Tepkiselleştirmeli miyiz / normalleştirmeli miyiz?

Yemekhane kartında yemek yiyecek parası olmayan Sibel’i, saç kurutma makinesiyle çocuklarını ısıtmaya çalışırken yan odada intihar eden anneyi ya da yoksulluğun dibine vurup açlıktan ölme noktasına gelen ve siyanürle intihar eden bir aileyle ve daha birçok intihar eden insan ile; lüks mevlitler düzenleyen, ejder meyveleri yiyen, medya aracılığıyla asla sahip olunmasına izin vermeyecekleri yapay dünyalarını pazarlayanlar arasındaki farkı ortaya koyup bu fark ile mücadele etmek ve bu mücadelenin gerekliliğini savunmak gerekmez mi?

Tepkiselleştirmeli miyiz / normalleştirmeli miyiz?

Mustafa Berk Özçelik

Bir sistem düşünün bir azınlığın refah içinde yaşadığı ve kalan milyonlarca insanın köleleştirildiği ve o azınlığın kölesi olan insanları düşünün, yine onlar istediği zaman ölüme mahkum edebilecekleri. Evet kapitalizmden bahsediyoruz. Bazılarınızın “Hadi canım o kadar da değil!” dediğini duyar gibiyim, Ama şu satırlara dikkatinizi çekmek isterim.

“Diğer yanda burjuvazi, bugünkü düzen içinde eski köle sisteminden çok daha iyi bir durumdadır. İşlettiği sermayeden fedakarlık etmeden işçilerini işten çıkarabilir ve Adam Smith’in işaret ettiği gibi, işini köle emeği ile mümkün olandan daha da ucuza yaptırabilir”*.

Böylece Adam Smith’in şu sözleri söylerken tamamen haklı olduğu ortaya çıkıyor.

“Diğer herhangi bir mala olduğu gibi insana olan talep de gerekli olarak insanın üretimini düzenler, çok yavaş gittiği zamanlarda onu hızlandırır ve çok hızlı gittiği zamanlar da onu durdurur.

Tıpkı diğer mallara olduğu gibi! Eğer elde birkaç işçi varsa, fiyatlar yani ücretler yükselir, işçiler refaha kavuşurlar, evlilikler çoğalır, daha da çok çocuk doğar, daha çoğu yaşar ve en sonunda yeterli sayıda emekçi ortaya çıkar. Diğer taraftan eğer çok fazla işçi varsa fiyatlar düşer, işsizlik, sefalet ve açlık sonuç olarak da hastalık artar ve böylece artık nüfus ortadan kaldırılır…

Artık nüfus, her işçiyi günde gücünün elverdiği kadar çalışmaya zorlayan işçiler arasındaki rekabet tarafından yaratılıyor. Eğer bir imalatçı günde dokuz saatten on işçi çalıştırıyorsa her biri on saat çalıştığında dokuz işçi çalıştırır ve onuncusu da aç kalır. Eğer bir imalatçı işçiye olan talebin fazla olmadığı bir zamanda onları işten atmakla tehdit ederek dokuz işçiyi aynı ücretle günde bir saat daha fazla çalışmaya zorlarsa, onuncu işçiyi işten çıkartır ve onun ücretinden de kar etmiş olur. İşte bir ülkede büyük çapta uygulanan işlemin küçük çaptaki görüntüsü budur.”**

Burjuvazinin ve kapitalizmin acımasızlığını kabaca açıklayan bu satırlar 1845 yılında İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı kitapta F. Engels tarafından kaleme alınmıştır. Bu kitap kapitalizmin krizlerini, kapitalizm gelişirken proletaryayı kırdan kente göçe nasıl mecbur bıraktığını, orta sınıfın nasıl yok olduğunu vb. durumları güzel ve somut örnekler ile açıklayan ve günümüzdeki kimi sosyal ve ekonomik sorunları anlamamız noktasında hala güncel kalmış bir eserdir. Bu sorunlara örnek verilecek olursa; mesela neden hala yoksul insanlar var? Neden hala çalışmak zorunda olduğu için okuyamayan çocuklar var? Neden insanlar hala açlıktan ölüyorlar? Neden intihar ediyor bu insanlar?

Sahi hiç düşündünüz mü? Neden intihar eder insan? Nasıl olur da kendi canına kıyar? Son dönemde kendime sıkça sorduğum sorulardan birkaçı bunlar. Eminim ki son dönemde sıkça duyduğumuz intihar haberlerinden sonra hepimiz soruyoruz bu soruları. Daha dün Ömer’in sınavdan çıkmak zorunda kaldıktan sonra intihar ettiği haberini almadık mı? Peki kaçımız bu durumların gerçek sebebinin farkında? Ya da bu soruyu şu şekilde sormak daha doğru olur: Ülkemizde yaşanan olayları topluma doğru bir şekilde aktarmakla mükellef olan insanlar (Medya unsurları) ne yapmak istiyor?

