Açlık, yoksulluk ve Saray

Açlık, yoksulluk ve Saray

09-08-2020 07:23

Yoksullaşan halk açlık ile mücadele ederken sarayın giderleri sürekli artmaktaydı. Halka sırtını dönen saray, 1865 yılında, bu yıldaki toplam gelirinin 2,5 katı kadar borçlanmıştı.

Yüksel Yukarı

Memleketin jeopolitik konumunun önemliliği ilkokul çağında öğrencilere öğretilir. Bu yalnızca güncel olarak değil tarihsel olarak da unutulmaması gerekilen bir bilgidir. Anadolu’nun Asya ve Avrupa kıtalarını bağlayan bir köprü niteliği taşıması Osmanlı döneminde de bir avantaj olarak özellikle iktisadi anlamda kendini gösteriyordu. Bu jeopolitik konum özellikle transit ticaret bölgesi olmakta büyük yarar sağlamıştır. Ticaret ise bir malı mümkün olduğu kadar ucuza mal edip mümkün olduğu kadar pahalıya satmaktır. Burada Osmanlı’nın kazandığı ise kendi toprağında dönen ticaretten vergi alıyor olmasıydı. Ticaretten alınan vergiye ise “bac” adı verilmekteydi. Osmanlı ekonomisi genel olarak vergiler eliyle yürümekteydi. Toplumun her kesimini kapsayacak olan vergi çeşitleri vardı. Müslüman bekar, Müslüman evli, yetişkinliğe ulaşmış gayrimüslim, domuz besleyen, toprağını eken veya ekmeyen, gayrimüslim olduğu için askere alınmadığından dolayı vergi alınan gibi birçok vergi çeşidi mevcuttu. Bunun yanında fethedilen topraklardaki zenginlikler de gelir sayılıyor. Örneğin Fatih’in İstanbul’u fethetmesinden sonra Bizans’ın tüm zenginliğine el konulmuştur. Bu tabii ki de döneme göre normal sayılmalıdır.

Coğrafi keşifler sonrası karadaki ticaret yollarının önemini yitirmesiyle birlikte Osmanlı’da ekonomik çöküş başladı. Yalnızca buralardan alınan vergilerin azalması nedeniyle değil, keşifler sonucu bollaşan gümüş, Osmanlı akçesinin değerini her geçen gün düşürmekteydi. Döneminde değerli madenlerden yapılan paraların büyüklüğü ve kalınlığı devletin gücünü göstermekteydi. 16. Yüzyılda ise Osmanlı Akçe’si hem ince hem de eski akçenin dörde bölünmüş halindeydi. Bu tablo Osmanlı’nın ekonomik olarak tükenmişliğinin göstergesiydi ve akçe değerinin düşmesi Osmanlı topraklarında yaşayan halkın alım gücünü düşürmekteydi. Yalnızca coğrafi keşifler değil, Osmanlı’nın bir önemli gelir kapısı olan toprak ise 1699 yılında yapılan Karlofça anlaşması ile resmen kapandı. Gerileme döneminin etkisi ve büyük toprak kayıpları ile karşı karşıya kalan Osmanlı, çareyi vergileri arttırmakta buldu.

Yoksullaşan halk açlık ile mücadele ederken sarayın giderleri sürekli artmaktaydı. Halka sırtını dönen saray, 1865 yılında, bu yıldaki toplam gelirinin 2,5 katı kadar borçlanmıştı. Açlıktan dolayı oluşan ölümlerin büyüklüğünü anlamak için Türk Ziraat Tarihine Bakış isimli kitaba bakabiliriz. Kitapta yazılana göre, Ankara’nın Keskin kazasında yaşayan 52000 kişiden 20000 kişi açlıktan ölüyor ve 7000 kişi yer değiştiriyor. Ancak bu ölümler sarayın pek gündemine girmiyor olacak ki lüks yaşantı devam ediyordu. Dolayısıyla 17. Yüzyılda Osmanlı bütçe açığı vermeye başlıyor. Bütçe açıkları ile toprak kayıpları zamanla artıyor. Bu dönemde de vergi oranları arttırılıyor. Sadece savaş dönemi alınan imdadiye vergisi gibi olağanüstü dönemlerde alınan vergiler sürekli alınmaya başlanıyor. Artık para basacak kadar madeni olmayan Osmanlı, halkın elindeki altın ve gümüş eşyaları devlete satmaya mecbur kılıyor ve Şeyhülislam tam da bu dönem “altın ve gümüş eşya kullanmak haramdır” diye fetva veriyor. Yine de dış borçlarını kapatmakta zorluk çeken Osmanlı, özellikle bugünlerde çokça övülen 2. Abdülhamid önderliğinde Düyun-u Umumiye kurumunu açtı. Burada Osmanlı’nın en çok borcu olduğu İngiltere ve Fransa tarafından kontrol ediliyordu. Ancak yetkili ülkeler; İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Avusturya-Macaristan olarak sıralanıyordu. İktisadi bağımsızlığını kendi elleriyle teslim eden Osmanlı, neredeyse tek gelir kalemi olan vergilerin kontrolünü bu kuruma bırakmıştı.

