İhvancılıkla Osmanlıcılığın nikahı düşecek mi?

İhvancılıkla Osmanlıcılığın nikahı düşecek mi?

11-01-2020 08:43

AKP, İhvancılıkla Osmanlıcılığın nikahından doğdu. Peki nikah düşmedi mi?

Nevzat Kalenderoğlu

Devrilen diktatörler, ‘özgürlük’lerini arayan Ortadoğu halkları, Türkiye’de sol cenahta bile heyecanla manşetlerden karşılanan rengarenk ‘devrim’ler… Çok yakın bir geçmiş, yankıları sürüyor kuşkusuz ya da bir başka ifadeyle söküp atılamayan sorunlar yumağına düğüm üstüne düğüm atılıyor.

Aslında ABD’nin doğrudan Irak’ta Saddam Hüseyin rejimini devirmesi veya Libya’da Muammer Kaddafi’nin indirilmesi gibi süreçler ile Sovyet Blokuna ithal edilen ‘devrim’ler müdahalesi at başı ilerleyen iki süreç. Eski Sovyetler Birliği topraklarından başlayan, kuzeydeki tek kutuplu dünyaya uygun dönüşümler projesi, 10 yıllık zaman diliminde nihayet Türkiye’ye de uğrayarak, Ortadoğu coğrafyasına ulaştı. Organik veya fikri bağı, en azından sonuçları itibariyle ya da ‘Made in USA’ imzasıyla, üzerinden geçen 20 yıllık zaman diliminde artık daha anlaşılır bir halde. Yakın geçmiş, gelinen yeni safha kuşkusuz tartışılmayı hak ediyor; ancak (ara)sonuçları da üzerinde durulmayı hak ediyor; belki de ABD ile saydığımız bu ülkelerin bağımlılıkları, bu iş için icat edilmiş özneler ve ülkelerine yükledikleri misyonlar bu küresel düğümün çözülmesiyle başka ve daha rasyonel bir boyuta taşınacak.

2000’lerin başında Ukrayna, Gürcistan, Kırgızistan’da ilan edilen ‘devrim’ler; AKP ile Türkiye’ye de uğramıştı. 2007 tarihi ve AKP’nin seçim zaferi, pek çokları tarafından bu devrimler silsilesinin Türkiye ayağı olarak anılır. Türkiye’de ılımlı İslamcı bir siyasi iktidar eliyle, ‘devrim yürüyüşü’ güneye doğru inmeye, ithal edilmeye devam etmiştir.

Seçimleri, demokrasiyi; dolayısıyla siyaseti ‘hakla batılın mücadelesi’ kapsamında meşgale dışında tutan küçük bir azınlık hariç, Türkiye’de İslamcılar gerek araç olarak gerek güç olarak gerekse darbe sonrası konjonktürel olarak siyasette idmanlı idi. İslamcılar siyasete ‘yıkıcı’ olarak girdiler, kurucu olarak değil. Bugün dahi yıktıkları ölçüde hayatta kalmaya çalışmaktadırlar, Türkiye’de de dünyada da yıkıcı/bozucu misyonları ile ayaktadırlar.

Devrim kisvesi ile propaganda edilen karşıdevrimlerin Türkiye ayağında, İslamcı AKP ile ve ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ile bambaşka bir karaktere bürünmüştür.

Türkiye’deki dinci hareketlerin de fikri olarak ayak bastığı İslamcı düşünürlerin kelamlarının, onların 50 yıllık kitaplarındaki fikirlerin siyasi arenaya çağrılmasında AKP’nin derin yürüyüşü ve iktidarı alışı önemli bir rol model olmuştur. Bu fikirler cihat fikrinin siyasal, toplumsal ve ekonomik olarak revize edilmesi düşüncesi idi, Batı (Amerikan) karşıtlığının özenle budandığını ise herhalde söylemeye dahi gerek yok.

İşte orada, İhvan-ı Müslim, Müslüman Kardeşler, AKP’nin erken ölen ikiz kardeşi İhvan.

Arap Baharı’nda sokağa çıkan Mısır halkı Tahrir Meydanı’nda çağıra çağıra İhvancıları çağırdı.