Yani toplumda yaşanan sosyolojik sıkıntıların ekonomik temelli olup, bireyin de psikolojik sorunlarının sosyolojik ve dolayısıyla ekonomik sebeplere dayandığını ve bu sebeple intihar vakalarının yaşandığını mı söylüyor? Yoksa iki satırda ya da üç beş dakikada bahsedip, toplumu 140 karaktere hapsedip, “vah vah tüh tüh” demelerini sağlayıp gündemi mi geçiştiriyorlar? Bu denli hassas, bu denli acı bir olay karşısında bir tepki mi yaratmaya çalışıyorlar yoksa git gide normalleştirmeye mi çalışıyorlar?

Tam da bu noktada günümüz medyası ikiye ayrılmakta. Bir tarafta halkın tepki gösterilmesini istemeyen, kimi politik olayları normalleştirmeye çalışan, yönetim mekanizmasını elinde bulunduran sınıfın yandaşı ve destekçisi olan düzen medyası, diğer tarafta ise toplumda yaşanan sosyolojik olayların artısı ve eksisi ile halka objektif bir şekilde aktarılmasını savunan gerçek gazeteciler ve köşe yazarları…

Yemekhane kartında yemek yiyecek parası olmayan Sibel’i, saç kurutma makinesiyle çocuklarını ısıtmaya çalışırken yan odada intihar eden anneyi ya da yoksulluğun dibine vurup açlıktan ölme noktasına gelen ve siyanürle intihar eden bir aileyle ve daha birçok intihar eden insan ile; lüks mevlitler düzenleyen, ejder meyveleri yiyen, medya aracılığıyla asla sahip olunmasına izin vermeyecekleri yapay dünyalarını pazarlayanlar arasındaki farkı ortaya koyup bu fark ile mücadele etmek ve bu mücadelenin gerekliliğini savunmak gerekmez mi?

Eğer bu seçenek uygulanmazsa, kapitalizmin yoksulluğu ve açlıktan ölmeye terk ettiği emekçilerin varlığını yok sayıp, bu intiharların sosyolojik ve ekonomik temellerini yadsıyıp, intihar vakalarını sadece psikolojik sorunlar, iman eksikliği (!), yaşam mücadelesi içindeki durumlar gibi saçma sebeplerle açıklayıp, olayların topluma bu şekilde yansımasına izin vermek, kapitalizmin seçeneksizliğini normalleştirmekten başka bir şey değildir.

Özellikle medyanın toplum üzerindeki etkisi bu denli artmış olduğu bir dönemde gençlere daha çok söz hakkı düşüyor. Mesela şu soruyu sorarak başlayabiliriz “Tepkiselleştirmeli miyiz / normalleştirmeli miyiz?”. Kişinin toplumda veya özel hayatında rahatsızlık duyduğu sorunlar karşısında tepki göstermesi mi gerekir yoksa görmezden gelip her şeyi yutması mı gerekir? Bu farkındalığı yaratacak olan da gençlerdir. Kapitalizm içinden çıkamadığı her sıkışmada, yükü gençlerin, emekçilerin üzerine yıkmaktadır. Tam da burası mücadele edilmesi gereken yer olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mücadele bugün hiç olmadığı kadar gerçek, gerçekleştirilmesi mecburidir.

* Adam Smith. “Wealth of Nations” I., MacCulloch’un bir ciltlik baskısı. Bölüm 8, s. 36: “Söylentiye göre, kölenin yıpranması ve hırpalaması efendisi’nin zararına, özgür uşağın ki ise kendi zararınadır. Aslında işçinin de yıpranması ve hırpalaması eskisi kadar efendi’nin zararınadır. Bunlara verilen ücret, toplumun artan, azalan ya da değişmeyen talebinin arzusuna göre işlerine devam etmelerini sağlayacak miktarda olmalıdır. Ne var ki, özgür uşağının hırpalaması ve yıpranması efendisi’nin zararına bile olsa yine de efendisi için bir köleden daha ucuza mal olur. Kölenin hırpalama ve yıpranmasının tamir edilmesi ya da değiştirilmesi genellikle ihmalkar efendi ya da dikkatsiz denetimci tarafından yapılır.”

** Friedrich Engels. “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu”. Gözlem Yayınevi 1. Baskı s. 159, 160, 161.