Faşizm, Komünizm ve Avrupa

Faşizm, Komünizm ve Avrupa

10-05-2020 08:56

Halklar ise 26 milyon Sovyet vatandaşının hayatını kaybettiği İkinci Dünya Savaşı'nı Dunkirk yahut Er Ryan'ı Kurtarmak filmindeki gibi 'kahraman' Yankee'nin kurtardığını sanıyor.

Taylan Yılmaz

Geçtiğimiz yıl Eylül ayında Avrupa Parlamentosu’nda oylanan komünizm karşıtı yasa tasarısı oy çokluğuyla kabul edildi. Bu tasarıya göre İkinci Dünya Savaşı, 1939 yılında imzalanan Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı’nın (veya bir diğer adıyla Molotov-Ribbentrop Paktı) bir sonucuydu ve Nazi Almanyası ile Sovyetler Birliği, Avrupa’da yaşanan yıkımın doğrudan ve eşit sorumlusu sayılmalıydı. Kabul edilen yasa tasarısı bununla da sınırlı kalmıyor ve Avrupa’da Kızıl Ordu’ya adanan bütün heykel ve anıtların kaldırılmasını öngörüyor.

Özellikle eskiden Sovyetler Birliği üye ülkelerinden olan Ukrayna, Letonya, Litvanya ve Estonya gibi Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerinde son yıllarda faşizm yanlısı bir çok hareket yükselmiş olmasına rağmen bu yasa tasarısı anti-komünist ve faşist hareketlere dair herhangi bir yaptırım önermiyor. Ukrayna’da Komünist Parti 2014 yılından beri yasaklı. Baltık ülkelerindeyse savaş döneminde Nazi saflarında savaşan birlikler resmi törenlerle anılırken Sovyetler Birliği’nin kahramanlıklarını anmak yasak. Son yıllarda bu anti-komünist yaklaşım Kıta Avrupası’nın Macaristan, Polonya ve İtalya gibi diğer ülkelerine de sıçramış durumda. Bahsi geçen yasanın da, Avrupa Birliği’nde hep içkin olan fakat son yıllarda artan anti-komünist eğilimin bir sonucu olarak görülmesi gerekir.

Saldırmazlık Paktı meselesi

Burada bahsi geçen 1939 Molotov-Ribbentrop Paktı anti-komünist eğilimlerin sık sık başvurduğu bir argüman. 2019 yılında onaylanan yasa tasarısıysa tarih yazımında yeni bir boyuta ulaşıyor ve Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı’nı bütün denklemin merkezine oturtuyor. Ne olmuştu peki? Nazi Almanyası ve Sovyetler Birliği arasında imzalanan anlaşma, dönemin emperyalist ülkelerinin emellerini boşa çıkararak Hitler Almanyası’nın Sovyetler’e saldırmasını geciktirmiş, Kızıl Ordu’nun savaş hazırlıkları için gereken zamanı kazanmasını sağlamıştı.

Paktın tarihsel bağlamına dair herhangi bir atıf olmamasının yanı sıra Avrupa Parlamentosu’nda onaylanan bu tasarı Fransa ve İngiltere gibi ileri kapitalist devletlerin ‘komünizm tehlikesine’ karşı faşizmin yükselişine nasıl göz yumduğunu görmezden geliyor.

Örneğin 1933 yılında Berlin’de yapılan Dört Güç Anlaşması (Quadripartite) İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya tarafından imzalandı. Bu anlaşmayla birlikte Hitler Almanyası’na silah satışının önü açıldı. Öte yandan İspanya’da Franco’yu iktidara taşıyan ve ülkeyi iç savaşa götüren darbe de Mussolini ve Hitler tarafından desteklenmiş, Franco iktidarıysa 1939 yılında Fransa ve İngiltere tarafından resmen tanınmıştır. Veya 30 Eylül 1938’de Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere tarafından Münih Konferansı’nda imzalanan anlaşmayla birlikte ‘Sovyet tehlikesine karşı’ Çekoslovakya’nın bir kısmı Hitler’e teslim edildi. Bu örnekler arttırılabilir fakat meselenin özünü açıklaması için yeterlidir.

