“Milli irade” deyip padişahçılık oynamak...

“Milli irade” deyip padişahçılık oynamak...

07-06-2020 20:11

İslamcılık siyaseti ya da örgütlenmesi özünde tek adam kültü üzerine oturuyor. İster bir tarikat ister bir İslamcı siyasi hareket olsun tek adam kültü üzerine oturan örgütlenmeler söz konusu olan. Yine aynı şekilde hemen hemen merkez sağın neredeyse bütününde tek adam liderliği ve kültü yerleşmiş durumda.

Ali Ateş

İşin tuhaf tarafı “milli irade” diyenlerin saltanatçı olması. Demokrat Parti’den bugüne ülkemizde merkez sağın ve genel olarak sağın alamet-i farikası olarak sürekli propaganda edilen “millet iradesi” kavramı, özünde büyük bir çelişkiyi haiz. Bu yazımızın meselesi tam da “milli irade” diyen AKP’nin özünde tek adamcı, saltanatçı, monarşi yanlısı bir ideolojiyi temsil etmesi.

Tek başına muhafazakar ya da merkez sağ olarak bilinen kesimler değil, aynı zamanda liberal siyasetin de en büyük çelişkisi, halk iradesi ya da başka bir deyişle millet egemenliği kavramı ile ilgili. Özellikle Türkiye’de İttihat Terakki-Kemalizm çizgisinin tepeden inmeci ve halka rağmen kuruldukları bizatihi liberalizmin en çok tekrar ettiği tezlerin başında geliyor. Bir dizi yenilik girişiminin ya da devrimlerin gerici toplumsal tabanda yaratmış olduğu tepkiyi halka karşıtlık ya da halk iradesine karşı tepeden inme “aydın despotizmi” olarak savunan liberalizm, bu iki çizgiyi darbecilik olarak okumaktadır.

Ve burada tutulan tez ise demokrasicilik üzerinden millet iradesi, çoğunluğun tercihleri oluyor. Bu tartışmaların başka bir boyutu ise “modernizm” tartışması çerçevesinde dönüyor. Konuyu buraya taşımadan ancak tarihselci bir ilerleme çizgisinin zorunlu sonuçlarını ‘modernizm’ kavramı etrafında karşıya alan bir tuhaf yaklaşım söz konusu. Sadece ülkemizin liberallerine has değil, aynı zamanda İslamcı ve muhafazakar kesimler de benzer nokta üzerinden Kemalizmi eleştiriyor; buradan modernizm üzerinden kapitalizm karşıtlığına kadar işi vardıran ama daha komiği ise kapının Osmanlı’ya ya da dört halife dönemine açılan sonuçlarına varıyorlar.

Özetle, modernizm kötü; Kemalizm, kapitalizm, bunlar hep modernizmin sonucu. “Ne güzel köyümüz vardı bizim” yaklaşımı! Yani Osmanlıcılık, saltanatçılık, hilafetçiliğin övüldüğü çelişik bir tablo karşımıza çıkıyor.

Egemenlik, millet, krallık

En genel anlamıyla Cumhuriyet, özünde feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin, burjuva devrimlerinin sonucu.  Tarihsel olarak ileri bir adım olarak görüyoruz cumhuriyetleri. Feodalizmin keskin sınıf ayrışması bir yandan gericiliği diğer yandan monarşik rejimleri yaratmıştı. Kapitalizm, yeni bir iktisadi gelişim aşaması olarak üretim ilişkilerini toptan değiştirdi. Cumhuriyet, işte böylesi objektif gelişimin sonucu olarak kapitalizmin siyasal yönetim biçimi olarak doğdu. Anayasa, parlamento, seçim ve ifade özgürlüğü, hepsi burjuva devrimlerinin politik talepleri olarak ya da burjuva devrimlerinin politik başlıkları olarak karşımıza çıktı. Cumhuriyet ile birlikte, iktidar feodal sınıftan kapitalist sınıfa geçerken, siyasal erk yerini krallıktan parlamentoya bırakmıştır.

Bu taleplerin burjuva sınıf iktidarlarında yaşama geçip geçmediği, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünde demokrasi tartışmalarını ya da burjuvazinin gericileşme sorunsalını bir yere koyarak devam edelim. Buradaki bam teli, cumhuriyet ile krallık arasında mutlak bir karşıtlık bulunmasıdır.

