Amerikancı Demirkırat

Amerikancı Demirkırat

31-05-2020 08:36

Türkiye, ABD'nin SSCB'ye karşı ileri karakolu olma görevini kabul etmiş oluyordu. DP ise bu dönemde CHP'yi NATO'ya girememekle ve beceriksizlikle suçluyordu.

Yağız Pekru

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya biri SSCB’nin önderliğinde sosyalist blok ve diğeri ABD’nin önderliğinde emperyalist blok olarak ikiye ayrılmıştı. İnönü’nün cumhurbaşkanı olarak liderlik ettiği Türkiye bu süreçte diğer emperyalist kapitalist ülkeler gibi SSCB’nin Nazi haydutluğuyla diz çökmesini beklemiş; diğer ülkeler gibi ya sessiz kalmışlar ya da alttan alta destek olmuşlardı faşist rüzgara. Türkiye’de tam olarak bu nokta da Nazi Almanya’sına merminin ham maddesi olan krom sağlamış, SSCB sınırına asker yığmış SSCB’nin yıkılacağı günü beklemekteydi. Sovyetler Birliği verdiği “kutsal savaş”ın galibi olunca uluslararası ilişkiler dengesinde bazı paradigmaların değişeceği belliydi. Orak çekiçli bayrak Berlin’in kalbine dikilmiş Yugoslavya partizanlar tarafından kurtarılmış, Almanya, Bulgaristan ve Polonya nice ülke Kızıl Ordu tarafından Nazilerden özgürlüğüne kavuşmuşlardı. Avrupa’nın tam ortasına dikilen sosyalizm bayrağı tekil ulusal siyasetlerde görülen sınıfsal çelişkileri bir anda uluslararası siyasette yansımasını çok daha gözle görülür bir hale getirmişti.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi gittikçe sınıfsal açıdan netleşen uluslararası siyasette Türkiye’nin tarafı seçmesinin zamanı birkaç farklı açıdan gelmişti. Birincisi Türkiye Cumhuriyeti ilk yıllarında serbest piyasaya dayalı bir ekonomik model izlediyse de başarılı olamamış sonrasında devletçi ekonomiye dayalı bir modele geçiş yapılmıştır. Bu modelde denk bütçe modeliyle ilerlenirken kısmi olsa da sanayi açısından gözle görülür gelişmeler yaşanmıştır. Burada göz alınması gereken hususlardan birisi bu yatımların önemli bir kısmının Türkiye’nin o günlerde bu sanayi alt yapısını kuracak teknik beceriye sahip bir nüfusunun olmaması idi. Bu konuyu Sovyetlerin dostluğu ve sosyalist kuruluşun hızlıca genişlettiği insan kaynağından gelmekteydi. Tüm bu süreçlere rağmen tarihsel politik misyonunun Türkiye’yi sanayi ve teknolojiyle kalkındırması gereken beceriksiz Türkiye burjuvazisi kendi misyonunu gerçekleştirememiştir.

Safların dünya siyasetinin netleştiği bir dönemde bağımsızlıkçı bir hat çizen bu kalkınma modeli uyumsuz kalmış, burjuvazisinin sermaye biriktirme modeli gün geçtikçe ortaya çıkmıştı. Gereken model batılı emperyalist devletlerden destek ve borç alınmasında bulundu. 1939’larda bir anlaşmayla ve borçlanmayla ilk adımlarıyla başlayan süreç 1945 sonrasında Yunanistan’daki partizanları katledilebilmesi için yapılan bir yardıma ortak çıkmak gerekiyordu. Bunun için Türkiye’de Marko Paşa, Zincirli Hürriyet dergileri yakıldı, komünistlere karşı yürüyüşler gerçekleştirildi, Ankara’da matbaalar basıldı, üniversite hocaları darp edildi. Yani burjuvazinin söylediği şey kısaca Türkiye’de komünizm tehdidi vardı.

1946 seçimlerini tartışmalı bir biçimde kazanan CHP sonraki süreçte çoğu sınıf ve sosyal grubun desteğini yitirecekti. Açıkça söylemek gerekirse CHP’nin ekonomik söylemleri DP açısından neredeyse hiç farklı içeriklerde değildir. Bu dönemde CHP kendi içerisinde de bir yeniliğe gitmiş daha piyasacı bir döneme hazırlanmıştır. Fakat

Demokrat Parti, açık bir saldırıyla devletçiliğin sektörel örneklerle nasıl bize israf ettirdiğini sürekli vurgulamış hepsinin özel sektöre devrini savunmuştur. CHP burada bir farkla özel sektörü savunurken devlet teşebbüslerinin devrini dile getirmemiştir nitekim DP de bunu yapamayacaktır.

