1961 Anayasası üzerine notlar: “İşçi sınıfının sahip çıktığı bir anayasa”

1961 Anayasası üzerine notlar: “İşçi sınıfının sahip çıktığı bir anayasa”

31-05-2020 08:39

Kuşkusuz 1961 Anayasası sosyalist bir anayasa değildir, ancak “sosyal devlet”i anayasal statüye kavuşturan bir anayasadır. Elbette ki bu anayasa da burjuva toplumunun bütün anayasaları gibi mülkiyeti garanti altına almıştır ama bu garantinin hemen altına “mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz” şeklinde bir şerh düşülmüş olduğunu bilmek enteresandır.

Fatih Yaşlı

Türkiye sinemasının “sınıf” temalı ilk filmi olduğunu söyleyebileceğimiz ve senaryosunu Vedat Türkali’nin yazdığı, yönetmenliğini ise Ertem Göreç’in yaptığı 1964 tarihli “Karanlıkta Uyananlar”ın afişinde filmden bir sahne görürüz. Afişte ön planda bir kadın işçinin gülümseyen fotoğrafı yer alırken, arkada ise işçiler tarafından taşınan iki döviz göze çarpar. Dövizlerden birinde “Emeksiz Kalkınma Olamaz” yazarken, diğerinde ise “Türk İşçisi Anayasanın Bekçisidir” yazmaktadır ve her iki döviz de “zamanın ruhunu” anlamak açısından bize muazzam ipuçları vermektedir.

Bunun nihayetinde bir film sahnesi olduğu ve buradan yola çıkarak birtakım analizlere girişmenin yanlış olduğu iddia edilebilir ama örneğin filmden altı yıl sonra yaşanan ve Türkiye tarihinin en büyük işçi kalkışmalarından biri olan 15-16 Haziran eylemlerinde işçilerin taşıdığı dövizlerde “27 Mayıs Anayasası’nın Sahibi Biziz” yazması, meselenin bir film karesinden ibaret olmadığını göstermesi açısından önemlidir.

Sahiden de 1960’lar Türkiye’sinin bir “anayasal dönem” olduğunu söyleyebiliriz. Hem bu döneme karakteristiğini 1961 Anayasası’nın, ya da aynı anlama gelmek üzere 27 Mayıs Anayasası’nın vermiş olması hem de dönemin bütün politik aktörlerinin konumlanışlarını bu anayasaya göre belirlemesi, politik faaliyetin kurucu unsurunu anayasanın yorumlanmasının oluşturması, siyasetin meşruiyetinin anayasa üzerinden tesis edilmesi anlamında bir “anayasal dönem”dir söz konusu olan.

Tam da bu nedenle, ne filmde ne de 15-16 Haziran’da işçilerin anayasayı sahiplenmeleri ve dahası anayasayı kendilerine dayanak olarak görmeleri şaşırtıcı değildir. Başta “grev ve toplu sözleşme hakkı” olmak üzere, 1961 Anayasası’nın sadece siyasal hak ve özgürlükleri değil sosyal hakları da garanti altına alan ve kalkınmayı, sosyal adaleti ve planlamayı devletin görevleri arasında sayan karakteri, Türkiye işçi sınıfının bir aktör olmasının önünü açmış, Türkiye işçi sınıfı da bir sınıf olarak kendini inşa ederken bu anayasaya yaslanmış, “anayasanın sahipliği” gibi büyük ve önemli bir iddianın taşıyıcısı olmuştur.

Anayasanın ruhu, zamanın ruhu

1961 Anayasası’nın ruhunu anlayabilmemizin yolu, Türkiye’nin dışına çıkıp “zamanın ruhu”na bakmamızı gerektiriyor. Tekrar “Karanlıkta Uyananlar” filminin afişine dönecek olursak, “Emeksiz Kalkınma Olmaz” dövizinin o işçi tarafından tesadüfen taşınmadığını söyleyebiliriz; çünkü dönemin sihirli sözcüğü “kalkınma”dır.