Fransız Devrimi, 1789 yılında kralı tahtından indirirken, egemenliği Tanrı yetkisiyle yürüttüğünü iddia eden kralın elinden alıp “halka” vermişti. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik hedefiyle yürüyen devrim, egemenliğin krallarda değil “halkta” olduğunu söylemiş ve hayata geçirmiştir. Cumhuriyet, işte böylesi bir tanımın ürünü olarak karşımızdadır: Egemenliğin ve siyasi erkin vücut bulduğu yer parlamento olmuş, yetkinin tek elde toplanmaması için yazılı bir toplumsal sözleşme anayasa olarak doğmuş, “halk” temsiliyetinin sağlanması için seçimler ve ifade özgürlüğü burjuva devrimlerinin ya da cumhuriyet kavramına içkin olgular olarak gelişmiştir.

Türkiye’nin ileri adımları

1908 ve 1923, Türkiye siyasi tarihinin ileri adımları. Gecikmiş burjuva devrim sürecinin iki adımı olarak karşımıza çıkan bu tarihlerin iki öznesi İttihat Terakki ve Kemalizm, bugün İslamcı, muhafazakar ve liberal siyaset tarafından düşmanlıkla eşdeğer bir tutuma maruz kalıyor. Tepeden inmecilik, halka rağmencilik, darbecilik suçlamaları yapılıyor. Yani “milletin egemenliğini, milletin iradesini” değil bir avuç seçkinin iradesini yansıttıkları iddia ediliyor. Beyaz Türk, seçkincilik, vesayetçilik, halka tepeden bakma gibi tanımlamalar peşi sıra geliyor.

1908’de Meşrutiyet kurulur, Meclis-i Mebusan oluşturulur, seçimlere gidilir, anayasa ilan edilir. 1923’te Cumhuriyet kurulur, kurumsallaşır. Bu iki tarih özünde iktidar değişikliği ile birlikte ülkede rejim değişikliği anlamına da gelmiştir. Padişahın yetkileri azaltılmış Cumhuriyet ile birlikte padişahlık makamı tasfiye edilmiştir.

Bu anlamıyla bugün Türkiye’nin burjuva devrim süreci özünde saltanatçılığı ya da monarşiyi kaldırmış, eksikli ya da tam, eğri ya da düz anayasası olan, parlamentosu olan, seçme ve seçilme hakkını getiren bir Cumhuriyet ile sonuçlanmıştır. Cumhuriyet’in ve değerlerinin sermaye sınıfı tarafından kemirilerek AKP ile birlikte yıkılması başka bir yazının konusu. Ama cumhuriyetçilik padişah egemenliğinin sonu ise millet iradesi ya da millet egemenliği kavramlarıyla cumhuriyet kavramı arasında bir illiyet bağı bulunmaktadır.

Milli irade diyen padişahçılık olur mu?

Bu anlamıyla ülkemizde de tartışmalar ters yüz edilmiş bir tuhaflık taşıyor. Aslında bunu bilerek yapıyorlar. Örneğin İslamcılık siyaseti ya da örgütlenmesi özünde tek adam kültü üzerine oturuyor. İster bir tarikat ister bir İslamcı siyasi hareket olsun tek adam kültü üzerine oturan örgütlenmeler söz konusu olan. Yine aynı şekilde hemen hemen merkez sağın neredeyse bütününde tek adam liderliği ve kültü yerleşmiş durumda.

Benzer bir biçimde Osmanlıya bakışta da böyle. Osmanlıcılık, özünde saltanatçılık ve monarşi rejimi. Bugün İslamcı ve muhafazakar hareket aslında monarşiyi temsil ediyor.

Ya da bugün AKP eliyle kurulan başkanlık rejimi. Tek adam yönetimine dayalı, modernize edilmiş bir padişahçılık özentiliği…

Şimdi bir yandan millet iradesi ve milli egemenlik deyip, diğer yandan tek adam kültüne, ideolojisine ve siyasetine yaslanmak çelişki olsa gerek!

Menderes iktidara gelir gelmez uyguladığı siyaset, diktatörlüğü aratmayacak örneklerle dolu. 1961 anayasası aslında Menderes örneğinden yola çıkarak diktatörlüklerin önünü kapatmaya çalışan önlemlerle doludur. Anayasa mahkemesinin kurulması, üniversitelerin özerkliği gibi konular tam da bununla ilgilidir. Bu gerçek AKP tarafından “milli iradeye geçit vermeyen vesayet rejimi” olarak sunulmuştur.

AKP, popülizmle kazandığı çoğunluğu, “milli irade” kavramıyla propaganda ederek aslında “millet egemenliği ve iradesinin” karşıtı olan tek adam yönetimi kurmaktadır.

Tam da bu yüzden AKP ve gerici zihniyet, milli irade ve milli egemenlik kavramlarıyla aslında uyuşmayan bir siyasal çizgiye sahip oldukları için en fazla sarıldıkları kavramlar haline geliyor.