Mithat Sancar’ın konuşması vesilesiyle…

Liberal cenaha göre AKP, “ademi merkezileşme” konusunda bir dizi girişimde bulunan ilk Cumhuriyet hükümetidir. Her ne kadar bu girişimler eksik bulunsa da (ve bugünlerde artık AKP’nin kendi politikalarını terk ettiği söylense de), oldukça önemli görülür.

Bilgütay Hakkı Durna

TBMM’nin 100. açılış yılı nedeniyle düzenlenen 23 Nisan özel oturumu kapsamında Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş ile Halkların Demokratik Partisi (HDP) Genel Başkanı Mithat Sancar da birer konuşma yaptılar. Ancak bu konuşmalar sırasında televizyon kanallarının büyük bir çoğunluğu yayınlarını kesti. Böylece bu konuşmaların geniş toplamlara ulaşmasını kendilerince engellemiş oldular. Bunun ne kadar sonuç alıcı olduğunu bilemiyorum. Ama, TBMM konuşmalarını en azından görsel olarak takip etmeyen biri olarak, her iki konuşmayı da izlediğimi söylemem gerekiyor. Bu yazı da Mithat Sancar’ın konuşmasını izlemem vesilesiyle aklıma gelenler üzerine yazılmış oldu.

Mithat Sancar’ın günlük siyasetteki gelişmelere ilişkin ifade ettiklerine yönelik bir itirazım bulunmuyor. Aksine, AKP’nin yürüttüğü siyasete karşı bir duruş olarak her durumda güçlü bir şekilde dile getirilmeleri gerekiyor. Bu anlamı ile Mithat Sancar’ın konuşmasında bahsettiği torba yasalara, kayyum uygulamalarına ve CHP’li belediyeleri engelleme politikalarına yönelik itirazlarına (tabi ki) katılıyorum.

Ancak konuşmanın esasen başka bir yönü bulunmakta idi. Bununsa tartışılması gerektiğini düşünüyorum.

Mithat Sancar’ın konuşmasında 1. Meclisin kuruluş/oluşma koşullarına (ve bağlantılı olarak 1921 Anayasasına) ilişkin bir vurgu yer alıyordu. Sancar, esasen de buradan hareketle ülkenin (bugünkü) sorunlarının çözümünün 1. Meclisin oluşum koşulları (toplumsal, dinsel, etnik, düşünsel çeşitliliğini içeren çoğulcu meclis ve müzakereci, mutabakatçı yöntem) ile 1921 Anayasasını oluşturan ilkelerden (yerel demokrasi ve halk iradesi- insanların yerelde kendilerini yönetebileceği şartların yaratılması – ile bu ilkelerin anayasal kabule bağlanması) geçtiğini ifade etti.

Bu yazının konusu 1. Meclisin kuruluş/oluşma koşulları ile 1921 Anayasası değil. Bu nedenle Sancar’ın konuşmasında ifade ettiği toplumsal, dinsel, etnik, düşünsel çeşitliliğini içeren çoğulcu meclis tanımlamasının, tarihsel ve sınıfsal bağlamından kopuk olarak tartışamayacağımızı yalnızca bir not olarak ifade etmek istiyorum. Yine 1921 ile 1924 Anayasalarını birbirinden ve yine tarihsel bağlamından tamamen kopararak yapılan yorumların da eksikli ve bu anlamı ile hatalı olacağını da ifade etmek isterim.

Başta belirttiğim üzere, bu yazı Mithat Sancar’ın Meclis konuşması vesilesiyle akla gelenler üzerine kaleme alınmıştır. Oradan devam edeyim…

***

Konu “Kürt sorununa çözüm” aramak olunca, merkezi devlet mi yerelleşme/bölgeselleşme mi tartışmaları hızla devreye sokuluyor. Kürt siyasetinin temel yöneliminin bu olması bir yana, liberallerin neredeyse hepsi bu zeminde. Ancak bundan öte, solun çeşitli bölmeleri de (o veya bu gerekçe ile) bu zemine kaymış durumdalar. Konuşulan “Kürt sorunu” olunca akan sular durmakta! Oysa, Kürt sorununun (da) çözümü için bu tartışmaların daha geniş bir zeminde yapılması gerekiyor.

