Piramitleşen kapitalizm ve şiddet devleti

Kapitalizmde sermaye her zaman her türlü habasetin daima devlet görüntüsünde yapmıştır. Hatta dikkat edersek görürüz ki, lafların arasında sıkça sermaye dahi kullanılmamakta, ya sistem olarak kapitalizm ya da daima ortada gözüken devlet aygıtı suçlanmaktadır. Sanki sermaye olmadan kapitalizm denen bir sistem olabilir, sanki sermaye istemeden devlet böylesi vahşi davranabilir!

Rahmetli dostumuz Nail Satılgan bir röportajında, neoliberalizmin neleri değiştireceği vs gibi bir soru ile karşılaştığında, her zamanki hoş ve zarif edasıyla, neoliberalizm diye özel yeni bir şey yok, neoliberalizm dediğimiz olgu kapitalizmin bu dönemdeki aşamasıdır, diye adeta hiddetini de perdeleyerek kibarca yanıt verdiğini okumuş idim. Bu yazıyı yazarken Nail’in tavrı beni pek etkiledi. Şöyle ki, kapitalizmde sermaye her zaman her türlü habasetin daima devlet görüntüsünde yapmıştır. Hatta dikkat edersek görürüz ki, lafların arasında sıkça sermaye dahi kullanılmamakta, ya sistem olarak kapitalizm ya da daima ortada gözüken devlet aygıtı suçlanmaktadır. Sanki sermaye olmadan kapitalizm denen bir sistem olabilir, sanki sermaye istemeden devlet böylesi vahşi davranabilir! Kölelik ya da feodalitede de devlet vahşi değil mi idi? Evet de, neyi adına vahşi idi? Tüm mülkün sahibi olan ağa veya feodal bey zaten dönemin sermaye sahibi, aynı zamanda da günümüzün devlet erkini kullanan yetkili merci, yani devlet değil mi idi.

Bu meseleyi bir nebze de olsa netleştirdikten sonra, şimdi gelelim “piramitleşme” kavramına. Ne demektir piramitleşme; daha doğrusu şu anda ortaya koyduğum bu kavramı ne anlamda kullanıyorum meselesine gelelim ve bu kavramı kullanarak neyi anlatmaya çalıştığımı kısaca sizlerle tartışmaya başlayalım. Önce yürüyüşümüzü netleştirmek için şöyle bir soru soralım: Niceliksel ölçümü şimdilik bir tarafa bırakarak diyebiliriz ki, ABD’nin ulusal geliri ya da fert başına geliri gerçekten çok yüksek. Aynı şekilde Avrupa ülkelerinin gelirleri de çok yüksek. Türkiye’nin yaklaşık dörtte biri kadar olan hatta daha küçük kuzey ülkelerinin ulusal gelirleri Türkiye’nin ulusal gelirinin bir kaç katı. Bu meseleyi “an”lık olgu şeklinde algılayıp, kısaca açıkladıktan sonra, asıl kafamdaki konu olan “an”lık görüntünün tarihsel oluşum sürecini kısaca açmaktır. Bu konunun açılımını kolaylaştırmak içinde şöyle bir soru soralım: İstanbul’dan dahi ufak olan Hollanda nasıl bu durumlara gelmiş acaba? Keza, dünyanın en zengin ülkesi ABD nasıl bu durumlara gelmiş? Hemen anlarız ki, bir defa ekonomik büyüme sorunu salt ülkesel sorun ya da görüntü olarak algılanamaz, öylece değerlendirilemez; ikincisi, eğer birinci koşul geçerli ise, bu durumda ulusal gelir ölçüm yöntemi ve elde edilen rakamlar bize anlık bir fotoğraf vermekte, fakat aynen sosyal-resim çekenlerin yaptığı gibi, oluşumun geri planını yansıtmamaktadır.

