Devlet üzerine

Devlet üzerine

23-02-2020 00:42

Günümüzün küreselleşme koşulunda sermayenin hareket alanı siyasi sınırları aşarken, devletin manevra alanı hukuksal sınırlar içinde kalır. Sermayenin hareket alanının genişlemesi ulusal politika uygulamaları konusunda devleti sınırlar.

Prof. Dr. İzzettin Önder

Devlet kavramı genellikle aklımıza örgütsel bir yapıyı salar. Ekonomi, sosyoloji ve siyaset bilimlerinde devlet olgusu farklı açılardan ele alınarak, genellikle toplumsal bütünlüğü ve yönetimi sağlayan örgüt olarak nitelenir. Hukuksal açıdan devlet, hareket alanı ve yetkilerinin anayasalarla sınırlanması gereken, Hobbes’un Leviathan’ıdır.  Ancak toplumların yönetiminde tarih boyunca rol almış olan devlet, salt yüzeysel örgütsel görüntüsünün ötesinde, çeşitli politika araçlarına yansıyan beyinsel-dokusal yapısıyla gizemli, gizemli olduğu kadar da amorf yapıda bir dokudur. Hal böyle olunca, uygulanan politikaların ve çeşitli kamu harcama ve vergi yapılarının anlaşılabilmesi için devlet yapısının davranış kodlarını belirleyen beyinsel-dokusal yapının anlaşılması ve yorumlanması kaçınılmazdır.

Devlet, politika ve amaç bütünlüğü, tutarlılığı ve devamlılığı olan beyinsel-dokusal doku, siyasi iktidar ya da hükümet ise bu dokunun ereklerini icra eden geçici bir organdır. Diğer bir deyişle, devlet ana-doku, siyasi erk ya da hükümet ise ana dokunun hedeflerini gerçekleştirmeye memur ajandır. Ana doku ile ajan arasındaki ilişki hiyerarşik olmakla beraber, doğal olarak, arada etkileşim de söz konusudur. Devlet dokusunun ajana başat olmasının sebebi, toplumsal ekonomik yapının bileşeni olup, sürdürülmesinden sorumlu olmasıdır. İktidara gelen siyasi erk devlet olgusunun beyinsel-dokusal özünde belirlenmiş görevleri ifa ederken, kendi dışında kalan devletsel araç ve güçleri kullandığı gibi, aldığı kararlarda de yine devletsel kurumlarca denetime tâbi olur. Devlet ile hükümet arasındaki fark Miliband-Poulantzas tartışmasında çok nettir. Miliband’ın, sermayenin devlete hâkim olabilmesi için bürokrasi ile ilişki kurduğu, hatta eleman soktuğu görüşüne karşı, Poulatzas, sermaye çıkarının bizatihi devlet olgusunun beyinsel-dokusal hücrelerine nüfuz ettiği tezini savunur. Bundan dolayıdır ki, genel ifadesiyle, radikal siyasi girişimlerin amacı, hükümet olmanın ötesinde, “devleti ele geçirmek“ tir.

Devlet olgusunun beyinsel-dokusal özelliğini toplumsal üretim ilişkileri belirliyor olmakla beraber, devletin tümü ile sermaye yanlı olması ya da göreli otonomisini koruması farklı ekollere ve üretim ilişkisi aşamalarına göre şekillenir. Yazının hacmi nedeniyle, konumuzun çerçevesini kapitalist üretim ilişkisi ile çiziyorum. Ana-akım ekonomi, sosyoloji ve siyaset bilimi yaklaşımlarında devlet, toplumsal kural ve düzeni sağlayan, piyasada üretilemeyen mal ve hizmetleri “kamu hizmeti” olarak topluma sunmaya ve gelir dağılımını düzeltmeye yönelik harcamalar yapan, maliyetleri de genellikle vergiden oluşan kamu gelir sistemiyle karşılayan tarafsız yapılı toplumsal araçtır. 1929 krizine kadar devlet olgusu temel kamu hizmetlerini üreten ve asgari düzeyde tutulması gereken zaruri kurum olarak algılanırdı. Marks’ın Kapital’inde doğrudan devlet kavramına atıf yapılmamış olması da, ana akım ekonomi, sosyoloji ve siyaset bilimi dallarında devlet olgusunun başat olmamasında (anlaşılamamasında!) etkili olmuştur. Hatta o kadar ki, adeta komünizmin son aşamasına analojik olarak, tüm hizmetlerin özel kesimde üretilmesinin önünü açan ve devletin dışlanmasını ileri süren libertan görüşler de tartışmalarda yer bulabilmiştir.

