Şahıs mı Şahsiyet mi?

Yönetmenliğini Gerald McMorrow'un yaptığı, başrollerini Ryan Philippe, Eva Green, Sam Riley, Bernard Hill'in oynadığı "Franklyn" adlı filminin türünün ne olduğunu bulamadım: Bilim kurgu desem dolmuyor, fantastik desem olmuyor...

Şahıs mı Şahsiyet mi?

Sevgi Işık

Yönetmenliğini Gerald McMorrow’un yaptığı, başrollerini Ryan Philippe, Eva Green, Sam Riley, Bernard Hill’in oynadığı “Franklyn” adlı filminin türünün ne olduğunu bulamadım: Bilim kurgu desem dolmuyor, fantastik desem olmuyor… Distopik, fütüristik, fantastik az biraz da bilim kurgunun olduğu farklı bir film. Karakterlerin yaşamıyla ilgili ayrıntıya giren bir senaristin elinde çok daha iyi bir film olurdu diye düşünüyorum. Kahramanların hayatı eksik kalmış devamını bekliyor seyreden. Filmin tabii ki iyi yönleri de mevcut. Rahiplerin kıyafetleri, Emilia’nın çok hoş özel ve özgün kıyafetleri ve makyajı . Diğer evrenin MeanWhile City’nin (Eş Kent) siyah beyaz dünyası insanı hayran hayran seyrettiyor. Fütürist yapıda olan bu şehrin sokaklarında maskeli balodan fırlamış insanlar, dini semboller,bu sembollere tapınanlar, binbir çeşit inanç ,rahipler, kalabalık görsel bir şölen tadında .

Film; Milo, Emilia (Sally), Esser ve Jonathan Preest (Davit) adlı kişilerin hayatlarının anlatıldığı bir eser. Film bu karakterlerin ne olduğunu niye öyle davrandıklarını anlamakla geçiyor ve ancak filmin sonunda zoraki bir bağlamayla anlaşılıyor. En çok da Eva Green’in oyunculuk performansı için izlenebilecek bir film. Filmde Eva Green; Emilia (Londra) ve Sally (Meanwhile City) olarak iki ayrı rolde, iki rolün de hakkını layıkıyla vererek iki ayrı evrende yaşayan genç bir kadın rolünde.

Filmde iki mekan var. Paralel iki evren. Biri günümüz Londrası, diğeri ise Meanwhile City.

Film, inanç üzerine bir cümle ile başlar. “İnanç hakkında biri, sıradan insanlar için doğru, bilgeler için yanlış, yöneticiler için faydalıdır demiş. Benim içinse inandığım tek şey adımın Jonathan Preest olduğu. Tek inandığım şey ise bugün birini öldüreceğim, şahsı.”

Filmde en çok merak edilen şey Jonathan Prees’in şahsı bulup bulamayacağı ve öldürüp öldüremeyeceğidir. Onu bulmak için yollara düşer ancak onu yılan lakaplı arkadaşının ispiyonlamasıyla rahipler tarafından yakalanır ve hapse atılır. Şehrin tek tanrıtanımazı olan Jonathan, hapishaneye gittiğinde şöyle şöyler: İnancınız yoksa her yer hapishane gibidir. Bu cümle ona dayanma gücü verir. Hapiste delirmemek için ciddi bir çaba veren Jonathan sabreder , aklını korur , amacını unutmaz ve sonunda şahsın tehlikeli olduğu hükümet tarafından da kabul edildiği , anlaşıldığı bir dönemde şahsı öldür isteğini gerçekleştirmek amacıyla hapisten şartlı olarak tahliye edilir. Tüm rahip yetkilerini vereceğini belirten hükümet görevlilerin takip cihazı takmak istediklerinde kaçar ve kurtulur. O yetki de istemez, kısıtlanmak da inanmak da yargılamak da… Amacının, tek bildiği şeyin peşine düşer. Bu kez zordur. Rahipler her yerdedir. Nasıl ki polis devletlerde polis, asker devletlerde asker, sokaklarda kol gezerse ve en güçlü konumdaysa, bu şehirde de binlerce inancın sembolü, koruyucusu , tanrıtanımazları bulmak için her yerdedir rahipler. Sonsuz yetkileri vardır ve gösterişli kıyafetleri, dinle uyuşmayan. Birbirine benzeyen o şatafatlı kıyafetler içinde sürekli inançları denetlerler. Şehirde o kadar çok farklı inanç vardır ki bize ilk başta inanç özgürlüğü olan bir şehir zannettirir. Filmin devamında bir bölümde şahsı ararken anlarız ki her inanç kayıt altında tutulmaktadır. İnanç çeşitliliği ve serbestliğine rağmen hükumet görevlileri, herkesi inancına göre kayıt altında tutmaktadır. Özgürlük var gibi, özgürlük yok gibi …

