Nâzım Hikmet üstüne bir inceleme denemesi                          

"Nâzım Hikmet’te başarının başlıca kaynağı bu noktadadır; kültür tarihimizde hiç bir sanatkârın başaramadığını, ülkesinin sesini çağdaş oluşum içinde dünyanın her yerinde duyurmasını bilmiştir."

Nâzım Hikmet üstüne bir inceleme denemesi                          

Güzin Dino

Nâzım Hikmet’in şiiri üzerine incelemeler yapmak gelişimin belirtmek, her döneminin niteliklerini ortaya koyup bilimsel bir görüşte değerlendirmek, uzun çalışmalarla sağlanacak bir iştir. Bunun için her şeyden önce, bütün şiirlerini bir arada görmek, yanlışsız yayınlamak, dışarıda yapılmakta olan çalışmaların yanı sıra, biyografya ve bibliyografyasını asıl Türkiye’deki kaynaklarını eksiksiz olarak ortaya çıkarmak gerekmektedir. Asıl iş biz Türklere düşüyor.

Nâzım Hikmet’in Türkiye’de yayınlanan kitapları, yanılmıyorsam, 835 satır, Jokond ile Si-ya-u, Varan Üç, Portreler, Sesini Kaybeden Şehir, Benerci Kendini Neden Öldürdü, Gece Gelen Telgraf, Taranta Babuya Mektuplar, Simavne Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin Destanı, tiyatro oyunlarından, Bir Ölünün Evi, Kafatası, Unutulan Adam’dan ibarettir. Bunlar 1928’le 1938 yılları arasında yayınlanmışlardır; oysa 1921 den bugüne kadar yabancı ülkelerde şiir ve tiyatro oyunlarının çevirileri basılmış, bunlar arasında Türkiye’de yazılmış ve içine İstiklal Savaşı Destanını da alan İnsan Manzaraları olduğu gibi, Türkiye dışında yazılmış Küba Röportajı v.s. yüzlerce mısralık şiirleri de vardır. Ayrıca Romantikler isminde bir roman da, şairin ölümünden sonra basılıp birçok dillere çevrilen eserler arasındadır.

Şiirlerinin yankı ve etkileri, kişiliğinin ünü, yurt içinde ve dışında sürüp giden bir Türk şairi üstüne Türkiye’deki genç kuşakların bilgisiz bırakılmalarını kültürümüze karşı ağır bir sorumluluğu vardır. Şiirimizin doruklarından biri olan Nâzım Hikmet üzerine, temel bilgileri vermek zamanı çoktan gelmiştir.

Nâzım Hikmet’in başlıca şiir niteliği, bence evrensel olmasındadır; Nâzım Hikmet bu evrenselliğe ulusal temalara dayanarak ulaşmıştır. Mısralarının sayımı yapıldığında, çoğunun Anadolu’yu Türk köylüsünün, işçisini gencini ihtiyarını düşünürünü dağını taşının yeşilliğini, denizini, İstanbul’unu, taşrasını, bozkırını, öz dertlerimizi, acılarımızı, sevinçlerimizi, tüm ülkemizi anlattığı meydana çıkar. Nâzım Hikmet’te başarının başlıca kaynağı bu noktadadır; kültür tarihimizde hiç bir sanatkârın başaramadığını, ülkesinin sesini çağdaş oluşum içinde dünyanın her yerinde duyurmasını bilmiştir. Bu başarıyı ulusal gerçeklerimizi dural değil, diyalektik bir anlayışla ortaya koymakla yerine getirebilmiştir. Yan, başarısı yurt olaylarının bilincine, çağdışı bir düşünce sistemi açısından varmış olmasındadır.

Bu diyalektik bilinç, Nâzım Hikmet’in şiirine öz ve biçim bakımından devrimci bir nitelik kazandırmıştır. Geleneksel dural şiir anlayışının, kişisel, çoğu zaman mistik ya da duygusal, “şairane” konuları, kalıplaşmış, etkisiz deyim, beylik imgeler yerine, Nâzım Hikmet çoğunluğun çelişkili yaşantısını yansıtan sosyal konuları getirmiştir; kişinin ve şairin, düzensiz toplam karşısındaki sorunların, bir düşünce ve duygu yapısı içinde belirtmiştir; yıkılan geleneksel kalıpların yerine konuşma dili ile halk deyimleri ile Türk şiirini canlandırıp ona yeni bir hümanizmanın kapılarını açmış, biçim bakımından da yeni gelişmeleri sağlamıştır.

Nâzım Hikmet’in bu devrimci şiirinin temel öğelerinden biri devrimci İstiklal Savaşının gözlemleri olmuştur. İlk döneminde batı modern şiir tekniği ile şiir devrimciliğine başlamışsa da, olgunlaşma döneminde büsbütün kendine özgü yeni yeni tekniklerle, Cumhuriyet şiirinin baş kurucusu ve sürdürücüsü olmuştur. Nâzım’ın şiir gücü, dirilen Türk halkının temel umutları ile beslendiği için, gerçek demokrasi ve özgürlük ilkelerinden vazgeçilmedikçe, onun şiirinden de vazgeçilemeyecektir.

