek ve genel halk lehine dönüşünün biraz alt-yapısını ve gerekçesini irdeleyelim. Her şeyden önce, dönemin yeniden yapılanma faaliyetleri ve yoğun ekonomik kalkış devletlerin harcama potansiyelinin yükseltilmesinde önemli faktör oldu. İkincisi dönemin üretim süreci emek-yoğun olarak sürdürülmekte idi ve binlerce emekçi güçlü sendikaların yönetiminde üretimi sürdürüyordu. Dolayısıyla, emekçi kesimin sosyalist yöne eğilim göstermemesi için ekonomik durumlarının gerek nakdî olarak gerek eğitim ve sağlık gibi hizmet olarak yükseltilmesi kaçınılmazdı. Zira Sovyetlerin etkisi ile Avrupa semalarında Marks hayali dolaşıyordu. Bunların da ötesinde giderek hızlanan üretime piyasa gerekiyordu, asıl ihtiyaç sermayeden kaynaklanıyordu. Ne var ki, savaştan çıkmış olan Avrupa halkının satın alma gücü hızla yükselen üretimi yakalamaya yetmiyordu. Bu koşullarda ancak sosyal politikalarla ve olabildiğince yüksek ücretlerle ülke içinde piyasalar genişletilebiliyordu. Bilindiği üzere, sosyal politikaların çok önemli bir işlevi, gelir dağılımının düzeltilmesiyle piyasaların genişletilmesidir. Türkiye’nin dahi 1948 yılında, ihtiyacı olmadığı halde, Marshall yardımına tabi tutularak Avrupa pazarlarına katkı yapması sağlandı. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti dış dünyaya denetimsiz açılarak piyasa işlevini yerine getirme yoluna gitti. Ancak ekonomi bu anlamsız ve zamansız politikaya sekiz yıl dayanarak, 1958 yılında moratoryum –devletin iflası!-  ilan etme durumunda kaldı. Bunun ekonomik anlamı, Türkiye’nin Rosa Lüksemburg teorisine uygun olarak ticari emperyalizm altında sömürülmesidir. Görüldüğü gibi, halkın çok partili sisteme, yani demokrasiye geçiş olarak nitelediği siyasi değişimin niteliği, emperyalistlerin komut veremediği kurucu partiden denetlenebilir bir parti çıkartarak amacını gerçekleştirmesinin acı hikâyesidir. Günümüzde de başat siyasi partinin menşei ve bugün yaşananlar dikkate alınırsa, emperyalizmin emrindeki sağ cenahın neden süreci Demokrat Parti ile başlattığı anlaşılabilir. Kaldı ki, bugün buralara savrulmamızın daha derin analizinde de, maalesef, Osmanlı’dan sökülüş ve kuruluş felsefesine girmemiz gerekir.

Konumuza dönersek, sosyal demokrasi ya da sosyal refah devleti politikalarının günümüzde zayıflamasının çok temel sebepleri vardır. Bu sebepler, söz konusu politikaların ihdasında geçerli olan sebeplerin ters dönmesinden ibarettir. Şöyle ki, günümüz koşullarında emekçi hareketi güçlü değildir, sendikalar eskisi kadar etkili değildir, zira günümüzde üretim daha çok sermaye-yoğun olarak makine sistemiyle yürütülmektedir. Diğer yandan günümüzde sosyalizm ya da komünizm korkusu yoktur. Ancak sermayenin piyasa ihtiyacı doğal olarak devam etmektedir. Sermayenin piyasa ihtiyacı günümüz koşullarında küreselleşme dayatmasıyla tüm dünya piyasaları kullanılarak, finansal faaliyetlerin genişletilmesi ile de gelecek piyasalar bugüne çekilerek sağlanmaktadır. Dolayısıyla sosyal devlet ya da refah devleti politikalarına anlık ihtiyaçların karşılanması, yaygınlaşan yoksulluğa çare üretilebilmesi, hatta sosyalizme körü oluşturulabilmesi(!) için bugün geçmiştekinden daha fazla gereksinim olduğu halde, ekonomik ve siyasal zemini olmadığı için sistem devreye girememektedir.

İşin ilginç yanı, tahmin edilebileceği gibi, sosyal refah devleti politikalarına sol cepheden itirazlar geldiği gibi, sağ cepheden de itirazlar yükselmiştir. Bakacağımız asıl sorunsal, sosyal devlet ya da refah devleti politikaları kapitalizmin dostu mu yoksa düşmanı mı olduğu; söz konusu politikaların kapitalizmin insanlar üzerinde oluşturduğu sıkıntılara kalıcı çare olup olmayacağı; ve sosyal refah devleti uygulaması yanında oldukça yetersiz kalmaya mahkûm görünen temel vatandaşlık aylığının böylesi büyük çerçevedeki yerinin ve amacının irdelenmesidir.  Bu yazıyı bu boyutta tutarak, gelecek sefere söz konusu itirazlara ve tüm anlatılanlar çerçevesinde konuya yaklaşımımız üzerinde yeni bir alan açmak üzere sağlıklı kalınız.