Bu ittifak unutulmaz: AKP-FETÖ-liberaller

Bu ittifak unutulmaz: AKP-FETÖ-liberaller

07-06-2020 20:12

Bugün AKP’nin “vesayet rejimine karşı mücadele” söyleminin köklerinin nerede olduğu çok iyi biliniyor. Bununla birlikte ülkemizdeki yeni rejim, vesayete karşı mücadele adı altında kendi vesayetini kuruyor.

Neşe Deniz Babacan

AKP iktidarının temel söylemlerinden bir tanesi olan “vesayet rejimine karşı mücadele”nin en temel sonucu bugünden bakıldığında ülkemizdeki rejim değişikliği ile anlamlandırılabilir. O yüzden bugünkü rejimin oluşum dinamikleri açısından Tayyip Erdoğan ve AKP’nin FETÖ ve liberaller ile yaptığı ittifakı, bugün AKP muhalifi pozisyona geçen Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan ve Abdullah Gül’ün süreçte aldıkları rolleri, sürece kritik noktalarda dışarıdan destek veren Kürt siyasi hareketini ve reformist solu öncelikle saymak gerekiyor.

Başkanlık rejimi ile birlikte sermaye iktidarının merkezileşme eğilimi bir noktaya doğru yol almaya başlarken, rejimin “tek adam” karakterinin ağır basması ve geçmişin AKP destekçisi bugünün muhalifi olan çevrelerin demokratizme sarılarak otoriterleşmeye karşı çıkmaları çok da şaşırtıcı değil. Ancak “vesayete karşı mücadele” adı altında kurulan yeni rejim ülkemiz açısından gerçekten de bir vasi tayini anlamına gelmiştir. Bunun müsebbipleri belli ve sonucunda ne kadar vicdan azabı yaşadıklarını bilemiyoruz. Ama diğer yandan vesayet odaklarına karşı mücadele söylemi bugün Erdoğan ve AKP için en temel söylem olmaya devam ediyor bu açık.

Güncel olarak da AKP’nin ve siyasal İslamcıların Kemalizme karşı pozisyonlarında söylemsel bazı düzeltmeler dışında büyük bir farklılaşma olduğunu söylemek mümkün değil. Bundan yüz yıl önce hangi noktadalarsa o zemini terk etmediklerini söyleyebiliriz. Bu açıdan bir tutarlılıkları olduğu kesin. Bir de yüz yıl önce ellerinde olmayan ama şans melekleri olan liberallerin kendilerine hediye ettiği “vesayete karşı mücadele” paketi var ve onlar açısından her niyete yenilen bir muz olmayı sürdürüyor.

Saltanatçılar “vesayete karşı”

1923’te ülkemizde Cumhuriyet’in kurulması önemli bir tarihsel ilerleme. İlerlemeyi sadece biçimsel olarak ya da toplumsal alandaki bazı dönüşümler üzerinden tanımlamak ise yeterli değil. O yüzden imparatorluğun yıkılmasının sadece objektif bir olgu olmaktan çıkartılıp, saltanatın kaldırılması gibi politik bir hamlenin yapılması ve devamında Cumhuriyet’in ilan edilmesi aslında padişahlık döneminin tek adam yönetimi ve vesayetinin tasfiyesi anlamına geliyor. Bunu hayata geçiren önderliğin bugünden bakıldığına tepeden inmeci vesayetçi bir rejim kurduklarını iddia eden İslamcıların aslında saltanatı ve Osmanlı İmparatorluğu’nu savunduklarını biliyoruz. Hatta, Erdoğan nezdinde “modern bir padişahlık” hayalinin kurulduğunu görüyor ve hatta vakti zamanında bunun Ahmet Davutoğlu’nun teorizasyonuyla “yeni Osmanlıcılık” adıyla dış politika açılımı olarak lanse edildiğini hatırlıyoruz.