DP, bu tür liberal söylemlerin dışında Türkiye’nin demokratikleşme propagandasıyla aydınlar, burjuvalar, köylüler ve işçilerden destek alabilmişti. Nitekim DP, sonra da her sağ partinin yapacağı gibi bunların hiçbirini gerçekleştirmedi.

Seçime giderken Türkiye’deki yüksek enflasyon ve buna bağlı olarak Milli Koruma Kanunu’nun çıkması uygulanmasa da burjuvaziyi ürkütmüştü ve rüzgarı iyiden iyiye DP’ye çevirmişti.

DP’nin demokratikleşme konusundaki temel eleştirileri devlet radyosunda eşit bir propaganda hakkıydı. Bunu 1950 seçimlerine giderken elde edebilmiştir. Bir diğer konu ise açık oy gizli tasniftir. Bu konu 1950 seçimlerin halkın sandık sayımlarında gözlemci olarak kalmasını sağlamıştı.

Seçim bittiğinde %50 oy alan DP’nin sandalye sayısı 408 olurken %40 alan CHP’nin sandalye sayısı 69 kalacaktı. Bu kendinden emin kazanacağına inanan CHP’nin getirdiği seçim yasası sonucu yaşanıyordu.

DP’nin ilk yılları

1950-1954 yıllarını açımlamadan evvel Adnan Menderes’in Meclis’teki başbakan  olarak ilk konuşmasında güdecekleri politikayı dört madde olarak sıraladığı konuşmayı şuraya nakletmeliyim.

“1. Bütün devlet hizmetlerinin görülmesinde azami tasarruf zihniyetiyle hareket ederek devlet masraf ve külfetlerini asgariye indirmek ve devlet bütçelerini iktisadi bünye taktiğiyle mütenasip ve hakiki manasıyla muvazeneli bir hale getirmek. Ancak bu suretledir ki iktisadi bünye ferahlığa kavuşturulmuş ve yarının iktisadi refahı ve mali istikrarı teminat altına alınmış olacaktır.

2. İktisadi cihazlanmamızı süratlendirmek. Bu maksatla· ‘ A) Bütçede envestisman (yatırım) mahiyetinde olan kısmı, mümkün olduğu kadar genişletmek ve bunun dışındaki bütün imkanlarımızı da yalnız ve yalnız istihsale matuf mevzilere tevcih etmek; B) Hususi teşebbüsün kendini hukuki ve fiili emniyet altında hissetmesini sağlayacak bütün tedbirleri almak ve onun süratle gelişmesine yardım etmek, C) Memlekette mevcut sermayenin istihsale akmasını kolaylaştırmak, Ç) Yabancı teşebbüs sermaye ve tekniğinden geniş ölçüde faydalanabilmenin şartlarını tahakkuk ettirmek ve icaplarını yerine getirmek.

3. İktisadi cihazlarımız için devlet bütçesinden envestisman mahiyetinde ayrılacak tahsisatı memleketimizin tabii şartları göz önünde bulundurularak vücuda getirilecek bir plana bağlamak.

4. İstihsal hayatını devletin zararlı müdahalelerinden ve her çeşit bürokratik engellerden kurtarmak. “

Buradan da anlaşılacağı üzere DP iktidarın temel amacı Türkiye pazarının emperyalizmle entegrasyonunu sağlamak. Türkiye pazarını genişletmek ve daha fazla ticari ürün üretimi arttırmak olarak okunabilir. Bu sefer DP bu dediklerinin neredeyse tamamını bu dört yıl içinde gerçekleştirmiş oldu.

