Kurtuluş Savaşı ve Bolşevikler: Lenin Atatürk için ne demişti?

Kurtuluş Savaşı ve Bolşevikler: Lenin Atatürk için ne demişti?

19-04-2020 08:55

“Mustafa Kemal Paşa, tabii ki sosyalist değildir,” diyordu Lenin, “ama görülüyor ki, iyi bir örgütçü, yetenekli bir komutan, burjuva-ulusal devrimini yürütüyor, ilerici bir insan, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor, o, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum”

Neşe Deniz Babacan

1917 Ekim Devrimi ile birlikte insanlık tarihinde açılan sayfa, tarihin düz doğrusal bir şekilde aktığı düşüncesinin güçlü bir şekilde tuzla buz olduğu bir pratiğe denk düşmektedir. Teorik olarak Marksizmin esaslarında var olan bu yaklaşım elbette daha öncesinde Fransız Devrimi ya da başka örnekler ile birlikte insanlığın düşünce ve eyleminde yerini almıştı.

Ancak sosyalist devrim ve işçi sınıfının iktidarı, insanlığın tarihsel gelişim basamaklarında çok yüksek bir sıçramanın somutlanmasıdır.

Şöyle de ifade edilebilir: Birazcık aydınlanmadan, biraz mekanik materyalizmden, biraz sosyoloji ya da pozitivizmden nasibi almış bir düşünür açısından 1900’lü yılların başlangıcında imparatorlukların, feodalitenin ya da sömürge ülkelerin önlerinde mutlak olarak yaşamaları gereken evre parçalanma ve emperyalist aşamada alınacak yeni roller ile sınırlı sayılabilirdi. Bunun doğal sonucu olarak yani öncelikle kapitalizmin ilkel evreleri, devamında emperyalist sistem içerisindeki rollerin alınması ve eğer olursa üretici güçlerin maksimum gelişme seviyesine ulaşması ile birlikte belki sosyalizme geçilebileceğine dair olan yaklaşım Ekim Devrimi ile birlikte yanlışlanmıştır.

Daha doğrusu sınıflar mücadelesine dair olan kısım bu şekildedir. Aynı zamanda aşırı nesnelci olan bu yorumun her açıdan Marksist-Leninist bütünlük tarafından darbe alması, bugün bile kapitalizmin ideologları ve pratisyenleri açısından bir kuyruk acısı olsa gerek. Ancak şunu da unutmayalım, burjuvazi her zaman kendi iktidarını da bir devrim aracılığıyla kazandığını unutturarak bugünlere geldi.

Pratik olarak burjuva devrimlerinin mantıki sonucuna ulaştırılmaya çalışıldığı örnekler Ekim Devrimi’nin öncesinde ve sonrasında elbette yaşanmıştır. Ancak bu yazıdaki amacımız kapitalizmin yaratmaya çalıştığı rasyonaliteyi çözümlemek ve tek başına onu eleştiriye tutmak değil.

Buradan hareketle Ekim Devrimi’nin dünyaya ama bizim ülkemiz özelinde Kurtuluş Savaşı ve Türkiye burjuva devrimine olan etkisini ve karşılıklı ilişkiyi ele almak isabet olacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti, Ekim Devrimi’nin dünyaya açtığı pencereden geçerek kuruldu

Ara başlıkta yazılanı, “Ekim Devrimi olmasaydı Türkiye Cumhuriyeti olmazdı” gibi kışkırtıcı ya da spekülatif sayılabilecek bir önermeyle uca çekmek de mümkün. Ancak bir kalkış noktası belirlemek açısından öncelikle bunun not edilmesi gerekiyor.

Yazının girişinde kapitalist modernitenin toplumlar ya da emekçi sınıflar için ortaya koyduğu şeyin yazgısal bir karakterde ve düz bir tarih algısı üzerine olduğundan ama bunun reddedilmesi gerektiğinden bahsetmiştik. Bu yaklaşımın, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan bakiye için de geçerli olduğunu ve bir noktadan sonra Anadolu’da yaşanan emperyalist işgalin, imparatorluğun tasallutu altında inim inim inleyen, dünya savaşında beli bükülen, iktisadi ve toplumsal olarak geri kalmış pozisyondaki yoksul köylü ve emekçi halk açısından bir gelecek olarak gösterildiğini biliyoruz. İşgali kabullen(e)meyen ama burjuva anlamda bile devrimci bir çizgiden kaçanların ise varabildiği azami noktanın mandacılık ile sınırlı olduğu bir konjonktürden bahsettiğimiz ise Türkiye siyasi tarihini biraz okumuş olanlar için bile açık olsa gerektir.

