Feminizm yetmez

Feminizm yetmez

01-03-2020 08:29

Sermaye düzenini hedef almayan, sınıfların üzerini örten, günlük, tekil ve özel alan merkezli yürütülecek hiçbir mücadele kadınların kurtuluşunun zeminini kuramaz.

Umut Kuruç

Başlık belki provokatif gelmiştir ancak yine 8 Mart yaklaşırken bazı hatırlatmalarda bulunmakta fayda var. Özellikle son yıllarda «kadınlara ilişkin ne yapılacaksa, ne söylenecekse eylem hakkı da, söz hakkı da feminizmindir» gibi bir algı yaratılmışken.

19. yüzyılda yükselen ve birinci dalga feminizm olarak adlandırılan hareket kapitalizmin gelişiminden beslenirken, 1960’lar ve 70’lerde yükselen ikinci dalga kapitalizm karşısında güçlenen işçi sınıfı hareketleri ve sosyalizm programından güç alarak kapitalizmin eleştirisine ayağını basar. Bu dönemde kapitalist ülkelerdeki kadınların eşitlik ve sosyal haklar mücadelesi, sosyalizmin varlığının da büyük etkisiyle siyasi temsiliyet, ücretsiz kreş, bakımevleri, vb sosyal hizmetler, işsizlik maaşları, sosyal güvenlik gibi kısmi kazanımların elde edilmesini sağlar.

1970’lerle birlikte kapitalizmin dünya çapındaki krizi yeni birikim rejimiyle birlikte emekçi sınıflara kapsamlı bir saldırıyı getirir. Bu yeniden yapılandırma süreci ideolojik ve siyasi olarak da bir kuşatma demektir. Artık sınıflar yoktur, ideolojilerin sonu gelmiştir.

Bu dönemde güçlenen radikal/liberal feminizm karşısında marksist ve sosyalist feministler bir çeşit «öz eleştiri» sürecine girerek Marksizmin kadın sorununu merkeze almadığını söyleyerek, bugün Türkiye’deki tartışmaların da ana başlıklarından olan «Marksizmin cinsiyet körü olduğu» iddiasını ortaya atarlar.

Feminist akımların dikkat çekici olan ortak noktası ise kadınların kurtuluşu için en önemli zemini sağlayan sosyalizm deneyiminin nihai kurtuluşu sağlamadığını iddia ederek tarihsel kazanımların ardındaki bu büyük gücü yok saymalarıdır.

İkinci dalga feminizm Türkiye kıyılarına 1980’lerle birlikte vurur. Bu dönemde yeşeren feminizm kendisini solun ve işçi sınıfı mücadelesinin ezildiği ve yenildiği bir zeminde kurar.

Türkiye’deki feminist yazım bu süreci kadınların kadınlıklarını fark etmesiyle birlikte siyasi özne olmanın koşulu olan feministler haline gelmeleri olarak tarif eder. Sınıfların ve ideolojilerin öldüğü iddia edilirken feminizm yükselir.

En genel anlamda feminizme göre patriyarka/ataerki erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliği olarak başlı başına bir sistemdir, bütün iktidarı ve toplumsal ilişkileri belirler. Ataerki tarih ve toplumlar üstüdür ve ancak bütün kadınların, sınıfsallıklarından ve din, dil, etnisite gibi aidiyetlerinden bağımsız olarak, aynı safta bir sınıf olarak bu ataerkiye-erkekliğe karşı mücadelesiyle alt edilebilir. Buna göre kapitalizm başat sistem değil sadece bir detaydır ve ana mücadele gündeminin dışındadır.

Sosyalist feministlere göre de karşımızdaki ataerkil kapitalizm ikili bir sistemdir. Bir yanda sermaye kadının emeğine üretim sürecinde el koyarken, diğer yanda erkek hane içerisinde yeniden üretimdeki emeğe el koyar. Ataerki ayrı bir sistem olarak kapitalizmi toplumsal cinsiyet ilişkileri bakımından belirler. Bu yaklaşıma göre Marksizm ataerkiyi ayrı bir sistem olarak ele almadığı için cinsiyet körüdür.