Peki, yanlış nerededir, diye sorunun derinine inmeye çalıştığımızda piramit olgusu ile karşılaşmaktayız. Piramitleş(tir)me olgusu birlikte ya da ayrı ayrı olarak yatay ve dikey ölçekte, hem ulusal hem de uluslararası ölçekte çalışır. Yavaş yavaş sis perdesi kalkmakta ve önce sömürgecilik, günümüzde ise finansal emperyalizm derhal gözümüzde belirmektedir. Kolayından başlarsak, günümüzün gelişmiş çoğu ekonomisini Afrika’nın durumu ile ele aldığımızda aynı ulusal gelir rakamına ulaşamayacağımız aşikârdır. Bu savı, sömürü yapılmıştır, ancak ondan sonra da bizzat ülke halklarının gayret ve çabalarının katkısı sömürüyü fersah fersah aşmıştır gibi söylemlerle geçiştiremeyiz. Çünkü bir kere kaynaklar çekilip, sömürge halkları perişan ve yoksul bırakılırken, hatta aşağılanıp, eğitim vb gibi bazı sosyal hizmetlerden mahrum bırakılırken, sosyal çevre çökertilirken bu insanlardan olağanüstü çaba beklenemez; buna karşın, kaynakları zorla ele geçiren ülkelerde de bu durumun tam tersi yaşanırken o ülkelerde yaşananları da olağan koşullar olarak görmeyiz. İşte bu durum, adeta piramidin altından çekilen maddi ve kısmen beşeri kaynaklar piramidin üst katmanlarının yakıtı olarak kullanılmasına, refahın alt-bölgeler aleyhine üst bölgelerde yaşanmasına neden olur. Kısacası, bu süreçte kapitalizm bir ülkeyi refaha kavuştururken sömürülen ülkeyi yıkıma uğratmakta; yani, adeta daha adil koşullarda dikdörtgen ya da kare prizma şeklinde olabilecek modeli, potansiyel refahı alt katmanlardan üst katmanlara aktararak, adaletsiz dağıtım piramidine çevirmektedir.

Sömürgeleştirme politikaları askeri operasyonla yürütüldüğü içindir ki, anlaşılabilirdi. Peki, günümüzün, içeriğinde hiç kapitalizm ya da sermaye sözcüğü dahi olmadan sürdürülen, şık görüntülü finanslaşma ve küreselleşmeyi, yani Nail hocanın çok şık verdiği yanıtta olduğu üzere, kapitalizmin bu yüzünü nereye koyacağız? Bir kere, sistemde kalarak, bunlara karşı koyabiliyor muyuz; ikincisi, nasıl oluyor da, tüm geleceğimizi karartan böylesi süreçleri aktif politika olarak devreye alan politikacıları oylarımızla destekliyoruz, hatta fevkalade haysiyet kırıcı olarak, onlara tanrı gibi tapıyoruz! Piramitleş(tir)menin günümüzde ulaştığı son merhale neoliberalizm ve içinde barındırdığı küreselleşme ve finansallaşmadır. Neoliberalizmin uygulama programı, devleti de dışlayacak şekilde, “piyasa” dır. Bu sistemde kamu yararı doğrultusunda bazı sosyo-ekonomik hedeflerin güdüldüğü sisteme telokrasi; buna karşın, sosyo-ekonomik hedefler saptanmadan sadece genel davranış kurallarının koyulup, herkesin serbest davranışına olanak sağlayan yönetim biçiminde sadece piyasa kuralları ile gerçekleştirilen yürüyüşe ise nomokrasi adını verir. Nomokrasi politikasında, örneğin tam istihdam ya da fiyat istikrarı veya enflâsyonun denetlenmesi gibi bir hedef yoktur. Bundan dolayıdır ki, neo-liberalizmin yükselişi ile gelişme ya da kalkınma ekonomisi programlardan çıkarıldı, gelişmekte olan ekonomiler “gelişen piyasalar” olarak nitelendirilmeye başlandı ve kamu ekonomisi alanında müstakil “Maliye Politikası” konusu kaldırıldı, vs.. Nomokrasi kuralında toplumun ve ekonominin geleceği, hiçbir kurakla bağlı olmadan salt piyasa yönlendirmesi ile şekillenmeye bırakılır.

