Nasıl ve neden devletli olduk?

Nasıl ve neden devletli olduk?

23-02-2020 00:45

"Uygarlık kurucularının temel iddiası, yani güvenlik (can güvenliği ve geçim güvenliği), sınıflılık, sömürü ve egemenlik ilişkileri olmadan sağlanamaz mı?"

Ender Helvacıoğlu

“Uygarlık” sözcüğünü, toplumbilimindeki klasik anlamıyla, insanların sınıflara bölündüğü, özel mülkiyetin ve sömürünün ortaya çıktığı, devletli, ordulu toplum biçimini tanımlamak için kullanıyorum. İnsanlık tarihinde uygarlık olgusunun, çeşitli neolitik toplulukların (iç ve dış etkiler sonucu) artı üretemeyen bir ekonomiden artı üretebilen bir ekonomiye geçişi sonucu ortaya çıktığı konusunda hemen hemen tüm tarihçiler görüş birliği içindedir (Elbette bu geçişin nedenleri ve biçimleri üzerine birçok tartışma yapılmış, farklı tezler ortaya atılmıştır1). Bu “toplumsal artı”, farklılaşmış (ekonomik, toplumsal ve siyasal farklılaşmalar), sınıflı, devletli uygar toplumların gelişiminin temelini oluşturmuştur.

İlk uygar toplumun, MÖ 3500 dolaylarında Fırat ve Dicle ırmaklarının suladığı topraklarda, Mezopotamya’da ortaya çıktığı biliniyor. Sümerler diye adlandırılan bu uygarlığı, Nil deltasında odaklanan Mısır Uygarlığı (MÜ 3000 civarı), Kuzey Hindistan’da İndus nehrinin civarında doğan İndus (Eski Hint) Uygarlığı (MÖ 3000-2500) ve ardından Sarı Irmak vadisindeki Çin Uygarlığı (MÖ 1500) izler.

***

İnsanlar neden uygarlık (sınıflılık) yoluna girdi? Girilmeyebilir miydi? Bunun saçma veya gereksiz bir soru olduğu düşünülebilir. Uygarlığın, insan topluluklarının gelişim sürecinin zorunlu bir durağı olduğu söylenebilir. Ama bırakalım Homo (insan) türünün 2-3 milyon yıllık geçmişini, şu anda hepimizin üyesi olduğu Homo sapiens’in 300 bin yıllık geçmişi olduğu, uygarlık denen olgunun ise taş çatlasa 6000 yıl gibi bu sürecin çok küçük bir bölümünü kapsadığı göz önüne alındığında bu soru anlam kazanır. İnsan toplulukları on binlerce yıl sınıflara bölünmeden ve devletleşmeden yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

Öte yandan, uygarlaşmaya geçişin nedenlerine ilişkin günümüzde en fazla kabul gören tez, bunun insan topluluklarının iç dinamiklerinin doğal bir sonucu olarak değil bir dış etkenin tetikleyiciliğiyle gerçekleştiğini vurgular. “Fetih kuramı” diye adlandırılan bu teze göre, uygarlığa geçiş, iki farklı neolitik topluluk biçimi olan göçebe çobanlarla yerleşik çiftçiler arasındaki -çoğunlukla savaşçı- ilişkiler sonucu gerçekleşmiştir. Bir “toplumsal artı” yaratma potansiyeli taşımalarına karşın yerleşik çiftçi toplulukların kendi iç dinamikleriyle bu “artı”yı yaratma “zahmetine” girmedikleri tespit edilmiş. Hatta bu toplulukların kendine yeterliliğinin uygarlığa geçişe engel teşkil ettiği de belirtiliyor. Kendine yeterli olmayan göçebe çoban toplulukların ise iç dinamikleriyle (kendi başlarına) bir toplumsal artı yaratarak uygarlığa geçişleri zaten olanaksız. Ancak bu iki farklı neolitik topluluğun ilişkiye geçmesi ve bu ilişkinin belli bir kıvama gelmesi sonucu uygarlığa geçiliyor. Yani göçebe çobanların yerleşik çiftçilere -onları sadece yağmalayıp, biriktirdiklerine el koyup yok etmeleri biçiminde değil- çökmeleri ve başlarına geçmeleri sonucu uygarlık filizleniyor. Üreticiler artık sadece kendi geçimleri için değil, -topluluğun güvenliğini sağlamak ve üretimi yönetmek gerekçesiyle- başlarına geçenleri beslemek için de üretmek zorundadırlar. Yani bir “toplumsal artı” yaratmak zorundalar. İnsan topluluklarının yöneten-yönetilen, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen biçiminde sınıflara ayrıldığı devletli toplumlara (yani uygar toplumlara) geçişi böyle gerçekleşiyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz ilk uygarlıkların hepsinde bölgeye dışarıdan gelen savaşçı toplulukların “kuruculuğu” saptanmıştır. Hanedan ilkesi, yani yönetimin belli bir soy içinde kalması da bu tezi destekler.

Kısacası uygarlık bir “dayatma”dır. İnsanlar uygarlığa (sınıflılığa, sömürüye) önce zor yoluyla sonra da ideolojik hegemonya araçları (din, bilim vb.) kullanılarak “razı” edilmişler, “razı” olmuşlardır. Uygarlığa geçiş bir “evrim” değildir; ama bir “devrim” olarak nitelenebilir. Bu bir “devrim” mi yoksa “karşı devrim” mi, bu soruya geleceğin tarihçileri yanıt verecek. Biz sadece uygarlığa geçişin doğal bir zorunluluk değil bir dayatma sonucu gerçekleştiğinin tespiti ile yetinelim. Tarih böyle bir şeydir zaten; zorunluluklardan değil, çok farklı olasılıkların gerçekleşenlerinden oluşur. Süreç çok daha geniş ve kapsamlı ele alındığında, bir momentte gerçekleşmeyen olasılıkların da yok olmadıkları, farklı biçimlerde de olsa “sıra bekledikleri” anlaşılabilir.