Bütün bu yaklaşımlar kapitalizmin işleyişini parçalanmış süreçler olarak ele alır ve “kadınlar arasındaki farklılıkları eritmeden bir feminist politika yaratmayı” başlı başına bir mücadele stratejisi olarak benimser.

Oysa kapitalizm, salt ekonomik bir sistemden ibaret değildir. Bütün kurumları ve ideolojisiyle bütünlüklü bir düzendir. Feminizmin iddia ettiğinin aksine, üretim ve yeniden üretim, ekonomi ve siyaset, insan ve doğa gibi karşıtlıklar ve/veya ayrımlar kapitalizmin yarattığı ayrımlardır. Kadınların bütün farklılıklarıyla ortak bir politika veya mücadele yaratmaları ise metafizik bir yaklaşımdan başka bir şey değildir. «Bütün farklılıklarına rağmen» ifadesiyle birlikte, kadınların alacaklı olduğu mercinin erkekler olarak işaret edilmesi tam da kapitalizmin sınıfsal karşıtlıkları silikleştirirken, bütünlüğünü gözden kaçırtacak ayrımları öne çıkarmasıyla örtüşür.

Sosyalist feministlerin iddia ettiğinin aksine üretim ve yeniden üretim kadınların sınıfsallıklarıyla doğrudan ilişkilidir. Bütün hizmetlerin piyasaya devredildiği koşullarda kreş, yaşlı bakımı, ev işleri vb emekçi ve yoksul kadınların omuzlarındadır. Onlar ev ve aileyle kuşatılırken, ya evden parça başı üretimle ya da esnek ve güvencesiz işlerde, yarı zamanlı istihdam edilir. Esnek istihdamın bir diğer biçimi ise kadına annelik ve ev içi işlerini sürdürecek biçimde esnek, yarı zamanlı, evden çalışacağı düzenlemelerdir. Diğer yandan, ekonomik güce sahip olan kadınlar bu hizmetleri ya piyasadan satın alırlar ya da diğer kadınların emeğinin sömürüsüne yaslanırlar.

Kadın emeği bir yandan ağırlıklı olarak kayıt dışı ve esnek çalışmanın yaygın olduğu sektörlerde ücretli emeğe dönüşürken, diğer yandan özellikle kriz dönemlerinde nitelikli işgücü olarak adlandırılan kesimi istihdam dışına itilir.

Bu süreç feminizmin ataerkil aile yapısı olarak adlandırdığı ilişkileri çözmektedir. AKP iktidarının gericilik kuşatmasıyla kadına anneliği, aile içi görevleri ve doğurmayı dayatan girişimleri bu duruma karşı kapitalizmin önleminden başka bir şey değildir. İki dünya savaşı sırasında kitleler halinde istihdama kaydırılan kadınların savaşlar sonrası yeniden eve yollanmalarında olduğu gibi…

Feminizm mücadelenin taraflarının bizzat kadınlar ve erkekler olduğunu, mücadelenin mekanını da «Erkeklerden alacaklıyız» sloganıyla özel alan olarak belirlerken kadınların sınıfsallığının sorumlusunu erkek olarak tespit eder.

Kadınların kaç çocuk doğuracağına siyasi iktidarın en yetkili ağızlarının karar verdiği, patronların kadın işçilerin medeni durumunu ve hamileliklerini denetlediği, kadınların evden parça başı üretim yaptığı, aile içi ilişkilerin Diyanet’in fetvalarıyla belirlendiği, imamların aile danışmanı haline getirildiği, sermayenin tüketimi, güzellik ve cinselliği, TV dizilerinin yaşamları belirlediği koşullarda bir yandan da aile mahremiyetinden bahsedilerek kadına yönelik ev içi şiddetin meşrulaştırılması hem düzenin gerici iki yüzlüğünü hem de özel-kamusal alan ayrımının gerçek dışılığını ortaya koyar. Böylesi bir kuşatmada özel alandan ve orada kurulacak, güçlendirilecek bir mücadeleden bahsetmenin nasıl bir kurtuluşla sonuçlanacağı ise muammadır.