Kaynakların geri ekonomilerden ileri ekonomilere akışı üretim faktörlerinin verimlilik farkına bağlı olarak gerçekleşir. Faktör verimlilik alanı faktör çekişi yapar, fakat verimliliğin getirisi faktör mülkiyetine ve “ikamet esasına” göre tahakkuk eder. Şu demektir ki, finansal araçlar birer üretim faktörleridir. Finansal araçlar faizlerin yüksek olduğu bölgeye –örneğin, Türkiye’ye- kayar, faiz getirisi finansal araç sahibinin ikamet esasına göre, yani bağlı olduğu ülkeye göre tahakkuk eder. Kısacası, Finansal kaynak bir ülkeye gelir, faiz geliri sağlar ve ülkesine döner. Finansal kaynak geldiği ülkede faiz yükünü aşan getiri sağlayan ciddi reel yatırımda kullanılmışsa o ülkeye de katkı yapmıştır denebilir. Ancak, sadece tüketimde ya da borç ödemede kullanılmışsa o durumda ülke ekonomisine hiçbir katkı yapmamış, hatta olumsuz etki yaparak, faiz alıp çıkmış olur. Ancak, ikinci durumda da ülkeye gelen kaynak bir an için de olsa bir refah görüntüsü oluşturabilir. Örneğin, AKP bu politikadan çok yararlanmıştır. Buna karşın, reel yatırımlar da bir ülkeye gelebilir. Örneğin, Japonya Türkiye’de çok yataklı bir acil yardım hastanesi yapmıştır. Geçen günlerde açılan hastane. Bu hastanenin yapım bedelini uzun vadede halkımız ödeyecektir. Hatta ödeme bittiğinde belki de hastane de miadını bitirmiş olacaktır. Böyle bir yatırım anlamlı mıdır? Her koşulda farklı değerleme yapılabilir, ancak hastane konusu çok özeldir, şöyle ki, özellikle günümüzün teknolojileri bağlamında hastanelerin çoğu görüntüleme ya da sair araç ve aletleri yabancı kaynaklıdır. Bir hasta muayenesi, tanı koyulması, ameliyatı vs aşamalarında maliyetin yüzde kaçı alet ve teçhizat katkısından, yüzde kaçı doktor emeğinden gelir? Başlangıç maliyetinin amortismanına tanı ve tedavide kullanılan alet maliyetlerini koyduğumuzda, hastadan tahsil edilen bedelin yüzde kaçı ülkede üretilmiş katma değere –doktor, hemşire hizmeti-  yüzde kaçı yabancı kaynaklı alet ve teçhizata gitmiştir diye sorgulamamız gerekir. Orana bağlı olarak bu konuya da rahatlıkla “montaj sistemli sağlık hizmeti” ya da, geçmişte yurt dışına hasta gönderirken bugün içeride yapıyor olabileceğimizden, “ithal ikameci sağlık sistemi” adı verebiliriz. Mesele, yurt dışı üretim kaynaklarına aktarım payını düşürmek ve yurt içi katma değeri yükseltmektir. Hatta yurt içi katma değeri yükseltmenin yanında, teknoloji yoğun ürün ihraç oranını yükseltmektir.

Bunların hepsi güzel de, üretimleri, öncelikle eğitimi ve üretim aşamasında da piyasa koşullarını güdeme taşır. Konuyu daha fazla uzatmadan şimdilik burada kesebilmek için şu kadarını söyleyebilirim ki, hem eğitim hem de üretim organizasyonunda gelir dağılımı sorununun oluşturduğu adaletsizlik, hiç fark edilmeden, ülke kalkınıyor görüntüsünde ülke içi piramitleşme oluşturarak, ulusal gelirin ve fert başına gelirin her yükselişinde fakirleşme de paralel olarak artabilir. Hatta pandemi sonrası az da olsa ulusal gelirde pozitif gelişme olduğu ilan edilebilir ve bunda bir yanlışlık ya da politik oyun da olmayabilir. İşte bu durum piramitleşmenin hangi kesitinin nasıl ölçüldüğü ile ilgili değerdir.