Bebek sanayileri koruma yasası ile sanayisini devletçilik ile büyüten batı ülkeleri (İngiltere vb.) Osmanlı’dan aldığı ticari hakları geliştiriyor ve Osmanlı pazarını İngiliz malları ile dolduruyordu. Üstelik yerli tüccardan alınan %8 vergi dönemin İngiliz tüccarları için muaf tutuluyordu. Özellikle İngiltere açısından tekstil ön plana çıkıyordu. İngiliz tekstili 19. Yüzyılda dünyada Hint tekstilinin önüne geçiyordu. 19. Yüzyılın başında tekstilde kendi kendine yeten Osmanlı ise bir yüzyıl sonra %80-90 oranında ithal mal kullanıyordu (Boratav, 2009). Bu oranlar çağdaş bir Osmanlı sanayi fikriyatından uzak olunduğunun göstergesiydi. Ekonomideki tek olumsuzluk sanayide geri kalmışlık olmamakla birlikte asıl sorun dış borçlardı. Modern Türkiye isimli kitabında Eliot Grinnell Mears dış borç hakkında “Yabancı sermayenin etki alanının Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha geniş olduğu bağımsız bir devlet herhalde yoktur. Bu miras, sadece ekonomik girişimleri ilgilendirmekle kalmaz, Türkiye’nin politik ve toplumsal hayatının tümüne etkilerini yayar… Eski Osmanlı İmparatorluğu, şaşılacak derecede dış mali çıkarlara ipotek edilmiş durumda idi.” diyordu.

19. Yüzyıl saray mutfağına baktığımızda tüm bu sorunlardan sarayın kendini ne kadar uzak tuttuğunu görebiliriz. Mutfaktaki malzemeler padişahların lüzumsuz harcamaları ile dolu. Özellikle fındık, badem, çam fıstığı, şam fıstığı, üç farklı çeşit üzüm, razzaki… Bolca kullanılan bu malzemeler borça yürüyen bir ülke için oldukça iddialı. Özellikle bir meyvenin üç farklı çeşidini yemek büyük bir lüks. Bunun yanında ananas, kivi gibi egzotik meyveler de Osmanlı mutfağında yerini almaktaydı. Özellikle kıtlık döneminde halkın yedikleri ise 12 Mayıs 1874’te Ankara Basiret Gazetesi’ne gönderilen bir mektupta şöyle yazıyordu: “24 saatte bir defa arpa unundan bir bulamaç içiyoruz. Bu da bitmek üzere… Öküz ve diğer hayvanların hepsi telef oldu. Çoluk çocukların ekmek diye feryat etmelerine tahammül etmek mümkün değil.”. Burada anlaşıldığı üzere Osmanlı gelir eşitsizliği en yüksek düzeyde. Bu gelir eşitsizliğini düzenlemek için yapılan hiçbir adım yok. Sürekli para basmak için çırpınan 500 yıllık devlet aklı nedense mutfağından ve lüks yaşamından kısmıyordu.

Günümüzde sıkça gücü ile gündeme gelen Osmanlı, cumhuriyete açlık, kıtlık, finansal kriz, borç yükü miras bırakmıştır. Sovyetler Birliği’nin ülkemizde karşılıksız kurduğu fabrikalar ile genç cumhuriyet mümkün olandan fazlaca kalkınmış, yine Sovyetler Birliği’nin mühendisleri sayesinde nitelikli eleman ihtiyacını karşılanmıştır. Günümüzde ise SSCB dağılmış, 2. Cumhuriyet yerini hazırlamış, fabrikalar peşkeş çekilmiş, nitelikli iş gücü yurt dışına kaçmıştır. Gündemimiz ise hala Osmanlı saray mutfağındaki üzümler gibi: Ejder meyveli smoothie.