Oysa toplumsal ilişkileri ve yapıyı belirleyen üretim ilişkileri bir bütündür. Yani üretim ve ev içi emekle somutlanan yeniden üretim, birbirini tamamlayan ve sermaye düzeninin devamını sağlayan bir işleyiştir. Bir yandan kadının doğurganlığıyla yeni emekçi-işçi kuşaklardır, öte yandan emek gücünün sürekliliğini sağlayacak, onu günlük olarak üretime hazır edecek ev içi işlerdir. Böylece yaşlı ve çocuk bakımı, çamaşır, yemek gibi işler sermayenin maliyet kalemlerinden düşer. Bütün bunların gerçekleştiği aile kapitalizm için bu yüzden önemlidir. Kadının aileyle kuşatılması ideolojik olarak kritiktir ve cennet tam da bu yüzden anaların ayağı altındadır. Gerici kuşatmanın önemi de buradadır.

Yukarıdaki satırlarda da bahsedildiği gibi sosyalist feminizm, kadının ezilmişliğini açıklamakta kapitalizmin ve onun işleyiş mekanizmalarının yeterli olmadığını, ataerkil sistemin kapitalizmi toplumsal cinsiyetler söz konusu olduğunda belirlediğini iddia eder. Dolayısıyla kapitalizmi kapitalizm olarak adlandırmak yeterli değildir. Buna göre doğru tanımlama ataerkil/cinsiyetçi kapitalizmdir.

Ancak, gözden kaçırılan önemli bir nokta vardır. Kapitalizm bütün tarihsel gelişim süreci içerisinde dinci ideoloji, ataerkil/cinsiyetçi, ırkçı, milliyetçi vb ideoloji gibi formasyonları kendi bünyesinde bir biçimde sürdürür. Bu formasyonları kurumsal bütünlüğü içerisinde belirlerken özellikle üretim ve birikim rejiminin yeniden yapılandırıldığı süreçlerde ve kriz dönemlerinde yeniden üretir.  Burada belirleyici olan kapitalizmin bütün kurumlarıyla bütünlüklü işleyişidir ve temelinde emek-sermaye çelişkisi ile sömürü ilişkileri vardır. Dolayısıyla, cinsiyetçilik, ataerki gibi ideolojik formasyonlar bu belirleyicilik içerisinde yeniden üretilir.

Sömürü, baskı ve gerici kuşatma ataerki ve/veya erkeklik durumuyla değil, sermaye düzeninin toplumsal, ekonomik ve siyasi işleyişiyle ve ideolojik yeniden üretimiyle ilgilidir.

Bu koşullarda sermayenin zincirlerinden boşalmış halde emekçi sınıflara dönük saldırısı karşısında her sınıftan kadının aynı safta olduğunu söylemek mümkün değildir. Böylesi bir verili durumda, esnek ve güvencesiz istihdamın birinci elden hedefi olan, yoksulluğu bu düzende baki ve yönetilecek bir mekanizma olan emekçi kadınlarla, o yoksulluğu yöneten, daha fazla istihdam adı altında kölelik koşullarını dayatan kadınların kardeşliğinden söz edilemez.

Ev içi işlerin satın alındığı, kadını özgürleştirecek kamu hizmetlerinin piyasaya terk edildiği ve emekçi kadınların omuzlarına yüklendiği koşullarda «farklılıklara rağmen» salt kadınlık üzerinden bir saflaşma sermayenin egemenliğini ortadan kaldırmayacağı gibi kadınları kapitalizmin sınırlarına hapseder.