Bu yıllarda ABD emperyalizmiyle girilen ilişkiler sayesinde açılan kredi ve yardımlarla birlikte tarımda mekanizasyon artmış buna bağlı olarak tarımsal üretim tarım topraklarının genişlemesine bağlı olarak büyümüştür. Buradaki temel mesele 1945 yılında CHP iktidarında yasalaşan “Köylüyü Topraklandırma Kanunu” uygulanmıştır. Ne garip ki o dönem toprak ağası Adnan Menderes bu kanunun en azılı muhalifiydi. Mekanizasyon nedeniyle kiracı köylülere ihtiyaç kalmamış bu topraksız köylüler devlet hazinesinden topraklandırılmıştır. Buna bağlı olarak köyde iş gücüne olan ihtiyaç azalmıştır. Bu iş gücü fazlası ilk başta geçici iş gücü olarak şehirlere göç etmiş bu şehirlerin etrafında gecekondulaşma yaşanmaya başlanmıştır. Bu merkezler git gide yedek parçaları bulunmayan ithal malları ikame edecek hafif bir sanayi koluna dönüşmüş bu ithal ikameci mantık 1980’e kadar Türkiye’nin dışa bağımlılığı ve döviz krizlerinin ve siyasi bağımlılığın temeli olacaktı.

Yine bu dönem yabancı sermayenin girişi ve önceki CHP iktidarının savaş zamanı biriktirdiği yedek akçelerin bozdurulması yani genişlemeci bir yaklaşımla piyasa para bolluğu tatmıştır. Bu da uzun yıllar CHP’nin kıtlık, DP’nin ise bolluk demek olduğu akıllara kazıyacaktı.

Bu bolluk döneminde DP iktidarı altyapı yatırımlarına önem vermiş. ABD tavsiyesiyle karayolları yapılmış ve böyle Türkiye pazarı kendi içinde genişleme imkanı bulurken köylü de yalnızca tüketmek için değil iç ve dış pazara satabilmek için üretir olmuştu.

Nitekim 1957’lere doğru ithal ikameci bu model artık borcu borçla kapamak durumunu alınca DP için yöntemlerde değişmeye başlamış oldu. Milli Koruma Kanunu tekrardan gündeme gelmiş oldu.

NATO’ya Giriş

DP, ABD emperyalizmi ile ilişkiler konusunda CHP’nin programıyla pek de çelişki içerisine girmemiştir. CHP’nin ABD ile olan ilişki yukarıda anlatılırken DP iktidarı döneminde CHP’nin DP’ye ABD ile ilişkiler konusundaki eleştirileri ise ilginçtir. Türkiye, Kore’de sıkışan Amerikan askerlerini korumak için savaşa dahil edilirken CHP’nin eleştirisi bu konuya bunun bir savaş ilanı olduğu bundan dolayı meclisten geçmesi gerektiğini söylemiştir. Açık bir şekilde söylersek anayasaya aykırılık gereği. Ki bu söylem DP iktidarının sonun artık ciddiyet kazanacaktı.

Bu dönemde Türk Barışseverler Cemiyeti savaş karşıtı tek tutumu alarak doğruda duracaktı. DP’nin pek çok kez eleştirdiği kanunlarla şimdi Behice Boran’ları tutukluyor ve iktidarının sonuna dek neredeyse hiç bir sol unsurun ayakları üzerine doğrulmasına izin vermiyordu.

Kore Savaşı sonrası Türk askeri memlekete prangalarıyla “Silverstar” kahramanlık nişanlarıyla döneceklerdi. Çok geçmeden Yunanistan ve Türkiye NATO’ya davet edilecek ve üye olacaklardı. Böylece Türkiye, ABD’nin SSCB’ye karşı ileri karakolu olma görevini kabul etmiş oluyordu. DP ise bu dönemde CHP’yi NATO’ya girememekle ve beceriksizlikle suçluyordu.

DP’nin Dış Politikanın İç Politikaya Yansıması

Kore Savaşıyla birlikte tam boy Amerikan yanlısı olmayı karara vardıran DP hükümeti, dış politikanın iç politikaya yansıması anti komünizmde somutlamıştır. Toplumsal meşruiyeti açısından genel af ilan eden DP hükumeti Nazım Hikmet’i de serbest bırakmış oldu. Fakat içeri anti komünist cemaat öylesine havlıyordu ki yapılan toplantılara baskınlar, gazetelerin toplatılması sonucu sol nefes dahi alamaz haldeydi. Nazım’ın telefonlarının dinlenmesi de Sabahattin Ali’nin öldürülmesi de Nazım Hikmet için büyük bir tehlikenin yaklaştığının habercisiydi, İstanbul’dan Karadeniz’e açılarak Romanya’ya gitmek zorunda kaldı.