Ancak buradaki sorunu açık bir şekilde ortaya koymak gerekiyor. Emperyalizme karşı mücadele ederek ve saltanatı kaldırarak kendi maddi zeminini oluşturan Cumhuriyet ve bunu hayata geçiren Kemalist önderliğin bugün hedef tahtasına oturtularak, bahsedilen tarihsel ilerlemenin yok sayılması tam da yeni vesayet rejiminin oluşması için yeni bir zemini beraberinde getiriyor. Oysaki ortada aleni bir çarpıtma olduğu açık. Gücünü Tanrı’dan aldığı söylenen ve babadan oğula geçen padişahlık yerine Cumhuriyet’in getirilmesini vesayet rejimi olarak tarif edenler, bugün seçimle iktidara gelerek ellerine geçirdikleri gücü halka karşı kullanmaktan imtina etmiyorlar.

Marksizm açısından da ülkemizdeki burjuva devrimi tarihsel bir ilerlemedir. Üretici güçlerin gelişmesinin önünü açan kapitalizmin iktidara gelişi elbette sınıf savaşları için de yeni bir zemin anlamına geliyor. O yüzden, tarihe bu açıdan bakanlar için kapitalizmin kutsanması değil, sınıf savaşının ve devrimin koşullarının olgunlaşmasıdır esas olan. İşte liberallerin ve İslamcıların Cumhuriyet’e dönük vesayet rejimi suçlaması aynı zamanda ülkemizdeki kapitalist sistemin ve burjuva iktidarının da perdelenmesinden başka bir anlam taşımıyor. Perde arkasında çarkların döndürülmesi ise kolaylaşıyor. Ve etiketi hemen yapıştırıveriyorlar: 1923’te açılan parantez artık kapanmalı…

“Vesayet rejimi” yıkılırken…

Liberallerin temel yaklaşımı, “İttihatçılığın ve Kemalist tepeden inmeciliğin” Osmanlı’da var olan “çok kültürlü ve çok etnisiteli demokratik” ortamı bozduğu, bunun da vesayet rejiminin atası olduğudur. Onlara göre Türkiye’deki temel çelişki, demokrasi güçleri ile Kemalizm ve uzantısı olan ordu arasında şekillenmekte, ülkemiz tarihindeki darbeler de bu vesayet rejiminin somut tezahürleri olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla “demokrasi güçlerinin” temel görevi “vesayetçi ve darbeci Kemalizme” karşı mücadeledir. Ortada ne sınıf savaşımı ne kapitalizme karşı mücadele ne de gerçek anlamda bir eşitlik ve özgürlük arayışı vardır.

Bu bahsettiğimiz meselenin iki boyutu olduğunun mutlak olarak ortaya konulması gerekir. Birincisi, liberaller ve karşı devrimciler açısından reel sosyalizmin hedefe konulması elzemdir. Sovyetler Birliği’nin üretici güçlerin yeterince gelişmediği bir ortamda iradi bir zorlamayla kurulduğu iddiası üzerinden Ekim Devrimi’nin eleştirilmesi tam da bununla ilgilidir. Hatta devamında bu çevreler tarafından Sovyetler Birliği’nin kaçınılmaz olarak “bürokratikleştiği” ve insanlık için temel çelişkinin demokrasi güçleri ile “Stalin bürokrasisi” arasında olduğunun söylenmesi şaşırtıcı görülmemelidir. İkinci boyut ise ülkemiz ile ilgilidir. Açık bir şekilde Sovyetler Birliği’nde bürokrasi olarak tarif edilen şeyin ülkemizdeki karşılığı vesayet rejimi olarak tarif edilmiştir. Kuruluşunda Ekim Devrimi’nin etkisi olan ve iki kutuplu dünya konjonktüründe emperyalist kampa tam boy entegrasyon noktasına gelen Türkiye’nin bu açıdan içeriden böylesi bir noktaya ittirilmesi sermaye ve temsilcisi güçler açısından kaçınılmaz bir noktaya gelmişti. Ekim Devrimi’nin ülkemizin kuruluşundaki izlerinin “vesayet rejiminin tasfiyesi” adı altında ortadan kaldırılması içinse 21. Yüzyıla girilmesi ve AKP’nin FETÖ ve liberallerin geniş bir koalisyonuyla iktidara gelmesi gerekmiştir.