Dolayısıyla Ekim Devrimi ile birlikte başta Rusya olmak üzere dünya üzerinde farklı coğrafyalarda emekçi halkların kaderlerini ellerine almalarının özünde insanlığın tarihsel gelişimi açısından sosyalist devrim ve işçi sınıfı iktidarı çıtasının yukarıya takılması olduğu açıktır. Bunun olmadığı noktada gerek hedef anlamında gerek ittifaklar politikası anlamında gerek emperyalizme karşı mücadele anlamında eksiklerin olacağı ve burjuvazinin bundan sonuna kadar istifade edeceği dikkate alınması gereken bir gerçektir. O açıdan Ekim Devrimi sonrasında sosyalist devrimin yaşanmadığı ancak bağımsızlıkçılık, ulusal kurtuluşçuluk  vb… başlıklarla şekillenen mücadeleler üzerine oturan bir dizi burjuva devrimi 21. Yüzyılda emperyalist ülkeler ile sosyalizm arasındaki mücadelede de bir noktaya yerleşmiştir.

Bu açılardan bakıldığında tarih tam da öyle kapitalistlerin istediği şekilde düz, doğrusal bir şekilde akmamıştır. Ancak dünya sermayesi anti-komünizmden ve bunun siyasetinden de asla vazgeçmemiştir.

Sovyet iktidarı tarafından Anadolu coğrafyasında yaşananlar emperyalist işgale karşı mücadele penceresinden bakılarak değerlendirilmiştir.  Bu pencereden bakan Kemalist önderlik de, Sovyet sosyalizmi ile ittifak politikası sayesinde ulusal kurtuluşçuluk ve geç tipte bir burjuva devriminin yolunu döşemeye çalışmıştır. Buradaki ilişkinin karşılıklı olduğunu, Mustafa Kemal ve arkadaşları açısından ittifaklar politikasına konjonktürel ve pragmatik yaklaşıldığını; Lenin ve Bolşevikler açısından ise emperyalizmin yayılmacılığına dur demek gibi daha tarihsel ve sosyalizmin çıkarları bağlamında bir yanı olduğunun altını çizmek gerekir. Komünistler açısından ikincisinin neden, ilkinin ise bir sonuç olduğunu görmek basit bir pragmatizm değil, komünist bilincin bir ürünü olarak görülmelidir.

Karar anları

Elbette iki tarafın da kaderi birbirine kopmaz bir şekilde bağlı değildi. Bu noktada bazı değerlendirmeleri ve karar anlarını şöyle ifade edebiliriz.

– Ekim Devrimi sonrasında Bolşevik iktidarın daha önce Rus Çarlığı’nın diğer emperyalist ülkelerle ortak olduğu Osmanlı’yı paylaşma planlarını açıklaması, gerek doğu halklarında gerekse Anadolu coğrafyasında Bolşevizme sempati ve güven duyulmasının önünü açmıştır.

– Birinci Dünya Savaşında yaşanan yenilgi ve iktidarın sahiplerinin yurt dışına kaçışı ya da emperyalizme direnmemesi ile birlikte gerek devlet katında gerekse toplumsal alanda örgütlenmeyi ele almaya başlayan Kemalist önderliğin asker kökenli olması, savaş deneyimlerinin bulunması ve başta ordu temelli bir örgütlenmeye girişmeleri önem taşımaktadır. Ama bu ekibin aynı zamanda siyasi mekanizmaları ve ittifaklar politikalarını usta bir şekilde kullanmaları ilginçtir. (Sadece Ortadoğu’nun tarihine ya da Türkiye benzeri ülkelerin tarihine baktığınızda salt askeri ya da siyasi yöntemlerle çizilmeye çalışılan rotaları görürsünüz. Siyasi bir proje olarak mandacılığı önermek ya da iktidarı almak adına yapılan seri darbeler sonucunda yine de kurtuluşun sağlanamadığı örnekler bunun iki farklı ucunu göstermektedir.)

