Siyaset çöktü mü?

Geçen hafta yaşadığımız depremle ilgili bir gazete manşeti şöyle: “İhmal, Yoksulluk ve Çaresizlik.” Üç sözcük ancak bu kadar gelişmekte olan bir ekonomide kapitalist devleti anlatır; yoksulluk siyasi ihmal sebebidir, bunların sonucu ise çaresizliktir. İşte kapitalizm!   

Kamuoyunda sanki şöyle bir genel kanı dolaşmaktadır: AKP siyasi mekanizmayı işlevsiz kıldı. Bugün bu konuyu tartışacağız: acaba gerçekten siyaset işlevsizleştirildi mi, yoksa başka bir süreç devrede de, mesele anlaşılamıyor mu? Tartışmalarımızı, ana ekseni itibariyle Türkiye’de yoğunlaşarak, fakat diğer ülkelerden de örneklerle yeni kapitalist siyaset biçimi üzerinde sürdüreceğiz. Kamuoyunda böyle bir yargının oluşum sebebi, bence, Türkiye’de parlamenter sistemden devlet başkanlığı sistemi adı altında tek-adam yönetimine geçişin algılamamızı değiştirmesidir. Zira tek adam sisteminde hemen her karar başkana bağlanmış, başkanın onayı olmadan hiçbir karar alınamamakta, icraat nerede ise durmaktadır. Baskı salt siyasi ve yönetsel alanda değil, aynı şekilde ekonomi alanında da icra edilmekte, bağımsız olduğu ileri sürülen Merkez Bankasına faiz konusunda, Türkiye İstatistik Kurumu’na da bazı konularda müdahale edilebilmektedir. Parlamentonun ve yürütmenin işlevsizleştirildiği yerde siyaset mekanizmasının fiilen çalışmadığı düşünülmekte, siyaseti denetlemekle yükümlü yüksek yargı organları da işlevsizleştirilerek, tam bir tek adam yönetiminin başat kılındığı görülmektedir. İşte, kabaca özetlememeye çalıştığım bu süreç kamuoyu tarafından siyasetin işlevsizleştirilmesi olarak yorumlanmakta, hatta demokrasiden uzaklaşıldığı gibi tanımlamalara gidilmektedir. Son söyleyeceğimi başta söylemem gerekirse, Türkiye’de çok net yansıyan yönetim biçimi, ağırlaşan günümüz kapitalizm koşullarına göre şekillenen siyasetin yansımasından başka bir şey değildir. Diğer bir deyişle, içinden geçtiğimiz siyaset ve devlet yönetim felsefesi kapitalizme hiç yabancı olmayıp, farklı durumlara göre şekillenen farklı görüntülerden en belirgin olanıdır. Kapitalist devlet sisteminde, üretim sürecinin hangi aşamasında olunduğu ve emperyalist ilişkinin hangi tarafında konuşlandığına göre siyaset tetiklenir ve duruma özgü şekil alır. Aşağıda açmaya çalışacağım üzere, şu anda yaşadığımız ve çoğumuza demokrasi kurallarına aykırı gözüken siyaset etme biçiminde büyük bir yanlışlık yoktur. Hatta biraz daha ileriye giderek, siyaset yapmanın böylesi uç hallerini, kapitalizmin ve emperyalist ilişkilerin derinden anlaşılabilmesi için çok önemli bir fırsat olarak görmeliyiz.

Önce çok temel bir mantıkla işe başlayalım: İsminden de anlaşıldığı üzere, kapitalist sistemde söz hakkı sermayededir. Kapitalist sistemde siyasi erk sermayenin ajanıdır ve ona hizmetle yükümlüdür; siyasi erk her faaliyetini sermaye birikimine katkı yapacak şekilde planlar ve uygular. Kapitalist sistemde ekonomiden ayrı gördüğümüz siyaset alanı, sermayenin halkı sömürmesine aracılık ederken, aynı anda sistemin devamının sağlanması için de, sermayenin izni dâhilinde emekçilere ve halka, koşullara göre pay verir ve görüntüsel birlik sağlar. Diyanet’in faiz kararı da kutsal inancın dahi siyaset alanı ile bulanarak sermayeye hizmetin çok net görüntüsüdür. Eğer sistemin kuruluş ve işleyiş mantığı böyle ise, şu soruya yanıt arayalım: Kaynaklara hâkim olan sermaye aldığı kararlara kendi dışındaki kesimleri karıştırır mı? Sermaye, başat konumda olarak tüm kararları kendi çıkarları doğrultusunda ve kendi iradesi ile alıp, siyasi erke uygulatıyorsa, sistem tutarlılığı açısından parlamentonun kararlara katılmasında mantıksal bir gerekçe olabilir mi? Bu yönde karar alan siyasi erki yargı ile karşı karşıya getirmenin mantığı olabilir mi?

