Semiha Özalp Günal yazdı: En alttakiler

Bir şeyler değişmedi evet, ne Almanya’da ne Türkiye’de, En Alttakiler’in yerinden başka. Ama ister kitabı okuyalım ister okumayalım biz biliyoruz ki bu kölece çalışma koşullarını değiştirecek tek bir yol var ve vız gelir bize duvarlarınız.

Semiha Özalp Günal yazdı: En alttakiler

Semiha Özalp Günal

Türkiye’de -aslında bu günlerde dünyada da- gündem çok hızlı değişiyor bildiğiniz gibi. Şubat ayında açılan sınır kapılarındaki mültecilerin ülkeden çıkabilmek için katlandıkları zorlukları konuşuyor ve izliyorken Mart başında Covid-19 girdi hayatımıza. Evde kalma sürecinde de ekmek yapmak dışında, birbirimize kitap ve film önerilerinde bulunduk bolca. O önerilerden birisi de Platform filmiydi ve izledik çoğumuz.

Suriyelilerin bu ülkede çok zor koşullarda yaşadığını biliyoruz hepimiz. Suriyeli işçisini dövüp bunu sosyal medyada paylaşanları da gördük, işimizi elimizden alıyorlar diye dayak yiyenlerini de. Çok ucuza, sigortasız ve kötü koşullarda çalıştırıldıklarını da biliyoruz. Onlar da buradan gidip daha iyi koşullarda yaşayabileceklerini umuyorlardı, olmadı…

Covid-19’un hayatımıza girişiyle birlikte pek çok safsatayla karşılaştık ama bana en garip geleni “virüs sınıf ayırmıyor” olanıydı. Bir tarafta günlerce gecelerce evlerinde, adalarında ya da yatlarında, kendilerine hizmet edecek insanlarla birlikte yaşayabilecek olanlar, bir tarafta ise onlar çalışmaya devam etsin diye hafta içi sokağa çıkma yasağı ilan edilmeyen ve pek çok işletmeden çıkarılıp parasızlığa ve açlığa mahkûm edilmiş bir işçi sınıfı.

Platform filmi de 300 küsur katlı bir panopticon. Aşağıya indikçe gerçek anlamda, yukarı çıktıkça metaforik anlamda yamyamlaşan bir insan topluluğunun birbirini ve yemekleri yeme öyküsü. Araya dayanışmanın yaşatacağı sıkıştırılmış olsa da bulduğu çözümlerin gerçek hayatla ilişkisinin bulunamadığı bir film.

İşte, yukarıda sözünü ettiğim üç olgu ve bunlar arasındaki bağ üzerine düşünürken gördüğüm bir twit anımsattı Günter Wallraf’ın kitabını. “En alttakiler”, 80’li yılların başında gazeteci bir Alman’ın Türk kılığına ve kimliğine bürünüp işçilerin yaşam koşullarının anlamaya ve anlatmaya çalıştığı bir kitap. Sadece işçilerin çalışma koşullarının kötülüğünü değil, patronların para için yapmayacağı şey olmadığını da anlatıyor. Wallraf o dönemde yeniden yükselmeye başlayan Neonaziliği de tartışıyor kitabında.

Sosyal bilimlerde bir araştırma yöntemi vardır, “Katılmalı gözlem”. Saha araştırmalarında kullanılır. Araştırmacı inceleme yaptığı alanda kendisi de yaşar. Wallraf katılmalı gözlem yapmış. Saçlarını boyayıp, gözlerine lens takıp Türk kılığına girerek Ali Levent ismiyle işçi olarak çalışmış Almanya’da Böylece işçilerin özellikle gurbetçi işçilerin durumunu içeriden görmüş. Bir takım hastalıklar kazanmasına neden olsa da, gerçekleri okuyucularına anlatmak için oldukça iyi bir yöntem olmuş. Bence gazetecilik dersleri için de iyi bir örnek oluşturmuş.