– Anadolu’nun işgali sonrasında emperyalistler arasındaki paylaşım ilişkisi bir uyum içerisinde olmaktan ziyade çeşitli çelişkiler ve rekabet ilişkisi üzerinden devam etmiştir. Kurtuluş Savaşı bu çatlaklara da yerleşerek kendine yer açmış ve mücadele zeminlerini yakalamıştır. Bu noktada özellikle İngiltere’nin hem Ortadoğu’yu hem de Hindistan dahil olmak Asya’nın belli bölgelerini kapsayan stratejisi bu çelişkilerin yoğunlaşmasını ve son tahlilde Anadolu’da başarısızlığı beraberinde getirmiştir. İşte tam burada, tek başına nesnelci (“zaten her şey olacağına varacaktı” şeklindeki yaklaşım) ya da öznelci Kemalist yorumdan kaçınmak gerekir. Örnek vermek gerekirse, Birinci Paylaşım Savaşı boyunca Ortadoğu’da Osmanlı karşıtlığı üzerinden siyaset yapan İngiltere’nin Ekim Devrimi sonrasında işinin o kadar da kolay olmadığını, Kurtuluş Savaşı’nın da bu zeminden istifade ettiğini görmek gerekmektedir.

– Uluslararası planda dünya devrimi ya da başka bir tabirle Avrupa merkezli sosyalist devrim dalgası beklentisi 1919 yılında Alman devriminin yenilgisi ile birlikte geri çekilirken, Bolşevikler açısından Komintern’in kuruluşu, uluslararası komünist hareketin tahkim edilmesi, Rusya’nın çevre ülkelerindeki sosyalizm sorunları ve karşı devrimci güçlerle savaş, “Doğu Halkları”nın sosyalizmle buluşması ve teşkilatlandırılması ve Ekim Devrimi’nin yarattığı anti-emperyalist bağımsızlıkçı dalgadan istifade ederek ulusal kurtuluşçu burjuva devrimleri ile rezonans arayışına girmek daha fazla gündeme gelmeye başlamıştır.

– Bu konjonktürde, Anadolu’da yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin 1920-21’de Güney Kafkasya’da emperyalist politikaların parçası olmaması ve 1921 yılı Ocak ayında Birinci İnönü Muharebesi’nin kazanılması Kurtuluş Savaşı açısından önemli karar anlarından birisi olarak görülebilir. Bolşevikler açısından Anadolu’ya bakarken özellikle emperyalist planları bozacak şekilde ortaya çıkan hareketin desteklenmesi gerektiği aynı yılın Mart ayında artık karar konusu olmaya başlayacak ve yapılan anlaşma ile Sovyetler Sevr Anlaşmasını reddedecek, Misak-ı Milli sınırlarına sahip “Yeni Türkiye”yi tanıyacak, Kars, Ardahan ve Artvin Türkiye’ye bırakacaktı. Bu süreçlerin öncesinde Türkiye içinde ve dışında şekillenmeye başlayan komünist hareketin, Doğu Halkları Kurultayı’nda uluslararası komünist hareket ve Bolşevikler tarafından tanınan TKP’nin uğradığı tasfiye ise ülke içindeki iktidar mücadelesine denk düşmektedir. Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’nın önderliğinin komünistlere geçmeyeceği bu mücadele sonucunda ortaya çıkarken, tüm bu süreçlerde Bolşevikler’in, TKP önderliğinin –bizim bugünden baktığımızda politik olarak tamamen doğru bulduğumuz- tutumuna ve aldığı kararlara dair belirleyiciliğinin sınırlı olduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla, tarih düz ve doğrusal bir şekilde akmayacaksa Sovyetler de bir adım sonrasında sürece müdahil olmaya başlamıştır. Yukarıda saydığımız diğer parametreler ve dünya üzerindeki diğer gelişmeler ile birlikte Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’na destek kararı alınmıştır.