Bu kısa ve öze inen açıklamayı netleştirebilmek için, bu kez de şu soru sorulmalıdır: Tüm kapitalist ülke sistemlerinde şimdiye dek uygulanagelmiş ve halen uygulanmakta olan siyasetin hiç de yukarıda anlatıldığı şekle benzememesi nasıl açıklanabilir? Aslında, dikkat edilirse bu sorunun yanıtını, siyasi yapıların ülkelerin farklı ekonomik süreçlerde bulunmalarına ve emperyalist ilişkinin farklı cephelerinde yer almalarına göre farklı şekilleneceği şeklindeki açıklamayla yukarıda vermiştim. Şimdi bu meseleyi biraz daha açalım. Dünya kapitalizmi çöküşte, Türkiye gibi bazı ülkeler de çevresel konumlarıyla kalkınma mücadelesi vermekte, bu süreçlere tuz-biber ekercesine sosyalist sistem de şimdilik sahneyi terk etmiş bulunuyor. Bu durumda, merkez ülkeler sermayesi çevre ülkeleri ve onların sermayelerini taşeron olarak kullanarak tüm insanlığa ve doğaya saldırmaktadır. Hal böyle gelişince, artık çevre sorunları, halk sağlığı meseleleri, insan ahlakı ya da adalet vs gibi konular gündemde yer bulamaz. Bu ve benzeri konular sosyalistlerin de başat olduğu ve kapitalizmin bu denli sıkışmadığı, hatta sistemin yerleştirilmeye çalışıldığı dönem ve ortamlarda geliştirilmişlerdi. Daha da ileri giderek şunu da netleştirmek gerekir ki, ulus-devlet yapılarının ortaya çıktığı ve büyük mücadelelerle feodalizmden kapitalizme geçişte sermaye dışı kesimlere bazı hakların verilmesi dahi bizzat sermayenin lehine idi. Aynı şekilde, İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde uygulanan sosyal devlet politikaları da yine özünde kapitalizmin çıkarına idi. Şöyle ki, bir yandan komünizm korkusu, diğer yandan yoğun emekçi mücadeleleri bazı sosyal politikalara alan açmıştır. Kapitalizmin pembe döneminde uygulanmış olan sosyal politikalar da ilgili kesimlere ileri düzeyde ve kalıcı haklar getirmemiştir, fakat sermayeyi büyütmüştür. Nitekim sağladığı kârlarla üretimde makineleşmeyi hızlandıran sermaye emekçileri üretim dışına atarak, sosyal politikalardan da yine sermaye avantajlı çıkmıştır. Günümüzde komünizm korkusu ortadan kalkmış, emek-yoğun üretim makine veya robot üretim sistemine dönmüş olarak artık sosyal politikalara da gerek kalmamıştır. Sermayenin asla dinmeyen piyasa gereksinimi ise günümüzde finanslaşma ve küreselleşme ile sağlanmaktadır. Hal böyle gelişirken, sermaye gücü ve kararları karşısında ne parlamentonun esamisi okunacak, ne de ÇED raporları titizlikle tertiplenip, hükümlerce uygulanacaktır. Ne var ki, sermayenin böylesi vahşileştiği dünyada görüntünün meşrulaştırılması amacıyla kurumların korunması, gereklidir. Söz konusu siyasi ve yönetsel kurumlar süreci perdelerken, büyük şirketler parlamentoya ya da icra organının bazı kademelerine üst düzey yöneticilerini sokarak, kararların oluşum aşamasında duruma hâkim olmaktadırlar. ABD’de binlerce büyük şirket zaman zaman kimi devlet dairelerine üst düzey yöneticilerini sokmuş, bağlı oldukları şirketlerin çıkarlarını kamuoyuna hissettirmeden korumuşlardır. Marksist yazarların devlet hakkındaki teorileri bu açıdan bizlere fevkalade ışık tutmaktadır.

Parlamenter sistem çoğulculuk sistemidir. Kapitalist sistem ise, sermaye-hâkim sistemdir. Şimdi de şu soruyu soralım: Emek, sömürüldüğünü bilerek nasıl oluyor da buna rıza gösteriyor? Bu sorunun birinci ve teorik yanıtı, yaşamını idame ettirebilmek amacıyla piyasaya sürebileceği tek değişim değerinin emek-gücü olduğudur. Emekçiyi isyana yönelmeden, sükûnetle işe koşulmasında etkili olan ise, bilincine kazınan sistem mantığıdır. Birinci durum devletin baskısını, ikinci durum ise devletin manevrasını yansıtır. Althusser yaklaşımıyla, ikinci durum devletin ideolojik ikna araçlarının, birinci durum ise devletin baskı araçlarının sonucudur. Kapitalizmin rahat dönemlerinde ideolojik araçlar, sıkışık dönemlerinde ise baskı araçları devreye girer. Ulus-devlet yapılarında sermaye başatlığının farklı ekonomik koşullarda şekillendirdiği devlet görüntüsü, sermayenin sıkışıklık durumuna göre değişiktir. Sermayenin rahat döneminde bazı sosyal haklar kazanılmış ya da verilmiş olduğundan devletin tün toplumu kavrayıcılığı olağan görülür. Oysa kapitalist devlet bu değildir! Kriz dönemleri sistemi açık ettiği gibi, sermayenin sıkıştığı dönemler de devletin yapısını ve siyasetin niteliğini su yüzüne çıkarır. Umarım bu koşullarda kapitalist devlet yapısının niteliği ve işlevi anlaşılabilir. Geçen hafta yaşadığımız depremle ilgili bir gazete manşeti şöyle: “İhmal, Yoksulluk ve Çaresizlik.” Üç sözcük ancak bu kadar gelişmekte olan bir ekonomide kapitalist devleti anlatır; yoksulluk siyasi ihmal sebebidir, bunların sonucu ise çaresizliktir. İşte kapitalizm!

Kapitalist dünyada uluslararası alanda ise devlet şekli ve gücü emperyalist ilişkinin hangi tarafında konuşlanmış olunmasıyla oluşur. Emperyalist ilişkide farklı devlet yapıları ile ilgili tartışmamızı da başka bir yazıya bırakarak, bu yazıyı burada sonlandıralım.