Sömürge imparatorluklarının dağıldığı, ulusal kurtuluş hareketlerinin başarıya ulaştığı, Bağlantısızlar Hareketi ve Üçüncü Dünyacılık üzerinden anti-emperyalizmin büyük bir itibara kavuştuğu, devletin ekonomiye müdahalesinin ve sosyal adaleti tesis edici bir rol üstlenmesinin iktisat politikalarının temeline yerleştiği bir dönemde, azgelişmiş ülkelerin hızlı bir şekilde ilerleyip kalkınabileceğine ve böylelikle ekonomik bağımsızlıklarına kavuşabileceklerine yönelik inanç kesin bir kanaate dönüşmüş, kalkınmacılık küresel bir olgu haline gelmiştir.

İşin ilginç yanı Soğuk Savaş konjonktüründe hem ABD hem de SSCB, farklı saiklerle de olsa kalkınmacılığı destekler bir pozisyondadır. ABD ve onun kurduğu dünya düzeninin uluslararası kurumları olan IMF ve Dünya Bankası, kalkınmayı azgelişmiş ülkelerin ve toplumların yüzlerini sosyalizme dönmelerini engellemenin önündeki bir araç olarak görmektedirler; çünkü kalkınma ile birlikte sağlanacak refah artışı ve gelir dağılımı adaletinin sosyalizm için bir bariyer anlamına geleceğine inanmaktadırlar. Sovyetler ise kalkınmanın “kapitalist olmayan bir model” üzerine yerleştirilebileceğini ve böylelikle emperyalist bağımlılık ilişkilerinden kurtulan azgelişmiş ülkelerin bu hattı izleyerek sosyalizme geçebileceğini düşünmekte, bu yüzden kalkınmacı politikaları desteklemektedir.

İşte 27 Mayıs’a damgasını da sözünü ettiğimiz sihirli sözcüğün, yani “kalkınma”nın damgasını vurduğunu, 27 Mayıs’ın ekonomi politikalarını kalkınmacılığın ve onun çıktıları olan sosyal adalet, planlı ekonomi vb.nin belirlediğini, bunun da 1961 Anayasası’na ruhunu verdiğini söyleyebiliriz.

Kuşkusuz 1961 Anayasası sosyalist bir anayasa değildir, ancak “sosyal devlet”i anayasal statüye kavuşturan bir anayasadır. Elbette ki bu anayasa da burjuva toplumunun bütün anayasaları gibi mülkiyeti garanti altına almıştır ama bu garantinin hemen altına “mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz” şeklinde bir şerh düşülmüş olduğunu bilmek enteresandır. Aynı şekilde “özel teşebbüsler kurmak serbesttir” şeklindeki ifadenin hemen ardından “devlet özel teşebbüslerin millî iktisadın gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır” cümlesi gelmektedir.

“İktisadi ve Sosyal Hayatın Düzeni” başlıklı kısımda bu düzenin “adalete, tam çalışma esasına ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması amacına göre” tesis edileceği söylenmekte, “iktisadî, sosyal ve kültürel kalkınmayı demokratik yollarla gerçekleştirmek; bu maksatla, millî tasarrufu artırmak, yatırımları toplum yararının gerektirdiği önceliklere yöneltmek ve kalkınma planlarını yapmak” ise devletin görevleri arasında sayılmaktadır.

Metnin devamında ilk kez sendika kurma hakkı anayasal bir hak olarak tanınır ve şöyle denir:  “Çalışanlar ve işçiler izin almaksızın, sendikalar ve sendika birlikleri kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten ayrılma hakkına sahiptirler.” Aynı şekilde yine ilk kez toplu sözleşme hakkı 1961 Anayasası ile birlikte anayasal garanti alınacaktır: “İşçiler, işverenlerle olan münasebetlerinde, iktisadî ve sosyal durumlarını korumak veya düzeltmek amacıyla toplu sözleşme ve grev haklarına sahiptirler. Grev hakkının kullanılması ve istisnaları ve işverenlerin hakları kanunla düzenlenir.”