Mithat Sancar’ın da konuşmasında dile getirdiği halk iradesi yine ifade ve iddia edildiği üzere, yurttaşların yerelde kendilerini yönetebileceği şartların yaratılması ile hayata geçebilecektir. Merkezde toplanan “aşırı” ve “denetlenemez” yetki dağıtılacak, gerçek bir demokrasinin yolunun açılması bölgelere yetki devriyle ve bireyin karar süreçlerine katılarak demokrasi kültürü edinmesiyle doğrudan sağlanacaktır. Tez budur!

Peki, kimin, neye katılımı?

Kürt sorununda düzen içi çözümlerin (bir türlü) hayata geçirilememesi nedeni ile bu başlıktaki birçok sorunun cevaplanamadığını düşünüyorum. Ancak, niyet okumak da doğru olmayacağından buradan devam etmeyelim.

***

Ulus devlet formunun tartışılmaya başlanmasını daha gerilere taşımak mümkün olmakla beraber, esasen 1980’li yıllarda tartışma ete kemiğe bürünmüştür. 1990’lı yılların sonları, 2000’li yılların başları ise kamu yönetiminin bir dönüşüm sürecine girdiği dönemdir. Bununla beraber ifade etmek gerekiyor ki, bu dönüşümde yerelleşme sadece merkezi idareden yerel yönetimlere yetki ve sorumluluk aktaran değil, esasen yetki ve sorumluluğu özel sektöre ve artık çoğunlukla onun bir aygıtına dönüşmüş olan “sivil topluma” aktaran bir sistem halinde çalışmaktadır.

Yerel yönetimler, yerelleşme/bölgeselleşme politikaları ile merkezi yönetimin elinden alınan yetki ve sorumluluklarla güçlendirilmekte, buradan da özelleştirme, sivilleşme gibi uygulamalar ile piyasa güçlerine taşınmaktadırlar. Kullanılan araçlar ise çeşitlilik taşımaktadır. Doğrudan yerel yönetimler eli ile olduğu kadar, doğrudan şirketler aracılığı ile de yol alınabilmektedir. Araya da bol miktarda sivil toplum kuruluşu serpiştirilmektedir. Sermayenin yönelimi ve baskısı bu yöndedir.

Hal böyle olunca da “murat edilen” katılımcılık oldukça tartışmalı bir hale gelmektedir.

Bu hali ile uluslararası sermayenin ulus devletlerin engellerine takılmadan, yereldeki en küçük birimlere dahi ulaşabilmesi hedeflenmektedir. Kurumlar da bu işlevler ile donatılmaktadır. Bunlarla birlikte kalkınmanın da içeriği değişmiştir. Kamuculuğun tasfiyesi bu sürecin en önemli sonuçları arasındadır. Artık kalkınma, bölgelerarası rekabete dayanmaktadır!

Türkiye’deki düzenlemeler ise 1980’li yıllarda deregülasyon ve özelleştirme politikaları ile birlikte başlamıştır. Özelleştirme Anayasa’ya 1999 yılında girmiştir. Yine, Devlet, kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişileri tarafından yürütülen yatırım ve hizmetlerden hangilerinin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya tüzelkişilere yaptırılabileceği veya devredilebileceği kanunla belirlenir hükmü de aynı tarihte kendine Anayasa’da yer bulmuştur. Ulusal kalkınma, planlama, kamuculuk, özetle “sosyal devlet” dönemi kapanalı epey bir zaman olmuştur. Sermaye sınıfı ülkemizde de artık daha kuralsız ve daha engelsiz bir yapıya doğru yol almaktadır. Piyasa serbestleşirken üretim süreçleri esnekleşmektedir.