***

Peki, insanlar uygarlığa (sınıflılığa, sömürüye) neden razı olmuşlardır? Bunun bir nedeni elbette çıplak zordur. Savaşçı göçebe çobanlar barışçı yerleşik çiftçileri silah zoruyla ve ölümle tehdit ederek boyun eğdirirler. Fakat çıplak zor hiçbir zaman tek başına yeterli olamaz, hakimiyet uzun süre bu şekilde devam ettirilemez. Uygarlık kurucularını, yani egemen sınıfı başarılı kılan, topluluğun “güvenlik talebine” yanıt verme iddiasıdır.

Güvenlik talebinin birkaç boyutu vardır: Birincisi topluluğun dışardan gelecek yeni saldırılara karşı korunmasıdır. Bu, profesyonel bir savaşçı gücün oluşturulması demektir. İkincisi ise üretimin, giderek daha fazlasına ihtiyaç duyulan toplumsal artıyı sağlayacak biçimde devamlılığının sağlanmasıdır. Görüldüğü gibi güvenlik ihtiyacı devletin ve ordunun oluşmasının itici gücüdür. İnsanlar, topluluğu savunacak ve üretimi örgütleyecek, kısacası güvenliğin sürmesini sağlayacak olan kesimi (yöneticileri ve askerleri) beslemek için, kendi ihtiyaçlarının çok üzerinde bir üretim yapmak durumundadırlar. Yapmak istemezlerse bu üretimi yapmaya zorlanırlar. Bu noktada güvenlik ihtiyacının bir diğer boyutu ortaya çıkıyor:  Topluluk üyelerinin zorla çalıştırılması ve bunun devamlılığının (yani iç düzenin) sağlanması. Devlet ve ordu, sadece dışa karşı değil, hatta esas olarak içe karşı bir zor aygıtıdır. “Topluluğun bekası” için topluluğun zapturapt altına alınması gerekir.

Doğrudur, güvenlik, topluluğu oluşturan tüm insanların kadim bir talebidir. Fakat sınıflı uygar toplum ile sağlanan güvenlik esas olarak kimin güvenliğidir? Toplumun mu, egemen sınıfın mı? Erken devlet dönemlerinde oldukça bulanık olan bu sorunun yanıtı giderek berraklaşır. Bir ölçüt var: “Toplumsal artı”ya kim hükmediyorsa güvenlik de esas olarak onun ihtiyacıdır. Çünkü sınıflı toplumlarda güvenlik, esas olarak toplumsal artının güvenliğidir; insanların güvenliği ancak buna bağlı olarak anlam kazanır. Egemen sınıfın başarısı, kendi güvenliğini (el koydukları toplumsal artının devamlılığının sağlanmasını) tüm toplumun güvenliğiymiş gibi gösterebilmesidir. Bu noktada -zor araçları yanı sıra- ideoloji, yani egemen sınıfların rıza üretim aygıtları olarak din ve bilim devreye girer.

***

Uygarlık kurucularının temel iddiası, yani güvenlik (can güvenliği ve geçim güvenliği), sınıflılık, sömürü ve egemenlik ilişkileri olmadan sağlanamaz mı? Fetihçiler gelip çökmeden önce komünal çiftçi toplulukların yaşadıkları ilkel bir biçimde de olsa buydu. Avrupalı fatihler gelmeden önce Kuzey Amerikalı, Avustralyalı ve Afrikalı bazı yerli topluluklar, yakın tarihlere kadar sınıflaşmadan ve devletleşmeden (yani uygarlaşmadan) yaşamlarını sürdürdüler. Günümüzde dahi, Amazon ormanlarının içlerinde bu tür bir yaşam süren kabileler var. Demek ki insan toplulukları kendi hallerine bırakılsalar “uygarlaşmak” zorunda değiller.

Soru şöyle de sorulabilir: Oluşan uygar toplumlar, hem güvenliklerini sağlayıp hem de sınıflaşmadan yaşayamazlar mı? Modern sosyalistlerin/komünistlerin iddiasıdır bu. Ama bu iddia yeni değildir. Uygarlığın ortaya çıkmasıyla birlikte ortaya atılmış, üzerinde düşünülmüş, mücadelesi verilmiş ve hâlâ yanıt bekleyen, tarihin en kadim sorusudur bu. Yönetilenler, ezilenler ve sömürülenler en başından itibaren bu soruyu sormuşlardır; sormakla kalmamış mücadelesini de vermişlerdir. Tarihin gelişiminin motoru da aslında bu (yani sınıf mücadelesi) değil midir?

DİPNOT

1) Bu konuda iki önemli kaynak önerebilirim: Birincisi, Henri J. M. Claessen ve Peter Skalnik’in çeşitli bölgelerde devletleşmeye ilişkin tartışmaları derledikleri “Erken Devlet” (İmge Kitabevi, Çev. A. Şenel, 1993) adlı kitabın sunuşu niteliğindeki “Erken Devlet: Kuramlar ve Varsayımlar” başlıklı makaledir. Yazarlar bu metinde devletleşmeye ilişkin üretilmiş kuramları sınıflandırırlar ve temel tezlerini özetlerler. İkincisi ise Alâeddin Şenel’in “İlkel Topluluktan Uygar Topluma” (Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1995) adlı eseridir. Şenel çalışmasında, kendisinin de benimsediği, ilk kez Oppenheimer tarafından ortaya atılmış “fetih kuramı”nı ayrıntılı olarak inceler.