Mülkiyet ilişkileri ile birlikte ortaya çıkan işbölümünün kadın üzerindeki tahakkümü ancak bu mülkiyet ilişkilerinin ortadan kalktığı koşullarda sonlanacaktır. Dolayısıyla bugünkü mülkiyet ilişkilerini yeniden ve yeniden üreten kapitalizm yıkılmadıkça, sınıfsız bir toplumun zemini kurulmadıkça, kadının kurtuluşunun da zemini kurulamayacaktır.

Peki, kadınlar bu zemin kurulmadan hiç mi kazanım elde etmeyecektir? Elbette, insanlığın kazanımlarıyla sonuçlanmış olan devrimci süreçler ve işçi sınıfı mücadelesinin mevzilerini genişlettiği kesitlerde kadınlar önemli kazanımlar elde etmişlerdir. Ancak, bu kazanımlar gerçek bir kurtuluşun zemini olamamıştır.

Örneğin, sosyalizmin bir güç olarak varlığını sürdürdüğü, işçi sınıfı mücadelelerinin kazanımlar elde ettiği dönemler, kapitalist ülkelerde de sosyal devlet pratiğinin hayata geçtiği dönemlerdir. Bugün ev içerisinde kadınların omuzlarına yüklenen çocuk ve yaşlı bakımı, sağlık hizmetleri, eğitim gibi başlıklar kamu tarafından ücretsiz veya çok düşük ücretlerle karşılanmıştır.

Sınıf mücadelelerinin zayıfladığı, sermayenin özüne döndüğü, kriz dönemlerinin sıklaştığı, dünyada solun sınıf mücadelesini kimliklerle ikame ettiği günümüzde bütün bu kazanımlar büyük bir hızla kaybedilmiştir. Bu hakları geri almanın yolu, kapitalizmi iyileştirmeye çalışmaktan değil, mücadelenin hedefini doğru belirlemekten geçer. Ataerkil formların ortadan kalkmasının koşulu ancak bu toplumsal kurtuluş mücadelesiyle mümkündür.

Örnek verecek olursak, feminist hareketin çeşitli bölmelerinin önerdiği ev içi işlerdeki emeğin ücretlendirilmesi, dört duvar arasındaki kadının sosyal sigortası bu toplumsal yapı içerisindeki emekçi kadının kurtuluşu değildir. Var olan mülkiyet ilişkilerini ve sınıfsal yapıyı meşrulaştırırken bir yandan da bu ilişkilerin süreklileştirilmesini sağlar.  Öte yandan, sermayenin bütün maliyetlerden kurtularak kârını maksimize etmeye çalıştığı kriz koşullarında bu düzen içi talebin ne kadar gerçekçi olduğu da ayrı bir tartışma konusudur.  Kadını bu yükten tamamen kurtaracak zemin ise ev içi işlerin toplumsallaşmasıdır. Bunun koşulu sermaye egemenliğinin ortadan kalktığı bir eşit ve özgür bir düzendir.

Sermaye düzenini hedef almayan, sınıfların üzerini örten, günlük, tekil ve özel alan merkezli yürütülecek hiçbir mücadele kadınların kurtuluşunun zeminini kuramaz.

Üretim ilişkileri ile birlikte, toplumsal ilişkilerin, ideolojik-kültürel referansların başka bir zeminde kurulduğu bütünlüklü bir toplumsal ve siyasal yapı kadının üzerindeki tahakkümün ortadan kalkmasının da ön koşuludur.

Bu yüzden mücadelenin karşıt unsuru erkekler değil, var olan toplumsal cinsiyet ilişkilerini, bu bağlamda gerici ideolojilerle toplumu kuşatarak kadınlara yönelik ayrımcılığı ve tahakkümü yeniden üreten kapitalizm ve sermaye sınıfıdır.