Gerçekte ne kadar güç gözükürse gözüksün, yaşamda inandığımız şeyleri başarırız.. Başarılı olmuş dünyaya mal olmuş birçok kişi ile yapılan röportajlar da bunu kanıtlamaktadır. Dünya şampiyonu bir sporcuya sorulduğunda o her idmanda kendini altın madalya alırken gördüğünü belirtmiş, çocukluğunda traktör ile yarışa giren atlet Süreyya Ayhan kendini olimpiyat koşusunda gördüğünü, başarılı olacak bir şarkıcı daha çocukken her şarkı söylediğinde evde, sokakta vb. o aslında kendi dünyasında konser salonunda olduğunu ve binlerce kişinin alkış sesini çocukluğundan beri duyduğunu söylemiştir. Buna yüz çevirmez inançlı kişi, hayal dediğiniz şey onun gerçeğidir ve mutlaka inancı bir gün tam gerçek olur, hepimizin gördüğü duyduğu.

Film boyunca isim verilmeyip aranan ve öldürülecek olan şahıs, Jonathan’ın küçük bir kızın ölümünden sorumlu tuttuğu kişi bir tarikat kurucusu ve önderidir. Şahsı bulduğunda ise paralel evrende o kişinin başka bir kişi olduğunu anlar. Paralel evrende Jonathan’ın adı Davit’tir ve babası Esser şahısla aynı kişidir. Esser isyankar, kayıp oğlu Davit’i kararlılıkla arayan bir dindardır. Ölen küçük kız da Davit’in kızkardeşidir. Filmin sonunun böyle bağlanması ille olayları, paralel evrenleri birbirine bağlama kaygısı o kadar kötü bir son olmuş ki tamamen hayal kırıklığı yarattı bende. Başka bir mânâ bekledim. Düşündüm.

Şahsın yok edilmesi konusuna tasavvufi, felsefi ve psikanalitik yönden tahlil edebiliriz. Tasavvufta kendini yok etmeden fenafillaha ulaşamazsın, Allah’a ulaşamazsın. Tüm o mertebeleri geçip Enel Hak (Ben Allah’ım, onunla birim) demek için nefsin tüm isteklerinden tek tek kendini soyutlamak gerekir. Böylece özümüze döneriz. Özümüzü buluruz.

Platon’a göre “gerçek varlık idea, ‘düşünce varlığı’dır.” Platon “düşünülür dünya” (idealar dünyası) ile “duyulur dünya” (görüngüler dünyası) ayrımına gitmiş; duyulur dünyayı gölgelerden ibaret bir görünüşler dünyası olarak betimlerken, düşünülür dünyayı değişmez gerçeklikler diye gördüğü idealardan oluşan gerçek dünya olarak ilan etmiştir.. Yaşadığımız dünya aslında bir kopyadır ve bizler yaşam boyunca gerçeğini ararız. Paralel evren gibidir idealar dünyası. Filmde hangisi gerçektir? Meanwhile City mi yoksa Londra mı?

Psikanalitik yaklaşıma göre, ciddi bir kayıp yaşayan (ölüm acısı) kişiler; şizofreni hastaları ya da yalnızlık çekenler bu acı ile kendilerine yeni bir dünya kurarlar ve hayali bir kahraman yaratırlar. Kayıp durumunu kanıksadıklarında ise bu kahraman aniden kaybolur. Üzüntü zamanında tekrar gelir. Filmde Milo evlilik arifesinde terk edilmiştir. Çocukluk aşkı Sally’yi görmeye başlar. Bunu annesi ile paylaştığında çocukluğunda babasının öldüğü anda bu hayali arkadaşın ortaya çıktığını anlarız. Üzülürüz.