Kuzeyde değişen atmosfer, Ortadoğu’da eski yönetimlere karşı harlanan halk öfkesi Mısır üzerinde de havayı döndürdü. ABD’nin Ortadoğu’daki kullanışlı aparatı olduğu bilinen, karşılığında da ciddi maddi destek aldığı bilinen Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, tam da bu dönüşümler sürecinde, 2010’lu yıllarda ekonomik buhranla tanıştı. İşsizlik, yoksulluk ve en nihayetinde eylemlerle karşılaşan Mübarek’i 2011’deki istifası da kurtaramadı.

O dönemki furya idi, eski devlet başkanlarının kriminalize edilerek önceki dönemde işlediği ve zamanı geldiğinde (!) idrak edilen yolsuzluk dosyalarından yargılanması. Mübarek de 3 yıla yakın yargılandı; istifasının ardından binlerce yıllık Mısır’da ilk demokratik, şeffaf seçim olarak lanse edilen süreçte Erdoğan’ın kardeşi Muhammed Mursi, Hürriyet ve Adalet Partisi ile seçimlere girdi.

İlk şeffaf seçimlerde katılım yüzde 50 civarında kaldı; onun yaklaşık yarısını da Mursi aldı ve ‘seçilmiş Cumhurbaşkanı’ oldu. Bir yıl sürecek Mursi liderliğinin aslında yüzde 25 ile seçildiğinden pek kimse bahsetmedi, ‘demokrasi’ denildi; neden sonra demokrasi şehidi ilan edildi zaten, Türkiye’de de. Bir yılda yıkıcılık namına ne yapılabilirse yaptı, gericiliğin tesisi için mücadele verdi.

Müslüman Kardeşler’in Mısır’daki kısa serüveni, AKP’nin model ithalatının çökmesi siyasal İslam’ı da tartışmaya açıldı. Eksik olan ABD ile barışık bir İslam yaratmak mı, İsrail ile ilişki geliştirmek mi, İslamcı bir anayasa mı, küresel sermaye ile bu model iktidarların ilişkisinin diyalektiği mi, iktidar dediğimiz şeyin ‘lider’lere intikali mi gibi başlıklar tartışıldı, tartışılıyor. Bir Türkiye’ye bir Mısır’a bakıp tartışılıyor ancak arada artık kimse ithalat göremiyor.

Aslında, asıl ithalatı CIA ile bağlantıları bilinen Seyyid Kutub yapmıştı.

Onun yıllar sonra keşfedilen formülasyonları Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da, Irak’ta, Lübnan’da, Suriye’de, Türkiye’de yıkımlarla hayata geçirildi.

Mısır’da kaybeden İhvan, AKP’nin projeye desteğini durdurmadı. Arap Baharı sürecinde Mısır’a, Birleşik Arap Emirlikleri’ne, Suudi Arabistan’a İhvancı müdahalelerini kesmeyen AKP’nin bu hamleleri kuşkusuz krizler doğurdu. Suriye’deki gibi değildi denklem. Dünya’nın düşman ilan ettiği Baas rejimine karşı, İran’dan önceki son kale olarak kodlanan Suriye’deki cihatçıları desteklemek kadar ‘meşru’ değildi; Mısır’da Suudi Arabistan’a rağmen İhvancıları desteklemek veya İsrail’e rağmen Filistin’in Müslüman Kardeşleri olarak bilinen Hamas’ı kucaklamak.

Hamilikten Katar’la yalnızlığa

Katar’la el ele baş başa kalan Türkiye’deki siyasal İslamcıların yalnızlığı onların çaresizliğini de çıkışsızlığını da gösteriyor. Şimdi eski müttefikler Mısır, S. Arabistan, BAE hatta Pakistan, Bahreyn, Katar ve Türkiye’nin düzenlediği İslam zirvelerini, dolayısıyla bölgeye dönük politikaları tanımadığını deklare ediyor. Filistin, Sudan, Libya Türkiye’nin hamlelerinden duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor; 2013’te üstlendiği hamilik ceketini çıkarmadığından dolayı ‘aykırı’ olarak tarif ediyorlar Erdoğan’ı.

ABD, bölgedeki terör örgütü listelerini güncellerken İhvancı hareketleri de buraya dahil ediyor, etmeye zorluyor.