Türkiye’nin NATO üyeliği sürecinde nasıl Yunanistan’dan geri kalmaz bir durumda komünizm tehdidi altında olmasını göstermesi gerekiyordu. Bundan kaynaklı Sevim Tarı (Belli) Marsilya’ya gitmek üzereyken yakalanır ve bu süreç TKP kadrolarına sanki bir suçmuş gibi komünistlik suçlaması yapılır. TKP kadroları hapishanelerde işkence edilir. 1951 tevkifatı adını verdiğimiz süreçte Türkiye’nin anti-komünist siyaseti gittikçe politikası renk çalıyordu.

Sovyet Birliği’ne karşıt Balkanlarda denge arayan kapitalizm Yugoslavya’dan umduğunu bulamayınca Türkiye Yunanistan’la anlaşmış ve bu dönem için sanki bir devletiz gibi söylemlerde bulunmuşlardır. Evet anti komünizm ve Amerikancılık Venizelos ve Menderes’i birleştirmişti.

Eisenhower Doktrini sonra Menderes hükumeti, Suriye’nin SSCB’ye yakınlaşmasıyla birlikte Suriye sınırına asker yığmış ve NATO konferansında Orta Doğu’da komünizm tehdidine karşın ne yapılması gerektiğini anlatıyordu.

DP döneminde demokratikleşmeyen Türkiye

DP, 1950 seçimlerinde çok uzun bir dönem demokratikleşme yolunda atılacak adımları sayıyordu. Seçim sistemi, devlet radyosu, bürokrasi, sendikal haklar gibi konularda uzun tiratlar attı DP’liler. İstisnasız her sağ liberal parti gibi DP de piyasacı ekonomi vaadi dışında hiçbir demokratik açılımı yapmadı. Fakat bugün liberallerin dediği gibi iktidarın toksit bir yapısı olmasından ziyade burjuvazinin gericileşen yönünü görmemeleri onları karmaşık psikoanalizlere itse de açık olan Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarıydı. Bu yapı Türkiye ekonomisi dar boğaza girdikçe 1957’de erken seçime girdi. İktidarının son yıllarına doğru da “Vatan Cephesini” kurdurttu. Bu dönemin temel özelliği gazetelerin sansürden bem beyaz çıktığı, radyolarda DP propagandası ve Vatan Cephesine katılanların okunmasından dolayı “Radyo Dinlemeyenler Cemiyeti” dahi kurulmuştur. Bu dönem ilerledikçe DP içinden ayrılıklar baş gösterdi. Ayrılan milletvekilleri “Hürriyet Partisini” kurdular. CHP ile ittifak arayışında olan HP, DP’nin ittifak unsurunu seçimlerde tek listeden girmesini engellemesiyle HP CHP’ye katılmış oldu.

Aşağıdaki bildiriyi üç muhalefet partisi birlikte yayınlamıştır.

“1. Vatandaş hak ve hürriyetleri ile ilgili anayasa hükümlerinin daha sarih ve teminatlı bir hale getirilmesi suretiyle bu hak ve hürriyetlerin hususi kanunlarla zedelenmesinin önlenmesi.

2. Anayasaya aykırı mevzuatın çıkmasına ve tatbik edilmesine mani olmak üzere siyasi kuvvetlerin dışında kalacak bir Anayasa Mahkemesi’nin kurulması.

3. Mahkeme istiklali ve hakim teminatının bir anayasa müessesesi haline getirilmesi suretiyle muhkem esaslara bağlanması.

4. İki meclis sisteminin kabulü ile teşrii faaliyetin muvazene unsuruna kavuşturulması.

5. Teşrii kuvvetin icra kuvveti üzerindeki murakabesinin tecrübelerin gösterdiği bir selamet hududu içinde gereği gibi işlemesini sağlayacak değişikliklerin yapılması.”

Yukarıdaki maddelerden anlaşıldığı üzere artık Türkiye kapitalizminin acil ihtiyaçları gözle görülür hale gelmiştir. 27 Mayıs darbesiyle görüleceği üzere yapılan yeni anayasanın bu basamaklar üzerine kurulması önemlidir. Milli Birlik Komitesi’nin anayasa yapımını Sıddık Sami Onar, Tarık Zafer Tuna’ya gibi isimlere verilmesinden kaynaklı bu siyasal atmosferin etkisiyle yapıldığı söylenebilir. Fakat yalnızca bu etkiyi görmek mübalağa olurdu.