Osmanlı'da katliamlar

Osmanlı'da katliamlar

09-08-2020 07:26

Korku, zulüm, sömürü üzerine kurulan her iktidar gibi, Osmanlı da yerini ilerici bir harekete, devrim hareketine bırakmak zorundaydı.

Güneş Doğan

Dünden bugüne Osmanlı bizlere gücüyle, istikrarıyla ve emperyalist işgallere kadar (hatta biraz daha çarpıtıp abartarak bu işgaller sırasında bile) halkını refah içinde yaşatmasıyla anlatılagelmiştir. Bu yazıda irdelemeye çalıştığımız ise, bunun gerçeklikle ne kadar örtüştüğü olacaktır. Yaklaşık altı yüz senelik bir varlık gösteren Osmanlı, bu sürenin neredeyse tamamında birçok isyanla, istikrarsızlıkla, sömürü ve zulümle ismini tarihe yazmıştır. Hepsine değinemeyecek olsak bile, hâkim sınıfın ideolojisinden ve bunun ürünü olan tarih yazımından birkaç adım uzaklaşmak niyetindeyiz.

Halk isyanları ve bunlara yönelik müdahaleleri ele alırken başlangıç çizgisini devletin formuna kavuştuğu dönemlerden doğru ele almak, birçok açıdan faydalı olacaktır. Siyasi ve idari yapılanmalar, paralel olarak toplumsal yapının da dönüşümüne sebep olmuştur. Nihayetinde devlete karşı oluşan örgütlenmelerin daha iyi incelenebileceği bir zemin, bu sürecin bir sonucudur. Bu bilgiler ışığında dahil ettiğimiz olaylar, umarız ki, Osmanlı’nın toplumsal dinamikleri açısından aydınlatıcı bir yön taşıyacaktır.

Bedreddin Hareketi

Şeyh Bedreddin’e değinmeye, Babinger’in şu ifadesiyle başlamak yerinde olacaktır: “İnsanların uğradığı meşakkat ve acılardan, karşılaştıkları sosyal güçlüklerden, hele halk ayaklanmalarından ciddi olarak hiçbir yerde söz edilmiyor. Bunun tek bir istisnası var, o da Simavnalı Şeyh Bedreddin ayaklanması… Nedir ki, ayaklanmanın perde arkasındaki gerçek nedenleri Osmanlı kaynaklarının hiçbirinde su yüzüne çıkmıyor.” Fakat Bedreddin’in bıraktığı iz, Osmanlı saray tarihçilerinin bile göz ardı edemeyeceği kadar derindir. Din alanında yapmaya çalıştığı reformlardan sonra Börklüce Mustafa’nın yardımıyla siyaset alanına adım atan Bedreddin için Dukas; “Türklere gönüllü yoksulluğu öğütlüyor ve kadınlar bir yana, yiyecek, giyecek, çekek hayvanı ve tarım aletlerinin, her şeyin ortak olması gerektiğini öğretiyor. Ben kendi evimi nasıl kullanırsam senin evini de öyle kullanırım diyor, sen benimkini ben de seninkini diyor, ama kadınlar hariç!” diyor. Yarattığı etki ve altında yatan eşitlik özlemi, tarihte olanlar için yeterli sebebi vermiş gibi duruyor.

Şeyh Bedreddin’in müritleri, derviş topluluklarından çok, Mustafa tarafından örgütlenerek silahlandırılan bir toplamdan oluşmaktadır. Sömürüyü ve baskıyı ortadan kaldırarak toplumu kendi idealleri doğrultusunda dönüştürmeyi hedefleyen ekip, haliyle, imparatorluğun yapısına ters fakat ilerisinde konumlanan bir pozisyona sahipti. Aydın ve Saruhan valilerine karşı kazandıkları zaferler sonucu dönemin padişahı olan I. Mehmet tarafından fark edilmeleri, Osmanlı ordusunu karşılarında bulmalarına sebep olmuştur. Birçok kişi öldürülürken Mustafa’nın çarmıha çivilenmesi, sömürünün karşısındaki bu örgütlenmeye o dönem için son vermiştir. Bedreddin ise olayları öğrendiği vakit Kastamonu’ya giderek İsfendiyaroğlu’na sığınmıştır. Belli bir süre devam eden faaliyetleri, 1416’da herkesin gözleri önünde, Serez Çarşısında asılmasıyla son bulmuştur.