Avrupa ve anti-komünizm

İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden süreçte Faşizmin karşısında kazanılan zaferde büyük pay sahibi olması nedeniyle Sovyetler Birliği’nin -dolayısıyla reel sosyalizmin- prestiji büyük ölçüde arttı. Bununla birlikte başta İtalya ve Fransa olmak üzere bir çok ülkedeki komünist partiler anti-faşist direnişte yer almaları ve reel sosyalizmin artan prestiji nedeniyle ciddi siyasi özneler haline gelmeyi başardılar. İtalyan KP’si ve Fransız KP’sinin etkinlikleri, prestijleri ve reel sosyalizmin varlığı uzun yıllar boyunca AB içerisindeki anti-komünist eğilimlerin açıktan sergilenmesinin önüne geçti. 2019 yılında kabul edilen yasa tasarısının o dönem kabul edilmesi ihtimaller dahilinde bile değildi.

Ancak 1953 yılında Stalin’in ölümüyle birlikte, 1956 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) 20. Kongresi’nde de-Stalinizasyon sürecini başlatan Kruşçev’in gizli konuşmasıyla birlikte anti-komünist eğilimlerin kısmen de olsa açığa çıktığı söylenebilir. Örneğin Çekoslovakya ve Macaristan’daki ayaklanmalar bunun sonucudur. Özellikle 1956 ile 1980 yılları arasında reel sosyalizm varlığını sürdürse de, Avrupa’daki prestiji savaş sonrası dönemin en düşük seviyelerine gerilemiş, İtalyan ve Fransız KP’leri ideolojik olarak Sovyetler Birliği’nden uzaklaşmış, Avrupa’da gelişen bazı yeni akımlar da Çin yanlısı olmuştu. Bu tartışmalar başka bir yazının konusu olmakla beraber, anti-komünizmin Avrupa’daki kökenlerine dair fikir veriyor. Zira böylesi bir konjenktürde başta Sovyet bloğu ülkeleri olmak üzere bir çok ülkede Sovyet karşıtı hareket gelişmek için alan buldu. Buradaki Sovyet karşıtı vurgusu önemli. Çünkü ‘totaliter ve baskıcı’ Sovyet rejimine karşı müttefik bulmak -hatta soldan destekçiler bulmak- oldukça rahattı. Örneğin Polonya’daki Solidarnosc hareketi böylesi bir ortamda ortaya çıktı.

1980 sonrası dönemdeyse özellikle Sovyetler Birliği ideolojik olarak çözülmeye başladıktan sonra bu ivme hız kazandı. Eski Sovyet bloğuna üye ülkelerin bir çoğunda sosyal-demokrat öze sahip bir çok parti ‘Sosyalist’ ön adıyla birlikte iktidara geldi.

Bloktan yeni ayrılan ülkelerin düşünsel ve ekonomik olarak entegre olabileceği bir yapı gereksiniminden de Avrupa Birliği fikri ortaya çıktı. Önceden yalnızca ileri kapitalist Batı Avrupa ve liberal rejimlerin iktidarda olduğu ülkelerin birliğinden oluşan bu birlik, 1993 yılında ete kemiğe büründü. Birliğe yeni katılan ülkeler ekonomik olarak şok doktrinleriyle karşılaşırken, toplumsal anlamda da yeni bir tarih yazımına maruz bırakıldılar. Amerikan kahramanlıklarını anlatan filmler ve oyunlar, ‘komünist işgal’ dönemini anlatan müzeler, dönemin faşist figürlerini öne çıkaran kültür ögeleri… Örneğin bir Avrupa Birliği projesi, Avrupa genelinde komünist rejimlere yönelik direniş ögelerini yaşatmak için yapılan projelere ciddi ödenekler çıkarıyor.