– Kemalist önderlik ile Bolşevikler’in ilişkisini iki uç noktaya indirgeme eğilimi baskındır ancak bunların dışlanması önem taşımaktadır. Bunlardan birincisi, Bolşevikler’in Kurtuluş Savaşı’na sadece silah ve para yardımı yaparak olayları kenardan izlediği, aslında sürecin nesnel olarak mantıki sonucuna ulaştığı yaklaşımıdır. Diğer yaklaşım ise, Bolşevikler’in yürütülen mücadelenin tam göbeğinde yer aldığı ve aslında arka planda her şeyi gizli gizli yönettiğine dair olan bakıştır. Bu açıdan süreçlerin sınıflar mücadelesinin yasalarına, siyasal mücadelelere ve toplumsal duruma aykırı olan yanlarına itibar edilmemelidir. Ancak bununla birlikte, Sovyetler tarafından gönderilen silahların, maddi yardımın ve taktik desteğin savaşın kazanılmasındaki rolü azımsanmamalıdır. 1921-1923 arasında Sovyetler’in Türkiye temsilcisi olarak cephe gerisi dahil her düzlemde diplomatik görev yapan Semyon İvanoviç Aralov’un anılarında verdiği sayılar okuyucu için daha fazla fikir verecektir:

“Kesin taarruz sırasında Türk ordusunun süngü sayısı 100.000’di. Yunan ordusu sayıca Türk ordusundan biraz üstündü (130.000). Türk ordusu makineli tüfek bakımından zenginleşmişti (2800). Top sayısı bakımından Yunan ordusuna denkti: Türklerin 327 topuna karşılık Yunanlıların 348 topu vardı. Türkler 5000 kişilik bir süvari kolordusu kurmuşlardı. Yunanlıların süvari sayısı 1300’dü. Türk Genelkurmayı bu konuda bizim süvari ordusunun iç savaşlardaki deneyiminden yararlanmıştı.” (1)

– Bununla birlikte Anadolu’da özellikle yoksul köylülük ve işçi sınıfı açısından emperyalizme karşı mücadele aracılığı ile kurtuluş, saltanatın ve yanlış politikaların yarattığı yıkımdan kurtulma arayışı ve bunların bileşkesinde yer alan bir Bolşevizm sempatisi olduğunu, bunun politik bir bilince denk düştüğünü ifade etmek gerekir. Direniş ve topyekün mücadele ile birlikte ortaya çıkan Kurtuluş Savaşı’nın bu açıdan kendine Sovyetler gibi bir ittifak unsuru bulması o yüzden şaşırtıcı değildir. Anadolu coğrafyasında komünist bir önderlik oluşamadığı ve emekçiler içerisinde leninist anlamda bir örgütlenmeye sahip olmadığında dolayı, feodalizmden kopuş ve emperyalizme karşı mücadelenin temsiliyeti burjuva önderliğine kalmış, o anlamda kapitalist Türkiye’nin ortaya çıkışı sürecin mantıki sonucu olmuştur.

Lenin’in bakışı, Bolşevik bakışı ve kararı özetliyor

Sonuç olarak, Ekim Devrimi ve dünya üzerinde yarattığı uyanış, başta sömürge ülkeleri olmak üzere, ezilen halklar, emekçi sınıflar ve imparatorluk bakiyesi coğrafyalardaki uluslar için kurtuluşun adı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda bunun politik ve maddi olarak rolü olduğu bugün kabul gören bir başlık olmakla birlikte, düzenin ideolojik paradigmaları açısından artık hasır altına atılmaya çalışılan bir olgudur.

Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesi ve kuruluş dinamikleri ile hesaplaşma üzerinden şekillenen yeni gerici rejim aynı zamanda karşı devrimci ve anti-komünist hattın en önemli temsilcisidir. Varlığını son tahlilde Kemalist önderliğe borçlu olan Türkiye burjuvazisi ve sermayesi ülkeyi adım adım emperyalizmin kucağına taşırken ilk olarak kuruluştaki ağırlıklarından kurtulmaya çalışmış ve anti-komünist özüne uygun bir şekilde hareket etmeye başlamıştır. 1950’ler itibariyle atılan adımlar bunun en temel göstergesi olarak okunmalıdır.