***

Nâzım Hikmet’in Türk yazınına kazandırdığı, evrensellik, ulusallık, devrimcilik niteliklerini, genel yargılarla açıklamakla yetinmeyip, bu nitelikleri şiirinin dokusunda göstermeyi deneyelim; bunun için de Türkiye’de yayınlanan, herkesin bildiği Davet şiirini inceleyelim.

Bu işe girişirken, bundan sonra çoğu zaman karşımıza çıkacak olan bir engeli de belirtelim. Nâzım’ın kitap halinde basılmamış şiirlerinin metni, daima ihtiyatlı karşılanmalıdır. (Basılmış kitaplarında da dizgi yanlışları eksik değil.) Elden ele geçip de, defterden deftere aktarılan şiirlerde aslında olmayan birçok yanlışlar görülmektedir. Yazın uzmanlarının bildiği, bu gibi durumlarda, başka başka varyantlarla bir karşılaştırma çalışmasına girişilmeli, tam metni, bir inceleme sonunda meydana çıkarmalı. Bunu yapmadıkça bilimsel değerde bir çalışma hemen hemen olanaksız. Aşağıdaki şiir bu süzgeçten geçmediği için, yapacağım deneme sadece bir çalışma var sayan niteliği taşır.

Bu Memleket Bizim

Dört nala gelip uzak Asyadan

Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan

Bu memleket bizim

 

Bilekler kan içinde

Dişler kenetli

Ayaklar çıplak

Ve ipek bir halıya benzeyen toprak

Bu cehennem, bu cennet bizim

 

Kapansın el kapıları

Bir daha açılmasın

Yok edin insanın insana kulluğunu

Bu davet bizim

 

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

Ve bir orman gibi kardeşçesine

Bu hasret bizim

 

Tarihsel ve diyalektik bir şiir anlayışı ve kuruluşu içinde yurdun güzelliği ile insanlarının mutsuzluğunu karşılaştıran konu, bu çelişkiyi aşmanın ilkelerini ortaya koyan bir temel düşünceye bağlanır.

On iki mısralık, bu küçük ve büyük şiirin gelişimi iki bölüm içinde kurulmuştur. İlk altı mısrada yurdun olumsuz durumu var; arta kalan altı mısrada ise gelecek üstüne olumlu özgürlük dileği açıklanmıştır.  Her bir bölümün dokusu, çelişi imge ve kavramlarla örülmüştür: Bir karadan bir denize,  “uzak Asyadan” “Akdenize” coğrafi bir serüvenin iki ucudur. Bu cümlenin başlangıcı dinamiktir, bir hareketi gösterir; “dörtnala”; ikinci mısrada ise ereğe varılmış akıncıların atları suya uzamış duraklamıştır. At başı, somuttan başka soyut da bir İmgedir; yani bir kıtadan uzanırcasına duran Anadolu yarımadası yansıtmıştır. Bu ilk cümle ayrıca, dinç, hırçın, atılgan “Kuvayı Milliye” atlılarının hızını da akla getirir, Asya ve Akdeniz uygarlığını birbirine bağlayan Anadolu yarımadasının tarihsel yönden durumunu da. Bileşik bir imge ile karşı karşıya bulunuyoruz.

Birinci bölümdeki olumsuz imge ve kavramlar ise: “bilekler kan içinde, dişler kenetli ayaklar çıplak” mısrasının genel anlamda doğrulamak için, düne de bugüne de başvurulabilir; tarih ve istatistik şairi doğrular. Gene aynı bölümde, başlıca çelişmeyi anlatan imge hazırlanmış: “ipek bir halıya benzeyen toprak”, şairin yurt sevgisi, yurdun en ince dokusu ile “ipek bir halı” ile birleştirilen “toprak”ta açık alınmış. Ayrıca “ayaklar çıplak”la “ipek bir hali” imgelerinin karşıtlı sembolizmi çelişmeyi tamamlıyor; sinemada kullanılan bir yakın çekiş (gros plan) niteliği taşıyor. Bu bölümü bitiren mısrada büyük çelişme belirtilmiş: “bu cehennem, bu cennet” sözleri ile şair alabildiğine bir güzellik içinde yaşayan, ama alabildiğine zorluklar içinde kalan ulusumuzu, seri vermiş gözümüzün önüne.

