Sorun bütçe mi?

Türkiye’de üniversite bütçeleri düşük ama bu öğretim üyesi kalitesiyle bütçeleri Oxford kadar olsa bile bilimsel açıdan yine sınıfta kalırlardı.

11 Ekim tarihli Birgün gazetesi manşetten Mustafa Kömüş’ün haberini girmişti: 127 Üniversite 1 Oxford Etmiyor. Haber şöyleydi: “Ülkedeki 127 devlet üniversitesinin toplam bütçesi Oxford’un üçte ikisi kadar. Mali planda 127 üniversite için 45,3 milyar TL ödenek ayrıldı. Oxford’un bütçesi 62 milyar TL’yi aşıyor. Türkiye’de en yüksek ödenek Ankara Üniversitesi’ne: 1 milyar 486,5 milyon”.

Haberde yazılanlar bütünüyle doğru. Üstelik yıllardır böyle ama özellikle son yıllarda açılan üniversite sayısı arttıkça, illeri geçtik, her ilçeye bir üniversiteye doğru gidildiği bir dönemde, toplam bütçe neredeyse sabit kaldığı için üniversite başına düşen pay iyice azalmış oldu. Oxford’un bütçesinin sterlin bazında bile arttığı söylenebilir.

İşin bir de diğer yönü var. Oxford sadece bütçe açısından değil, doğrudan bilimsel üretimi gösteren diğer parametreler açısından da Türkiye üniversitelerinin çok önünde. Diğer parametreler derken özellikle etki değeri (impakt faktörü) yüksek dergilerde çıkan makale sayısını ve Nobel ödüllü bilim insanı sayısını kastediyorum.

Bunun üzerine şöyle bir soru aklıma geliyor: Türkiye’deki üniversitelerin bütçeleri Oxford kadar olsaydı, bilgi üretimine Oxford kadar katkısı olabilir miydi? Elbette geçmişe “şöyle olsaydı, böyle olsaydı” diye bakılmaz ama eldeki veriler “hayır” demeyi gerektiriyor çünkü akademinin asıl zenginliği bütçesiyle değil öğretim elemanı kalitesiyle ölçülür. Üniversiteler öncelikle kendisini var edebilmek için öğretim üyesi odaklı olabilmeli. Burada sözü üniversite tasfiyelerine getirmeye çalışmıyorum; evet son dönemde KHK ile ihraç edilen akademisyen sayısı 6081. Bu rakam tüm Cumhuriyet dönemi boyunca akademi tasfiyelerinin on katından daha fazla1, üniversite entelektüel açıdan çok şey yitirdi ama yine hemen hemen aynı tarihlerde tüm gazetelerde yer alan başka bir haber daha var: “Kâtip Çelebi Üniversitesi’ni denetleyen Sayıştay denetçileri raporunda getirilen ek kriterlerle objektif ve denetlenebilirlik ilkelerine riayet edilmediğini belirterek, ‘İlanların büyük çoğunluğunda spesifik ve belli bir kişiyi çağrıştıran şartlar istenmiştir. Bunun sonucunda da, alım yapılacak toplam 195 kadronun tamamı için sadece birer kişi başvuru yapabilmiş ve aynı kişiler kadrolara alınmıştır’ değerlendirmesi yapıldı”.

Hatta fazlası da var, bu kadrolara belirli bir tarikat referansı olmadan atama yapılmadığı da söyleniyor. Yani kadro atamalarında yeterliliğe (liyakate) değil başka ölçütlere bakılıyor. Aslında bu durum ne Kâtip Çelebi Üniversitesi’ne ne de son döneme özgü; en azından 30 yıldır yeterliliğe bakılmaksızın atama yapıldığını söyleyebilirim. Böylece, üniversiteyi ileriye götürecek kişiler, o anın koşullarına göre değişen yeterli “torpili” olmayanlar, dışarıda kalmaktadır.  Tek fark, eskiden “ortalamalar” akademide kendisine yer bulabilirken, şimdi dönem “en kötülerin”.

Bu kişilerin üniversitede kadro bulmalarıyla da bitmiyor iş; “niteliksize” destek hep sürüyor. Örneğin çalıştığım bölümde, yıllar önce, o an için dünyanın en büyük akademik yolsuzluklarından biri yaşanmıştı2. Yolsuzluk yapanlar gerek Türk Tabipleri Birliği gerekse ilgili meslek örgütünce cezalandırıldılar, geçici süreyle meslekten men cezası aldılar. Hatta bir tanesine “bir yıl süreyle doçentlik sınavına girmeme” cezası bile verildi. Ancak şu anda hepsi profesör ve doktora düzeyinde çok sayıda tez yönettiler!

Sonuç; evet Türkiye’de üniversite bütçeleri düşük ama bu öğretim üyesi kalitesiyle bütçeleri Oxford kadar olsa bile bilimsel açıdan yine sınıfta kalırlardı.

 

1https://ilerihaber.org/yazar/tihv-yayinlari-117234.html

2 Günal İ. Dünyanın en örgütlü, en uzun soluklu, 26 yayınla en büyük bilimsel sahtekarlığı. Cumhuriyet Bilim Teknik 958: 18- 9, 2005.