Şimdi işin başına dönelim ve tarihsel bir karar anında, sınıflar mücadelesinde sosyalizmin çıkarları için Lenin’in ne gibi bir yaklaşıma sahip olduğunu şu pasajdan okuyarak anlamaya çalışalım. Ekim Devrimi, Bolşevikler ve Kurtuluş Savaşı’nın ilişkisini özetleyen bu sözler aynı zamanda ülkemiz tarihi açısından da ne gibi uğraklardan geçildiğinin görülmesi açısından önem taşımaktadır.

Yukarıda adını zikrettiğimiz Aralov’un Türkiye’ye hareket etmeden önce Lenin’le yaptığı görüşme: (2)

Bir gece, Çiçerin beni Dışişleri Halk Komiserliği’ne çağırdı. Onu çalışır bir halde buldum. Masasının üzerinde bir yığın evrak ve kitap vardı. “Vladimir İlyiç sizi görmek ve Türkiye işleri üzerine sizinle konuşmak istiyor” dedi Georgiy Vasilyeviç. “Artık siz işleri, yazışmaları, antlaşmaları, Türkiye tarihini öğrenmiş bulunuyorsunuz. 13 Ekim’de Türkiye’nin Güney Kafkasya cumhuriyetleriyle imzalamış olduğu antlaşmayı, mutlaka dikkatle okuyunuz. Bu antlaşmayı Sergey Konstantinoviç Pastuhov’da bulabilirsiniz. Yarın Vladimir İlyiç’e gideceğiz. Hazır olunuz .”

Vladimir İlyiç’le bu yeni bulunmayı heyecanla bekliyordum. Nihayet bu saat gelip çattı.

Lenin’in çalışma odasında hiçbir şey değişmemişti. Hatta iç savaş yıllarında cephedeki durumu Vladimir İlyiç’e anlattığım harita bile aynıydı. Yazı masasının üstü tam bir düzen içindeydi… Kitaplar, gerektiği an alınabilecek bir yerde ve durumda bulunuyordu… Büyük çiçek buketi yine aynı yerdeydi…

Vladimir İlyiç yerinden kalktı, masasının arkasından çıktı, Çiçerin’le dostça selamlaştı, hal hatır sordu. Sorgu dolu gözlerle bana baktı, elimi sıktı, cesaretlendirici sıcak bir bakışla ve sempati okunan bir gülümseyişle, “Demek böyle, azizim,” dedi, “savaşı bitirdiniz, diplomat oldunuz, âlâ! Kılıcı saban haline getirdiniz! İyi ve gerekli bir iş. Lütfen oturunuz. 17. Ordu’yu hatırlıyorum. Ordunuz fena dövüşmedi. Şimdi size büyük bir iş veriliyor. Türkiye’de yararlı çalışacağınızı umuyorum. Türkler, ulusal kurtuluşları için savaşıyorlar. Bunun için Merkez Komite, askerlik işlerini bilen birisi olarak sizi oraya gönderiyor. Emperyalistler Türkiye’yi soyup soğana çevirdiler, hâlâ da soyuyorlar. Köylüler ve işçiler buna katlanamadılar ve başkaldırdılar. Sabır bardağı taştı; gerek Doğu halkları gerek biz emperyalist kurtlara karşı savaşıyoruz. Sovyet Rusya emperyalistlerin işini bitirdi, onları bozguna uğrattı ve memleketten kovdu. Onların dişlerini söktük, keskin tırnaklarını vücudumuza geçirmelerine izin vermedik.”

Lenin Türkiye’de olup bitenleri çok iyi biliyordu:

“Mustafa Kemal Paşa, tabii ki sosyalist değildir,” diyordu Lenin, “ama görülüyor ki, iyi bir örgütçü, yetenekli bir komutan, burjuva-ulusal devrimini yürütüyor, ilerici bir insan, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor, o, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar. Ona yardım etmek, yani Türk halkına yardım etmek gerekiyor. İşte, sizin işiniz budur. Türk hükümetine, Türk halkına saygı gösteriniz. Büyüklük taslamayınız. Onların işlerine karışmayınız.