Suhte Hareketi ve Celali İsyanları

Osmanlı tarihindeki bir diğer büyük çaplı isyan olan Suhte Hareketi, aynı zamanda Celali isyanlarının başlangıcı olarak sayılmaktadır. Tarımsal alanların ve üretimin, nüfus artışına paralel olarak artmaması, genç nüfusun kendisine tarım dışında bir statü kazanma isteğinin önünü açmış, tarım yapmanın git gide zorlaşması ve çiftçilerin gördüğü baskı da bunun üstüne tuz biber ekmiştir. Öncesinde yaşanan krizlerin ve savaş koşullarının toplum için yarattığı maddi külfete Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi, Şehzade Cihangir’in ölümü ve Beyazid’in isyanı da eklenince, devletin ağır bir siyasi bunalım dönemi söz konusu olmuştur. Bu baskıdan kurtulmak isteyen gençlik, hepsini kapsamak için yeterli kapasiteye sahip olmayan medreselerin önlerine gitmiştir. Dönem; nüfusu arttıkça niteliği azalan medreselerden mezun olan gençlerin istihdam edilememelerini, kentlerde işsizlikle boğuşmalarını ve bu sebeple yağmacı çetelere dönüşmelerini getirmiştir.

Baskın ve yağmaların yaşandığı köylerde görev almış Osmanlı idari görevlileri ise, ki buna adalet mekanizması da dahildir, çıkarlarının örtüştüğünden ötürü bu yağmacılığa dur dememiştir. Küçük çocukların kaçırılmasına, malların yağmalanmasına ve insanların öldürülmesine göz yummakla kalmamış, açık açık desteklemişlerdir. Devlet ise olaylar karşısında, sorun yaşadıkları kişileri öldürmekten ve askeri müdahalelerde bulunmaktan başka bir şey yapamamış, koşulları iyileştirmek adına adım atmamıştır. Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni kitabında bu meseleden “Anadolu köy hayatını alt üst eden Celalî isyanları, ellerine hükm-i hümayun ya da emr-i şerif ile eşkıyalığa çıkan resmî sıfatlı kişilerin, geçim sıkıntısı içindeki işsiz köy delikanlıları kitlesini kullanarak, köylere karşı giriştikleri haydutluktan ibarettir.” diye bahsetmektedir. Kendi atadığı yerel yöneticilerin zulmü konusunda bile eli kolu bağlı kalmış olan merkezi hükümet, halkını bu zulümden korumak konusunda da başarısız olmuş ve III. Murat, III. Mehmet ve I. Ahmet dönemlerinde soygunlara, yöneticilere ve memurlara karşı köylülerin silahla mücadele etmelerini isteyen fermanlar çıkarmıştır. Bir başka ferman ise sanıyoruz ki öldürmekten daha iyi bir çözüm getireceğini düşünerek, ‘işsiz güçsüzleri’ Kıbrıs’a sürmek üzerine çıkmıştır. Bunun bir çözüm getirmediğini özellikle belirtmeye ise gerek yoktur.