Liberal cenaha göre AKP, “ademi merkezileşme” konusunda bir dizi girişimde bulunan ilk Cumhuriyet hükümetidir. Her ne kadar bu girişimler eksik bulunsa da (ve bugünlerde artık AKP’nin kendi politikalarını terk ettiği söylense de), oldukça önemli görülür.

AKP döneminde yerel yönetimlere ilişkin birçok yasal düzenleme yapılmıştır. Belediyelerin sınırlarını ve buna bağlı olarak esasen niteliklerini değiştiren bu düzenlemeler, “yerelleşme” söylemleri ile sunulmuştur. Düzenlemeler ile yerelin piyasa şartlarına adapte olması hedeflenmiştir. Değişiklikler neticesinde büyükşehir belediyesi sayısı her seferinde artırılmış, sınırları kademeli olarak genişletilmiş, belde belediyeleri ve köyler kapatılmıştır. Bu değişiklikler ekonomik açıdan güçlü olan yerleri ulusal ve uluslararası düzeyde cazibe merkezi yapmak, hizmet sunmada ve planlamada bütünlüğü sağlamak, etkili ve verimli hizmet sunmak, kaynak israfını önlemek gibi gerekçelerle süslenmektedir. Bunun yanında kalkınma ajansları, kamu hastane birlikleri, bölge adliye mahkemeleri ve benzeri uygulamalar ile de “yeni” bölgeselleşmenin içeriği doldurulmaya çalışılmıştır.

Özellikle belirtmek gerekiyor ki; esasen başkanlık siteminin tam olarak bağlandığı nokta da burasıdır. Bir yandan parlamento (halkın katılımı) tasfiye edilirken, diğer yandan yerelleşme ile (bu da halkın katılımı olarak sunuluyor) daha katılımcı bir demokrasi vaat edilmektedir. Bu “katılımcı” demokrasinin tepesinde ise, sermaye sınıfının isteklerini dolayımsız ve engebesiz yollardan hayata geçirecek bir sistem olarak “başkanlık” durmaktadır.

Her ne kadar bugün kayyum uygulamaları ile HDP’li belediyeleri, başkaca çeşitli yasaklamalar ile CHP’li belediyeleri engelleme çabaları olsa da, bunlar yukarıdaki yönelimin dışına çıkılma ya da yerelleşmeden vazgeçme olarak okunmamalıdır. Bu kısım 2. Cumhuriyetin yapılandırılmasına yönelik yaşanan tartışmalar ile ilgilidir. Kaldı ki bu yönelim, AKP’nin boyunu da çokça aşmaktadır. Başkanlık sistemi ile yerelleşme/bölgeselleşme doğrudan sermaye sınıfının tercihidir.

***

Mithat Sancar konuşmasını mealen, önümüzde iki tane daha yüzüncü yıl dönümü bulunmakta, eğer bu tarihlere güçlü meclis olmadan ulaşırsak 2021’de Türkiye’de anayasacılık büyük ölçüde bitmiş olacaktır, 2023’te ise cumhuriyetten geriye bir şey kalmayacaktır sözleri ile bitirdi.

Kendi adıma 1923 Cumhuriyetinin çok önceden tasfiye edildiğini düşünüyorum. Ama Mithat Sancar’ın (bir kez daha) gündem yaptığı tartışmayı önemsiyorum. Yaşanan tartışma her yönü ile ve tüm cephelerde tamamen siyasidir. Ve evet, tartışma doğrudan “halkın devlet yönetimine katılımı”na ilişkindir. Liberallerin sol tarafı, kapitalist sistemin yönelimi bizim yönelimimiz, ancak biz bunu açıkça ifade edemiyoruz diyemediğinden sermayenin devlet yönetimine müdahalesine ilişkin “yeni” düzenlemeleri demokrasi, katılım gibi kavramlarla süsleyerek pazarlamaktadırlar. Bizim içinse ulus devlet formu üzerine basılması gereken zemini ifade etmektedir. Gerisine düşülmeyecek ama aşılacak bir zemini. Yeter ki ufkumuz kapitalizmin ötesinde olsun.