Ahmet İnsel’in, 2010 yılı Mart ayında Birikim dergisinde çıkan “Vesayet Rejiminin Sonu ve Sonrası” (*) yazısındaki şu ifadeleri bugünden bakıldığında da şaşırtıcı değil:

“Vesayet rejimine son vermeye uğraşan etkili yegane siyasal güç bugün AKP. Bu nedenle AKP’nin vesayet rejiminden gerçek bir demokrasiye geçme konusundaki kararlılığını, hızla atılması gereken adımları nasıl zamanladığını, bu adımları nasıl attığını veya ertelediğini, neleri nasıl yapıp neleri yapmadığını sorgulamak, demokratik bir rejime geçiş perspektifi açısından ertelenemez bir sorumluluktur. Bugün parlamentoda güçlü bir çoğunluğa sahip olan AKP’nin siyasal hesaplarının, yaptığı hamlelerin zamanlamasının sorgulanması bugün vesayet rejiminden ne yönde çıkacağımızı anlamaya yöneliktir.”

Liberallerin aptal olduğunu söylemek daha büyük aptallık olur. İnsel yazısında “vesayet rejiminin çökertilmesinde” Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının ne kadar önemli olduğunu ve bunlar sayesinde büyük bir başarı kazanıldığını söylüyor ve şöyle devam ediyor:

“Türkiye’de 1961’den itibaren daha kısmi biçimde, 1982’den itibaren ise hemen hemen bütün kurumlarının eksiksiz var olduğu dört dörtlük bir kurumsal vesayet rejimi yürürlüktedir. Bu rejimde kurumsal vesayet, asli olarak TSK’ya, tali olarak yüksek yargıya aittir.”

“Direnişin son kalesi olarak geriye yargı kurumu kalıyor. Vesayet ideolojisinin çatırdaması, buna dayalı hegemonyanın kırılmasının yargıda da çatlamalar yarattığını görüyoruz. Yargı artık o eski yekpare görünümü sergilemekte zorlanıyor. Ferhat Sarıkaya’nın (**) memurluktan atılması ve meslekten men edilmesine kadar giden son derece ağır ve haksız bir cezalandırmaya cüret edenler, bugün aynı bütünlük tablosunu sergileyemiyor. Mithat Sancar(***), hegemonyanın çatlamasının, yargıda da farklı tutumların ve bu sisteme itirazların dışa vurması sonucu olduğunu belirtiyor (Taraf, 25.2.2010). Bu nedenle yargı içi bir çatışma görüntüsü verenin aslında yargıda çoğulculaşma olduğuna işaret ediyor. Bu ise yüksek yargı bürokrasisinin iktidarını sarsan bir gelişmedir ve hegemonyanın yargı içinde de giderek boşa döndüğüne işaret ediyor.”

2010 yılı ülkemiz açısından kritik bir tarih. Eylül ayında yapılan referandum sayesinde yüksek yargıya dönük AKP’nin ve FETÖ’nün operasyon çekmesi mümkün hale gelmiş ve liberallerin açtığı yolun taşları İslamcı klikler tarafından döşenmişti.

Şimdi bugünden baktıklarında hayıflanıyorlar mı acaba diye düşünmek gerekir. “Vesayet karşıtlığı” adı altında hayata geçirilen Ergenekon ve Balyoz kumpaslarının ardındaki FETÖ’nün 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulunmasını nasıl açıklayacaklar acaba? Ya da, FETÖ’nün yargıya yerleşmesinin önünü açan 12 Eylül 2010 referandumunda gericilere verdikleri destek ile bugün AKP’ye ve Erdoğan’a karşı zamanında yargıdaki vesayetin en yüksek adresi olarak gösterdikleri Anayasa Mahkemesi’nden medet ummalarını aynı zeminde nasıl buluşturuyorlar?

Sorular çoğaltılabilir. Ancak vesayet ve darbe söylemlerini dillerinden düşürmeyerek ülkemizi tek adam rejimine ve 15 Temmuz darbe girişimine sürükleyenlerin işledikleri suçlar nasıl unutulabilir? Bunun bir kenara not edilmesi gerekiyor.

AKP vesayete karşı…

AKP iktidarı ve Erdoğan’da cisimleşen pragmatizmin sonu bulunmuyor. “Vesayete karşı mücadele” söylemi adı altında darbelere karşı mücadele ettiğini söyleyenler aslında darbelerin çocuğu olduklarını ve 12 Eylül’ün işçi sınıfına karşı yapıldığını unutturmak için canla başla çalışıyorlar. Bir de kendilerinin anti-komünist ve karşı devrimci geçmişlerini… Eğer ki Türkiye kapitalizminin ve emperyalizmin ülkemiz üzerindeki “vesayet rejiminden” bahsedilecekse, bugün “vesayet rejimine” karşı mücadele ettiğini söyleyenler tam da onun içinden çıktılar.