1929 küresel kriz kapitalist dünyaya önemli darbe indirirken, aynı zamanda da kapitalist üretim sürecinin ve bu bağlamda devletin işlevinin mercek altına alınmasına da neden olmuştur. Farklı tarihlerde olmak üzere, Paul Sweezy ile başlayan devlet teorileri, sadece birkaçını saymak gerekirse, Ralph Miliband, Nicos Poulantzas, Jurgen Habermas, Claus Offe, James O’Connor, Simon Clarke, Sol Picciotto, John Holloway ve daha birçokları tarafından ele alındı. Çoğunluğu Marksist analizi esas alan yaklaşımların bir kanadını oluşturan Ortodoks Marksist yaklaşımda devlet, işlevleri itibariyle sermayenin çıkarları ile özdeş görülerek, bir yandan krizlerin önlenmesinde, diğer yandan da emek sömürüsünün sorunsuz sürdürülmesinde başat aktör olarak görüldü. Bu bağlamda devletin görevi, kamu harcama ve vergi sistemini, kredi ve ticaret sistemini sermaye çıkarı doğrultusunda ayarlamak olarak tanımlandı. Buna karşın, sosyal demokrat yaklaşımda ise devlet, ekonomik sürecin üretim alanında değil, dağıtım ve bölüşüm alanında etkin olarak işlevlendirildi. Açıktır ki, sosyal demokrat yaklaşımda bölüşüm alanında etkili olan devlet, sosyal harcamaların finansmanına yönelik vergi sisteminde yapılan ayarlamalarda kaçınılmaz olarak ekonominin üretim alanına ve sermayenin kâr alanına da el atmış olur. Sosyal demokrasi politikası sol cepheden kamulaştırmaya giden politika olarak görülürken, sağ gurup tarafından, üretim faktörlerine müdahale olmadığı sürece olumlu, hatta sistemin kalkanı olarak görülür.

Frankfurt Okulu sosyolojik yaklaşımında devlet, Hegel geleneğinden süzülüp gelen görüşlerle, Weber-tipi görece otonomiyi haiz, toplumsal düzeni sağlayan rasyonel bürokratik baskılama ve yönetim örgütüdür. Bu yaklaşımda devlet, işlevlerinin tümü itibariyle toplumu huzur içinde yönetmekle sorumludur. Bu okulun çerçevesinde ikinci yaklaşımda ise, devlet toplumsal huzuru sağlamada Keynesci Refah Devleti uygulayan sosyal devlet olarak da tanımlanır. Sosyal devlet uygulamalarıyla sermayeye giden artık değerin bir bölümünün devlete aktarıldığı, buna bağlı olarak ekonomik büyümenin frenlendiği savlansa da, İsveç örneği kullanılarak, sosyal devlet yaklaşımı ile yükselen toplumsal refahın aynı zamanda verimliliği de olumlu etkilediği savunulmaktadır.

Marksist yaklaşımı esas alarak devlet ve işlevleri hakkındaki farklı açılımlar, James O’Connor ve Claus Offe yaklaşımlarında netleşen görüntüsüyle, devletin işlevleri krizlerin önlenip istikrarın sağlandığı sistemde, sermaye birikimine katkı yapmak ve sistemi meşrulaştırmak olarak özetlenebilir. Kapitalist devletler mülksüz olduğundan işlevlerini yürütebilmek için üretimden pay almak, dolayısıyla sermaye çıkarlarını gözetmek zorundadır. Kapitalist sistemde üretimin yapılması, emeğe istihdam sağlanması ve devlete vergi ödenebilmesi, kısacası ekonomide çarkların dönebilmesi için sermayenin çıkarının korunması birincil gerekliliktir. Bu amaçla devlet, ekonomide yaratılan katma değeri ve oradan elde edilen artık değeri ençoklaştırmayı amaçlarcasına bir yandan emeğin verimliliğini yükseltici, diğer yandan da emeğin yeniden üretim maliyetini kısıcı “sosyal sermaye” nitelikli kamu harcamaları yapar. Sermaye birikimine katkı yapıcı harcamalar sınıflı toplumda sosyal sorunlara yol açacağından, bu kez de devlet sistemi meşrulaştırıp, baskıcı ve sömürücü boyutunun perdelenmesine katkı yapıcı “sosyal harcama” lara yönelir. Çelişkili amaç ve etkilerle sürdürülen kamu politikaları ve bu paralelde yapılan kamu harcamaları özel kesimde tekelleşmeye yol açarken, kamu bütçesinde de kronik açık oluşturur.