Son zamanların en Amerikancı Türkiyesi’nin, bu cenahtan Siyasal İslam tarifi/tercihi sebebiyle dışlanması, yalnızlaşması oldukça manidar.

Necip Fazıl’dan Gülen’e ve artıklarına, AKP’lilerin de tüm siyasal İslamcılar gibi Amerikancılıkta yarıştığı bilinen bir gerçek. Ancak Siyasal İslamcıların sıkışmasına gözlerini kapatmaları ömrünü uzatmıyor; aksine düğümü derinleştiriyor.

Yalnızca yakın dönemin son iki başlığına bakmak bile çıkışsızlık manasında yeterli olacaktır. İran’daki ABD provokasyonuna tepkiler ve Libya’ya asker gönderme girişimi.

AKP, Libya’da kendilerine ‘Libya Ulusal Ordusu’ ismini veren Trablus yönetimi lehine tezkere çıkarmayı başardı. Siyasal İslam’ın Türkiye’deki en büyük şansının ‘milli’lik zokasını ya da Osmanlıcılık hülyasını çabucak yutacak bir düzen muhalefetine sahip olduğunu belirtmek gerek.

Diğer bir başlık ise, İran’da Kasım Süleymani’nin öldürülüşüne bir dizi İslamcı kesimden sevinç naralarının yükselmesi. ABD yandaşlığını mezhepçi bir sosla gizlemeye çalışarak ABD’nin provokasyonuna alkış tutan İslamcılar, mezhep siyasetinin aslında Amerikancılık olduğunu gözümüze soktular. Öyle ya El-Fetih bile taziye mesajları yollarken; Filistin ‘Filistin’in öz evladı’ payesi verirken İslamcıların bu ABD menşeili katliama sevinmesi düpedüz Amerikancılıklarının nüksetmesi, İsrail’e yaranma sezgisi idi.

AKP, İhvancılıkla Osmanlıcılığın nikahından doğdu. Peki nikah düşmedi mi?

Her iki örnekte de İhvancılıkla Osmanlıcılığın nikahından doğan çocuk olarak tarif edilen AKP’nin karakteristiği ayan beyan ortada.

Bu kadar Amerikancı bir iktidarın, bu kadar yalnız kaldığı bir konjonktürde BAE ile Libya’da karşı karşıya kalma ihtimali düğüm açıcı rolü ile dikkatleri üzerine çekiyor.

İran’ın hamleleri bu Pusula dosyasının diğer yazılarında yer alıyor ve el artıran direniş cephesinin en önemli kozlarından bir tanesi. Yakın dönemde en trajik olayların altında imzalarının yer aldığı önce El- Kaide türevleri ve ardından IŞİD gibi yapılar ise süpürüldüğünden kalan artıkların ehlileştirilmesi, saklanması süreciyle devam ediyor. ABD’nin ve İsrail’in azmettirici rolüyle direniş cephesine taşeron rolüyle saldıran ekip ise ikiye ayrıldı. Kabalaştırırsak; bir yanda yakın dönemin kan faturasını cihatçıların tasfiye edilmiş bölümüne, siyasi faturasını ise İhvan’a kesmiş bir cenah; öte yanda ise yapayalnız kalan, tasfiye edilen cihatçı kardeşleri ile bağlarını gizleyemeyen; üstelik bu ortaklık yüzünden terör listelerine sokulmaya uğraşılan bir ucube İhvancılık.

Şimdi onun serüvenini, hareket alanındaki daralmayı ve Türkiye’ye yansımalarını izleyeceğiz.

Son olarak, bölgedeki dinamiklere bakılarak Türkiye başta olmak üzere siyasal İslam’ın yarattığı tahribatın, kurduğu ekonomik ve siyasal bağımlılığın söküp atılmasına dönük hava olumlu değerlendirilmelidir. Türkiye (yeniden) bir ithal sürecine girecekse, ABD’nin bölgede yarattığı heyulaya karşı bağımsızlık fikrini, gerici ve din adamı edasıyla ülkelerini yıkıma sürükleyen ‘tek adam’lara karşı antiemperyalizmle ayağa kalkmış halkın egemenliğini, mezhepçi politikalara karşı direniş cephesine omuz verme politikasını diriltip, ithal etmenin yolları aranmalıdır.