İngiltere onların üzerine Yunanistan’ı saldırttı. İngiltere ile Amerika bizim üzerimize de sürü ile memleket saldırttı. Sizi ciddi işler bekliyor. Yoldaş Frunze bu günlerde Ukrayna Cumhuriyeti adına Ankara’ya gidecektir. Herhalde onunla Türkiye’de karşılaşacaksınızdır.

Gerçi kendimiz de yoksul isek de Türkiye’ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece, Türk halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır. İngiliz işçileri ve öteki ülkelerin işçileri bize yakınlık gösterdikleri, grev yaptıkları, bizimle savaşan Polonya’ya gönderilmekte olan silahları gemilere yüklemedikleri zaman, bu bizim için büyük bir yardımdı. Bu bize mücadelemizde büyük bir güç katmıştır. Bundan işçilerimiz büyük bir moral güç kazanmışlardır.”

Lenin, sözlerine devam ederek, “Çarlık Rusyası, yüz yıllar boyunca Türkiye ile savaşmıştır,” dedi, “ bu elbette halkın belleğinde derin izler bırakmıştır, bu halkın içinde Rusya’nın, Türkiye’nin amansız düşmanı olduğuna ilişkin propaganda yapılmıştır. Bütün bunlar, Türk köylüsünde, küçük ve orta mal sahiplerinde, tüccarlarda, aydınlarda ve idareci çevrelerde Ruslara karşı dostça olmayan duygular ve güvensizlik uyandırmıştır. Bilirsiniz ki, güvensizlik yavaş geçer. Bunun için de sabırlı, dikkatli, ihtiyatlı bir çalışma gerekmektedir. Eski Çarlık Rusyası ile Sovyet Rusya arasındaki ayrımı, sözle değil işle göstermek ve anlatmak gerekmektedir. Bu bizim ödevimizdir. Siz de bir elçi olarak, Sovyet Rusya’nın, Türkiye’nin işlerine karışmamak politikasının, halklarımız arasında samimi bir dostluğun savunucusu olmak zorundasınız. Türkiye, bir köylü, bir küçük burjuva ülkesidir. Sanayisi çok azdır. Olanı da Avrupalı kapitalistlerin elindedir. İşçisi çok azdır. Bunu dikkate almak gerekmektedir. Bir kez daha tekrar ediyorum, dikkatli ve sabırlı olunuz! Hükümet temsilcileriyle, halkla konuşmalarınızda her zaman nazik ve güler yüzlü olunuz! Tanrı sizi kibirden korusun!”

Lenin bu sözleri söyleyince gülümsedi, Tanrı’nın elbette bu işle bir ilgisi olmadığını ekledi ve sözlerine şöyle devam etti, “En önemlisi halka saygı göstermektir. Emperyalistlerin yağmacı, istilacı politikalarına karşılık bizim, hiçbir çıkara dayanmayan dostluk ve memleketin iç yaşamına karışmama durumumuzu açıklayınız! İşte sizin ödeviniz!… Ne gibi yardımlarda bulunacağımızı da bildirelim; en kuvvetli bir olasılık silah yardımında bulunacağız. Gerekirse başka şeyler de veririz.

Dil öğreniniz. Basit insanlarla, toplumda tanınan insanlarla görüşünüz, Çarlık rejiminin elçileri gibi kendinizi, çitlerle, kale duvarlarıyla emekçi halktan ayırmayınız! Çarlık elçileri, büyük vezirleri, memurları rüşvetle satın alıyorlardı. Bu bizim işimiz değildir. Biz, halkla dostluk kurmalıyız.”

Lenin bir aralık, “Ailenizle mi gidiyorsunuz?” diye sordu. “Bu çok iyi. Çocuklarınıza Türkçe öğretiniz, sizin de öğrenmeniz gerek… Bu çok önemlidir.”

Lenin veda sırasında elimi sıktı, bana iyi yolculuklar diledi.

Bu Lenin’le son karşılaşmamdı. Bir daha onu görmek kısmet olmadı.

DİPNOTLAR:

(1) Aralov, Semyon İvanoviç, Bir Sovyet Diplomatın Türkiye Anıları 1922-1923, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev: Hasan Ali Ediz, Nisan 2010, s. 137.

(2) Age, s. 26-29.