Günümüzün küreselleşme koşulunda sermayenin hareket alanı siyasi sınırları aşarken, devletin manevra alanı hukuksal sınırlar içinde kalır. Sermayenin hareket alanının genişlemesi ulusal politika uygulamaları konusunda devleti sınırlar. Zira uluslararası alana açılan sermayenin tekelleşmesine ve büyümesine göz yumma durumunda olan devlet, ülke içinde sosyal politikaları uygulamada güç durumda kalabilir. Kaldı ki, uluslararasılaşarak büyüyen sermayeye eğitimle donatılmış eleman gereksinimi yükseleceği gibi, makine parkı vb gibi alanlarda da devlete gereksinim daha da büyüyebilir. Küreselleşen ortamda uluslararası akımlarda suç unsurlarının sıklaşması, kaçakçılık ya da bulaşıcı hastalıkların sınır ötesi yayılım konuları yanında, tüm yerküreyi ilgilendiren küresel kamusal malların finansmanı da ulusal devletler üzerine yük olarak biner. Ekonomik sınırların gevşetilmesiyle bazı ulusal faaliyetlerin çevreye yayılan fayda ve maliyetleri de, bazı devletlere olumlu, bazılarına da olumsuz olarak yansır. Bunun tipik örneğini gelişmekte olan ekonomilerin yaşadığı “beyin göçü” oluşturur. Yüksek eğitimliler, doktorlar, mühendisler vb nitelikli eleman yetiştiren ve beyin göçü yaşayan ülkeler bu süreçten fevkalade olumsuz etkilenirken, göç alan genellikle gelişmiş ekonomiler olumlu etki yaşar.

Gerek O’Connor-Offe görüşleri, gerek Miliband-Poulantzas arasındaki tartışma, gerekse bu alana katkı yapmış diğer düşünürlerin vardıkları nokta, tüm çabalara rağmen, emeğin baskılanmasının olabildiğince engellenebiliyor olmasına karşın, aşırı birikime bağlı sermaye krizlerinin önüne geçmenin olanaklı olmadığında birleşmektedir. Nitekim devlet teorisi tartışmaları literatüre çok değerli katkılar yapmış olmakla beraber, sistemin tüm bozukluklarla ilerlemesine engel olamamış, hele de sermaye krizlerini kesinlikle önleyememiştir. Ancak tartışmaların bizlere şu katkıyı yaptıklarını teslim etmek durumundayız. Toplumsal ve ekonomik işleyişlerde gördüğümüz çok çeşitli ekonomik ve sosyal aksaklıklardan çoğu için genellikle devleti sorumlu tutmaktayız. Oysa Marksist tartışmalar bize göstermektedir ki, sosyo-ekonomik oluşum ve devinimlerin yarattığı sorunlarda olduğu kadar, özelleştirme ya da sendikaların baskılanması veya asgari ücretin düşük tutulması ya da vergilendirilmesi gibi haksız gözüken kamusal karar ve uygulamaların arkasında, ajandan öte bir role sahip olmayan hükümet-devlet değil, sermaye çıkarı ve bu çıkarı organik olarak içselleştirerek siyasal arenada korumakla yükümlü beyinsel-dokusal devlet vardır. Hal böyle olunca, tartışma ve muhalefetimizde perde arkasındaki sermayenin beyinsel-dokusal devlet eliyle baskılayıcı gücünü ihmal ederek, hükümet-devlete yüklendiğimizde sistemi ve asıl sorumluyu geri plana atıp, ajanı “günah keçisi” olarak öne sürmüş, böylece sistemi aklamış olmaktayız. Bu da sistemin inanılmaz maharetidir, tabii aldanan için!