Kendisi aslında işçi meselesine, ırkçılığa duyarlı birisi olduğu için bu çalışmanın içine girmiş ama gördükleri ve yaşadıkları düşündüklerinin çok ötesine geçmiş. Belki içlerine girmese “yok artık bu kadar da olmaz” diyeceği şeylere tanık olmuş. Bir haftadır kullanılamayan işçi tuvaletinin temizlenmesi için sadece Türk işçilerinin, borusu tıkanmış bir tuvaletin temizlenmesine zorlanması gibi. Çok düşük ücretlerle, insanlık dışı çalışma koşullarına zorlanmak gibi, hatta bile bile ölüme gönderilmek gibi…“Ancak hâlâ göçmen işçilerin buna nasıl dayanabildiklerini anlamış değilim” diyor bir röportajında. Ayrıca kitabın 13. sayfasında hiç de Platform filmindekine benzemeyen bir sınıf dayanışmasından söz etmiş -ki yaşatan dayanışmanın bu olduğunu biliyoruz hepimiz: “Sanayi toplumlarında artık pek izi kalmayan dostça bir dayanışmanın ne demek olduğunu bana onlar öğrettiler”

Irkçılık ve işçi sorunları dışında aslında temelden eleştirilen bir de ‘Outsourcing’ işi var kitapta Türkçesi taşerona verme, işçi kiralama anlamına geliyor. Kitabı ilk okuduğumda –o zamanlar üniversite öğrencisiydim- Türkiye’de hizmet işletmelerinde ve fabrikalarda henüz taşeron yoktu, o yüzden bir türlü anlayamamıştım Wallraf’ın anlattığı patronların nasıl bu işten para kazandığını. Kısa bir zaman sonra Türkiye’de de uygulanmaya başlandı. Bu günlerde ise hepimiz, neredeyse her gün tanık oluyoruz bu işçi düşmanı iş mantığına. Anımsarsınız, yandaş bir inşaat şirketinin yaptığı bir binada asansör düşmüştü de gencecik insanlar ölmüştü. O olayda gerçek suçluya bir türlü ulaşılamamıştı. Taşeron başka taşerona vermiş o da bir başkasına. Tüm dünyadaki gibi ülkemizde de kapitalizmin işçi sınıfına yaptığı büyük kötülüklerden biri. Hem sendikalaşmayı engelliyor hem de dışarıda işsiz (hem de sigortasız ve düşük ücretle çalışmaya razı) çok olduğundan kimse sesini çıkaramıyor. Şimdi tekrar okuyunca öyle iyi anladım ki…

Tüm dünyada ve Türkiye’de egemen sınıfa ve onların aparatlarına yapılan ayrıcalıklarla, işçiyi köleleştirmenin yeni yolları bulunup, çalınan minare kılıfına uyduruluyor. Wallraf’ın kiralık işçileri bulan şirketin patronunun sayfa 53’dediği gibi “Bütün bu dalavereleri ne maliyenin anlayabilmesine olanak var ne de sosyal sigortaların ne de herhangi bir insanın. Bunu ancak işin içindekiler bilir”.

Bunca dalaverenin ve kötülüğün ortasında kitabı bitirince şöyle düşünüyor insan; hala insanlık yararına gazetecilik yapanlar var Barış’lar gibi, içeri düşmüş olsalar bile, hâlâ teşekkür etmemiz gereken, birbiriyle dayanışan ve bizlere dayanışmanın önemini öğreten ve iktidara yaklaşan bir işçi sınıfı var, işsiz kalsalar ya da salgın koşullarında çalıştırılsalar bile. Ve hepimizin hâlâ umudu var bir gün o en alttakiler o şanlı elbiseleriyle –işçi tulumlarıyla- dolaşacaklar bu memlekette.

Bir şeyler değişti mi Almanya’da diye sormuşlar yazara, 15 yıl kadar önce o da “en alttakilerin yeri değişti, şimdi doğu Avrupalılar, Türklerden daha kötü koşularda, kölelikten farkı olmayan biçimde çalıştırılıyorlar” diye yanıt vermiş.

Bir şeyler değişmedi evet, ne Almanya’da ne Türkiye’de, En Alttakiler’in yerinden başka. Ama ister kitabı okuyalım ister okumayalım biz biliyoruz ki bu kölece çalışma koşullarını değiştirecek tek bir yol var ve vız gelir bize duvarlarınız.