Altıncı ikinci bölümde ise, önce gelecek üstüne olumlu bir dilek, sosyal kavramlarla “el kapısız” “kulluksuz” bir toplum isteği, arkasından özgürlük ve birlik teması, doğadan seçilmiş birer imge ile açıklanmış “ağaç” ve “orman”. Şaire göre çözüm yolu böylece iki noktada toplanmış bunlar aynı zamanda tarihsel bir dilek olarak ortaya çıkıyor: Dış ve iç sömürülere karşı olmak; “kapansın el kapıları”, “yok edin insanın insana kulluğunu”. Birinci dilek şöyle tamamlanmış: “bir daha açılmasın. Kapitülasyonların tekrar dönmemesi, neo kapitalizmin yeni oyunlarla yurdu tekrar sömürmemesini öngören bir düşünce seziliyor.  İkinci dilekse sosyal adalete kavuşma çağrısı olarak beliriyor.

Bu bölümde de, baştan beri süregelen çelişkili biçim niteliğini açıklayalım: “kapansın”, “açılmasın” gibi karşıt anlamlı fiillerin eş anlam taşımanın ilginç; “tek”, “beraber” gibi karşıt anlamlı sözcükler “hür” ve “kardeşçesine” kavramları ile bağlanarak daha gerçek bir anlam kazanmaları da öyle; ayrıca “ağaç” ve “orman” karşılığı da etkili. Gelecek mutluluk parçasında “ağaç” ve “orman” imgesinin seçilmiş olması, başlangıçtaki “dörtnala”, durulmamış imgeye karşılık, gittikçe kök salmış bir uygarlık isteği olarak yorumlanabilir.(Nâzım Hikmet’te “ağaç” imgesi başlı başına bir inceleme konusudur; bunu burada yapacak değilim; genel olarak ağaç, sağlamlık, mutluluk, bereket, süreklilik kavramlarını kapsıyor. Anadolu kiliminin baş nakışı kutsal ağaç değil midir?

Çelişikli bir öz, kavram sözcük dizimi sistemi üzerine kurulmuş olan bu şiirin, mısra yapısı da özel bir biçimde düzenlenmiştir.

Serbest vezinle yazılmış olan mısraların iç ahengi ve genel ritmi kafalarda yer edecek özellikler taşır. Oysa çok sade ama ustaca bir ölçü kullanılmıştır. Dikkat edilecek olursa, şiirin öz düşüncesini taşıyan “bu cehennem, bu cennet bizim” mısrası, şiirin tam ortasındadır; şiir tümünün anlamı, bu cehennem bu cennet üzerine kurulu olduğu düşünülecek olursa, bu mısranın ses ve göz ölçüsüne göre tam ortada olması çok ilginçtir. Bu ölçülü denge, bir de mısraların çifter çifter “bizim” sözcüğünün gerekli yerde perçinlenmesi ile de sağlanmıştır; böylece “bu memleket bizim” sözleri dün de, bu gün de, yarın da söylenecek bir sözün ritmik tekrarlanışı şiirin genel anlamına ve yurt sevgisine tutkulu bir duygu kazandırıyor. Bundan başka ülkenin durumunu anlatan, ya da çağrıyı açıklayan imge ve kavramlar, üç satır üzerinde gelişen mısralarla verilmiştir. Mısra ayrıntıları, oluşum içinde belirli bir anlam taşır. Örneğin ilk üç mısra, küçük Asya’ya Asya’nın uzaklarından gelen Türk kavimlerinin, sanki tarihsel akın tempolarını izlemektedir. İlk iki mısra sonundaki “Asyadan, “uzanan” uyağı ile “çıplak”, “toprak” uyağı, çoğunluğun ses bakımından alışılagelmiş olduğu vezin geleneğine bağlı kalmakla bu mısraların anlamını etkilemekte, daha da çabuk benimsenmesine, şiirinin havasına daha çabuk girilmesine yol açmaktadır.

Kendine has bir ölçü düzeni ve ses olgunluğu taşıyan bu şiirin, serbest vezin çerçevesi içinde, kesinlikle denkleşmiş, ustaca bir yapısı vardır. Elimdeki nüshanın tarihi ve şiirin biçim özellikleri göz önünde tutulacak olursa Nâzım Hikmet’in bu şiiri olgunlaşıp, batı şiirinin etkilerinden büsbütün ayrılmış olduğu bir sırada yazdığı anlaşılır. Yerli ses ve imgelerle, güçlü ve açık bir söyleyişle bu şiir, sanki gerçekten çoğunluğumuzun koro halinde bir seslenişidir: “bu memleket, bizim”, “bu cehennem, bu cennet bizim”, “bu davet bizim”. Bu hasret, bizim”…

Öz ve biçim ayrı ayrı incelendiğinde bunların nasıl sıkı bir örgü içinde birbirine bağlandığı, kuruluştaki düzenin nasıl bir eylem şiirini ortaya çıkardığı belirmiş ve bu eylem şiirini gerçeği, nasıl oluş halinde kavrayıp yansıttığı açıklanmış oluyor. Bu şiir anlayışı, Nâzım Hikmet’i dural ve biçimsel olmaktan uzaklaştırmış, düşünce ve duygularını gür, zengin, geniş biçimlerle dünyaya duyurmasını sağlamıştır.

Paris.5.1.1965

Sosyal Adalet Şubat 1965