Ülkemizde bir sermaye iktidarı var ve bunun en büyük savunucusu ise AKP. Sermayenin emek düşmanı politikalarının üzerini örtmek için “vesayet karşıtlığı”nı gündeme getirip, sermaye adına yeni türde bir vesayeti hayata geçirmek de ilginç bir şekilde AKP iktidarına nasip olmuş görünüyor.

AKP’nin vesayet karşıtlığının vardığı yerde ise Cumhuriyet’e karşı saltanatçılık, halkın kendisini yönetme iradesine karşı tek adam yönetimi, eşitliğe karşı sınırsız sömürü, emeğe karşı sermaye, işçiye karşı patron, özgürlüklere karşı baskılar ve yasaklar, laikliğe karşı siyasal İslamcılık ve dinselleşme var. Bugüne kadar sermaye sınıfı, FETÖ ve liberaller ile kol kola geldiler. Türkiye’de yeni bir rejimin inşasına imza attılar. Şimdi ise iktidarlarını korumak için yine yeni yeniden “vesayet karşıtlığına” sarılmaya ve kendi elleriyle tepemize çıkarttıkları FETÖ üzerinden darbe tehdidini gündeme getirmeye çalışıyorlar.

Evet, biz vesayete karşıyız. Sermayenin ve gericilerin siyasetteki ve devlet yönetimindeki vesayetine, emperyalizmin askeriyle, üsleriyle, dolarlarıyla, NATO’yla kurduğu vesayete ve liberallerin sol üzerindeki vesayetine sonuna kadar karşıyız ve mücadele ederiz.

(*) https://www.birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-251-252-mart-nisan-2010/2429/vesayet-rejiminin-sonu-ve-sonrasi/6406

(**) Ferhat Sarıkaya: FETÖ’cü Eski Cumhuriyet Savcısı

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’a dönük “tarihi eser kaçakçılığı” ve Şemdinli’de yaşanan bombalama olayı üzerinden çete kurma iddiasıyla dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’a dönük soruşturmayı yürüten Ferhat Sarıkaya 2006 yılında HSYK tarafından meslekten uzaklaştırılmıştı. 2010 referandumu sonrasında FETÖ’nün HSYK yönetimini ele geçirmesi sonrasında mesleğe dönüşü kabul edilen Sarıkaya 15 Temmuz sonrasında yaptığı açıklamalar ile gündeme gelmişti. Ankara’da görev yapan Sarıkaya, basına verdiği demeçlerde itiraflarda bulunarak, hem Şemdinli hem de Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi davalarında kullanıldığını söyledi. Basında çıkan haberler üzerine HSYK kendisini açığa aldı. 2018 yılı Kasım ayında meslekten ihraç edildi. Aynı yıl, FETÖ mensubu olmaktan tutuklanan Sarıkaya, ailesinin can güvenliği ve maddi sorunları nedeniyle Gülen Hareketi’nin dediklerini yapmak zorunda kaldığını beyan etmiştir. Meslekten ihraç edildiği dönemde de Gülen Hareketi mensupları tarafından para desteği aldığını belirtmiş, çocuklarının ise Gülen Hareketi’nin Güney Afrika’daki okullarında okuduğunu söylemiştir. Bu beyanatlarının yanı sıra, Şemdinli iddianamesine Yaşar Büyükanıt’ın ismini FETÖ’cü hakim ve polis müdürünün isteğiyle eklediğini ifade eden Sarıkaya, bunun Yaşar Büyükanıt’ın genelkurmay başkanı olmasının önüne geçilmesi ve diğer generallere gözdağı verilmesi için yapıldığını savunmuş ve bu itiraflarından sonra etkin pişmanlıktan yararlanmak istemiştir.

(***) Mithat Sancar: HDP Eş Genel Başkanı. 23 Şubat 2020’de yapılan Kongre ile göreve gelmiştir.