Aynı şekilde herkesin sosyal güvenlik çatısı altına alınacağı, herkesin sağlıklı bir şekilde yaşayabilmesinin ve eğitim öğretim ihtiyaçlarının karşılanmasının devletin görevi olduğu, “yoksul veya dar gelirli ailelerin sağlık şartlarına uygun konut ihtiyaçları”nın da yine devlet tarafından karşılanacağı anayasadaki yerini almıştır.

Anayasa, sol, sağ

1961 Anayasası’nın bu kalkınmacı, sosyal adaletçi ve planlamacı karakteristiği, 1960’lar Türkiye’sinde işçi sınıfının siyasi bir aktör haline gelişinin anayasal, hukuki ve siyasi zeminini oluşturmuş, 1950’lerden beri biriktirdiği deneyimlerin üzerine 1960’ların başında yeni deneyimler ekleyen Türkiye işçi sınıfı, Saraçhane Mitingi’nden Kavel Direnişi’ne uzanan bir süreçte yürüttüğü eylemliliklerle önce grev ve toplu sözleşme hakkını elde etmiş, ardından da giderek politize ve militan bir karaktere bürünmüştür.

Üstelik sadece işçi sınıfı değil, sınıf siyaseti yapan aktörler de, yani TİP’ten THKO ve THKP-C’ye uzanan bir yelpazede yer alan Türkiye solunun farklı unsurları da politikalarını ve icraatlarını 27 Mayıs Anayasası’na referansla meşrulaştırmaya, onun üzerinden savunmaya çalışmışlar, buna dayanan bir siyasal strateji kurmuşlardır. Sol kendine meşru bir zemin, yaslanacağı bir dayanak aramış ve bunu 1961 Anayasası’nda, yani siyasal ve hukuki düzenin temel metninde, kurucu belgesinde bulmuştur. Dolayısıyla anayasa sınıf mücadelesinin gerçekleştiği, güç ilişkilerinin somutlaştığı, üzerine politik mücadelenin verildiği alanların en önemlilerinden biri olmuştur.

Tam da bu nedenle Türkiye sermaye sınıfının ve Türk sağının 27 Mayıs Anayasası’na yönelik husumeti nedensiz değildir. Koç’tan Demirel’e düzenin bütün aktörleri, özellikle 1965’ten sonra 1961 Anayasası ile kavga etmiş, hem sermaye sınıfı hem de Türk sağı, işçilerin anayasanın hakiki sahipleri olduklarını görmüş ve onların sahip olmayacakları yeni bir anayasanın ve aktörü olamayacakları anayasal bir düzenin inşasına girişmişlerdir. Bu nedenledir ki, 27 Mayıs Anayasası’nın birçok maddesi sola ve işçi sınıfına karşı yapılan 12 Mart darbesi sonrası hükümsüz kılınmış, 12 Mart’ın yarım bıraktığı işi tamamlama görevini üstlenen 12 Eylül darbesiyle birlikte ise 27 Mayıs Anayasası bir bütün olarak ilga edilmiştir.

Bugün Türkiye solunun da işçi hareketinin de yaslanabileceği bir anayasa yoktur, hatta bugün Türkiye’de bir anayasa ve kavramın bilindik anlamıyla bir “anayasal düzen” yoktur. Rejim, kendini “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”yle anayasal bir statüye kavuşturmuş olmakla birlikte, hem anayasayı hem anayasal düzeni fiilen askıya almış durumdadır ve yerine yenisini koymayı da başaramamaktadır. Hem bu “de facto” durum hem de rejimin yıkmada başarılı olduğu kadar yenisini kurmadaki başarısızlığı, sol açısından siyasal denklemin bir parçası ve izlenecek siyasal stratejinin belirleyici faktörlerinden biri olarak görülmeli, böyle değerlendirilmelidir.