Ünlü dâhi matematikçi John Nash’in hayat hikayesini bir nebze yansıtan “Akıl Oyunları” adlı filimde, Nash’in oda arkadaşı hayalidir. Dâhi Nash, gerçek hayatında da gördüğü değil ancak çeşitli sesler duyduğunu onlarla konuştuğunu söylemiştir.Bir dönem bunlar için ilaç kullanmış, 25 yıl şizofreni sanrıları yaşamış ve sonrasında ilaç kullanmadan baş edebilmiş normal hayatına dönmüştür. Filmde bu konu esprili bir şekilde sonlandırılır. Nash, şizofreni tedavisi sonrasında hayali kişiler sorulduğunda şunu söyler: “Hala yanımdalar, onlarla yaşamayı öğrendim.” Bu hayali denilen kahramanlar, belki de paralel evrenlerden gelen misafirlerdir. İzlediğimiz filmde Milo’nun çocukluk aşkı ve arkadaşı Sally gibi.. Belki de biz göremiyoruz kim bilir?

Filmi Eva Green için izlemeye karar verenlerdenim ben de. Eva Green, Emila rolünde sık sık intihar eden bir genç kızı canlandırıyor. Ailesiyle anlaşamıyor ve sürekli terapi alıyor. Bunun sebebini de anlıyoruz. Babasının çocuklukta Emila’ya sık sık yaptığı cinsel tacizler. Annesini suçluyor Emilia, nefret ediyor yardım etmediği için annesinden. Yine üzülüyoruz bu sahnede. Filmin sonuna doğru sevgili senaristimiz sağ olsun bunu da bir şeye bağlamış. Meğer Emilia’nın bütün intiharlarının sebebi bir sanat ödevinin tamamlamakmış. Ölmememek için intihara kalkıştıktan hemen sonra ambulansı arayan Emila, o ölümle yaşam arasındaki ince çizgide paralel evrene gider ve orada çok kısa süre de olsa Sally olarak kalır, o evreni gözlemler, çocukluk arkadaşı Milo’ya yaklaşır. Bir kez Milo onu görür. Ve hocasına der ki: “Artık gözlem için gidemem. Çünkü beni biri gördü .” Bu ilktir. İlk defa görülmüştür.

Hepimizin mutsuz olduğunda sığındığı, mutluluğu orada bulacağına inandığı paralel bir evreni yok mu? Sığınağı. Bu bazen olmayacak bir aşk , bazen Ege’de küçük bir kasabada ya da köyde yaşamak… Köyde yaşamakla Mars’ta yaşamak çok farklı değil bence. Bunu dillendirdiğimizde ne kadar Marslı gibi gözüksek de… Duyulduğunda bir daha gidemedik. Yaşadık, hepimizin hayalleri uyku ile uyanıklık arasında yaşarken uyanınca yok oluverdi. Yok edildi.

Ruhani dünya, ahiret, idealar dünyası, paralel evren, astral seyahat gibi çeşitli adlar taktığımız başka bir dünyaya inanma ihtiyacı hepimizde biraz olsun var. Bilim hala ruh dünyamızdaki yaşananları tam olarak açıklayamıyor. Felsefe kopya, kopyanın kopyası gibi adlar veriyor. Gerçek dünya düşüncede. Ölmek üzere olan Emila’nın ancak o anlarda paralel evrene gidebilmesi dikkatimi çekti. Uyku anı bir nevi. Ölüm de bir çeşit uyumak değil mi? Rüyalar gerçek mi? Rüyaların gerçek olmadığına bizi kim inandırdı, bilim mi? Bilimin tam olarak açıklayamadığı şeyler yok mu? Rüyalarımızda paralel evrenlere gidiyor olamaz mıyız? Delice sorular var aklımda.

Küçük bir kız burada bir tarikat önderi tarafından öldürülmüştür. Günümüz toplumunda çocuklara toplu olarak en büyük zararı tarikatlar veriyor yine. Tecavüzler, tacizler. Kadın ve erkek çocuklara… İnanç sığındımız yer olması gerekirken maalesef en korumasız çocuklarımızın en çok zulüm gördüğü yer oluveriyor. Ve bize en çok, en yakınlarımız zarar verebiliyor, en güvendiklerimiz. Annemiz, babamız, eşimiz, çocuğumuz, sevdiklerimiz… Korumasızız onları yanında, çaresiz küçük bir çocuk gibi pusmuş…