Bu sürecin devamında vuku bulan Celali İsyanları, 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı yönetimindeki Anadolu’da toplumsal ve ekonomik yapının bozulmasından kaynaklanan ayaklanmaların tümüne verilen addır. İsmini bu tür ayaklanmaların ilkinde önderlik eden Şeyh Celal’den alırken bu isyan, gerçekleştiği yıl içinde kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Ortaya çıkışını biraz daha açmak gerekirse, ticaret yollarının keşifler sonucu yön değiştirmesinin, Osmanlı’nın ekonomisinde bir bunalım yarattığını görüyoruz. Devlet önceden bu ticaret yolları üzerinden kazandığı paranın eksikliğini, halktan aldığı ağır vergilerle kapatmaya çalışırken toprakların işletilmesini sağlayan tımar sistemi, bunca zaman kaçınılmasına rağmen babadan oğula geçecek şekilde tekrardan düzenlenmiştir. Osmanlı’daki feodalite için önemli bir köşe taşı olan bu durum, topraklarını terk ederek kasaba ve kentlere göç eden köylülere sebebiyet verirken, işsizliğin tüm kesimlere yansıdığı bu dönemde eşkıyalık da haliyle artmıştır. Devletin eşkıya olarak gördüğü fakat halkın üstündeki yüklere ve ağır yaptırımlara karşı mücadele etmiş önderlerden, destanlara konu olan Köroğlu Ruşen de ilk Celali İsyanları’ndan biri olarak sayılmaktadır. İsyanların bir diğer temeli ise devletin, girdiği savaşların yükünü halkın üstüne yüklemesidir.

Celali İsyanları, ordunun yardımıyla geçiş güzergâhlarında yapılan “temizlik hareketi” ile bitirilmeye çalışılmış, on binlerce insan devlet eliyle (kaynaklara göre yaklaşık altmış beş bin kişidir), otoriteyi güçlendirmek üzere katledilmiştir. İsyanların bastırılmakta zorlanıldığı dönemlerde başvurulan bir diğer yöntem ise, ‘asilerin’ kellesini getirenlere veya ele geçirilmelerinde yardımcı olanlara makam, gelir getiren mansıplar verilmesi gibi teşvik yöntemleri olmuştur. Aynı zamanda rüşvet verir gibi temlik vaadinde bulunarak Celali önderlerini savaşlara gönderen Osmanlı, hepsini ilk sırada cepheye yollayarak ölümlerini izlemiştir. Mustafa Akdağ, bu süreçleri “Söz konusu büyük karışıklıklarda sanki şaşıran bu yüzden de sanki sinirleri bozulan hükümet, ya da hükümetin başına bulunanlar, devletin reayasına uygulayageldiği cezalandırma kurallarını bir kenara atmış, adalet sınırı dışına taşarak, zulüm derecesine vardırdığı haksız ve keyfi cezalandırma usullerini de uygulamaktan çekinmemişti” diyerek açıklıyor.

Tarihi ileri sararsak…

Tanzimat dönemi ve sonrası da, kötüye giden ekonomiyle birlikte, her geçen gün artan vergiler ve temel gıdalara gelen zamların sebep olduğu isyanlara sahne olmuştur. Memurların zulmü, verginin eşitsizliği, vergi toplama usullerinin kötülüğü hükümeti; kendi kol ve bacağını yiyen yılana benzetiyordu. Bunların yanı sıra, eskiden devletin içinde üretilen her şey ithal edilmeye başlanmıştı. Bunları fark eden aydınların, Tanzimat ve dolayısıyla Batıcı hareketin ‘uyduculuğuna’ karşı çıkışını bir kenara yazmak gerekiyor. Bu farkındalık ve karşıt duruş, tahmin edebileceğimiz gibi, ilerleyen dönemlerde aydınların sürgüne gönderilmesiyle, hapsedilmesiyle, boğdurulmasıyla sonuçlanmıştır. Kitaplar toplanarak yakılmış, gazeteler boş ve bembeyaz sayfalarla çıkmıştır. Basın emekçileri, faili meçhul cinayetlere kurban gitmiştir. Belli anayasal yaptırımları, padişahın yetkilerinde kısıtlamayı getiren süreçler bile baskının ortadan kalkması konusunda bir fayda sağlamamış; ilerici her hareket sönümlendirilmek, bastırılmak için türlü zulümle karşı karşıya gelmiştir.

Sona gelirken

Kamuoyundan korkulduğu için tütünün, alkolün, kahvelerin yasaklandığı, padişahın mutlak yetkileri arttıkça en küçük şüphede, ilgili kişilerin derhal öldürüldüğü, padişahların hangi hareketlerin isyan sayılacağı konusundaki geniş takdir yetkileri sonucu büyük katliamların yaşandığı, her ne kadar şeriata bağlı dense bile dinin istenilen sonucu elde etmek amacıyla rahatlıkla maniple edildiği bu siyasi süreçleri, olabildiğince özetleyerek aktarmaya çalıştık.

Burada bahsedilen olayların; tümüyle ilerici, eşitlikçi veyahut da toplumsal zeminlere sahip olduğunu elbette ki savunmuyoruz. Devletin baskıları, halkın bir kısmının diğer kısmıyla karşı karşıya gelmesine sebep olmuş ve bu karışıklıklar çözülemeyerek yerini daha çok zulme, devlet eliyle gelen katliamlara bırakmıştır. Buradan bakıldığında devlet içinde yaşanmasına rağmen tarih anlatımında kendine pek yer bulamayan büyük problemlere kısaca yer vermeye çalıştık.

Burada, İsmail Metin’den yapacağımız bir alıntı, durumun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır: “Osmanlı Devleti’nin ayakta durması korku, kan ve katliamlara dayandırılmıştı. Yetkililer de Osmanlı Devleti’nde insanların devlete karşı sevgisinin olmadığını çok iyi biliyorlardı. Halkın sevgisini göstermediği bir devletin ayakta kalması düşünülemezdi. Bunu gören Osmanlı devlet yetkilileri olabildiğince korkuya dayalı bir yönetim kurdular. Eli sopalı devlet anlayışı vatandaşın en büyük belasıydı. Zaten Osmanlı Devleti’nde yaşayan insanların birbiriyle fazla sorunları olmamıştır… Devlet içinde her yıl bir isyan bahanesi ile bir bölge halkının yok edilmesi, devlet yetkililerinin basit bahanelerle öldürülmesi bütün bu korku üzerine kurdukları yönetim biçiminin sonucudur.”

Korku, zulüm, sömürü üzerine kurulan her iktidar gibi, Osmanlı da yerini ilerici bir harekete, devrim hareketine bırakmak zorundaydı. Bugün yaşadığımız gerçeklik, başta belirttiğimiz iktidarın özelliklerini taşımaya devam ediyor. Bunu göz önünde bulundurarak diyoruz ki; bastırsalar da, sustursalar da nihai son bizim ellerimizle yeşerecek ve eşit toplumu kendi ellerimizle kuracağız.

Kaynak

Akdağ, M. (1975). Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası: “Celali İsyanlar”. Ankara: Bilgi Yayınevi.
Avcıoğlu, D. (1996). Türkiye’nin Düzeni, 1. Kitap. İstanbul: Tekin Yayınevi.
Avcıoğlu, D. (2013). Osmanlı’nın Düzeni. İstanbul: Kırmızı Kedi.
Has, A. (2019). Osmanlı Devleti’nin Siyasi, Sosyo-Ekonomik Ve Askeri Hayatına Etkileri Bağlamında Yevmlüler. Ordu: Ordu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Koç, Y. (2013). XVI. Yüzyıl Ortalarında Osmanlı İmparatorluğu’nda Suhte Olayları. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları, 147-159.
Metin, İ. (1996). Osmanlı’nın Kanlı Tarihi. İstanbul: Ant Yayınları.
Mumcu, A. (1963). Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları.
Timur, T. (2006). Yakın Osmanlı Tarihinde Aykırı Çehreler. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
Uzun, E. (2009). Osmanlı Ülkesinde Görülen İsyan ve Eşkıyalık Olayları Karşısında Alınan Bazı Tedbirler Hakkında Bir Değerlendirme. TÜBAR, XXV, 190.
Werner, E. (2014). Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar. İstanbul: Yordam Kitap.