Türkiye’den Türkistan’a Türk coğrafyasında emperyalist açılım

Tüm bu karmaşık ilişkiler Türkçülüğün sözde vatanseverlik adı altında emperyalizme hizmet ettiğini göstermektedir. ABD’nin ve NATO’nun çıkarlarının bugün vatanseverlik gibi gösterilmesi mücadele edilmesi gereken bir başlıktır.

Türkiye’den Türkistan’a Türk coğrafyasında emperyalist açılım

Gökmen Kılıç

Türkiye Soğuk Savaş döneminin önemli ülkelerinden biriydi. Henüz kuruluş döneminde kapitalist yolu seçen Türkiye’nin emperyalist sisteme tam entegrasyonu Soğuk Savaş yıllarına dayanmaktadır. NATO’nun ileri karakolu haline getirilen Türkiye’nin soğuk savaştaki rollerinden biri de, Kafkasya ve Türkistan’da bulunan Türk-Müslüman toplulukların Sovyetlere karşı örgütlenmesiydi. Temelleri Naziler tarafından atılan bu devşirme operasyonu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ve NATO ülkeleri tarafından devralındı ve Sovyetlere karşı etkin bir şekilde kullanıldı.

Savaş yıllarında başta ABD olmak üzere kapitalist blokun tüm aktörleri, Nazi Almanyası’nın Sovyetler Birliği’ni yeneceğini ve sosyalizmin tarihe karışacağını umuyordu. Nazi kuvvetleri 1941 yılında Sovyetler Birliği’ni işgale giriştiğinde, Sovyet coğrafyasında bulunan tüm antikomünist hücreler de harekete geçirildi. Savaş esirleri ve karşıdevrimci unsurlardan devşirilen topluluklar faşist Alman kuvvetlerinin saflarında yerlerini aldılar. Bu kuvvetlerin önemli bir bölümünü Türk ve Müslüman topluluklar oluşturuyordu. Özellikle Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan gibi çoğunlukla Türk ve Müslümanların yaşadığı ülkelerden gelenlerin oluşturduğu Nazi Lejyonları, Sovyetlere karşı silahlandırıldı. Ancak savaş beklenilenin aksine Sovyetlerin zaferiyle sonuçlandı ve tarihe karışan Sovyetler değil Nazi Almanya’sı oldu. Nazilerin Sovyetlere karşı kullandığı propaganda, istihbarat ve askeri teknoloji ise ABD tarafından Soğuk Savaş’ta kullanılmak üzere devralındı. Emperyalizmin Soğuk Savaş doktrini, Türkçülüğün Sovyetlere ve sosyalizme karşı etkili bir biçimde kullanılması anlamına geliyordu.

Nazilerden ABD’ye Miras: Türkistan Lejyonu

Naziler, işgal ettikleri birçok ülkede çeşitli ittifaklar kurarak kendi destekçilerinin oluşmasını sağladılar. Bu ittifakların çoğu, o ülkenin gerici, faşist güçlerinden oluşuyordu. Özellikle savaş esirleri arasında bulunan antikomünist unsurların değerlendirilmesi bir Nazi politikası olarak benimsendi. Esirler ve destekçiler kendileri için kurulan lejyonlara alınıyor ve faşist Alman kuvvetlerine katılmaları sağlanıyordu. Doğu Lejyonları olarak adlandırılan askeri birlikler içinde; Türkistan Lejyonu, Kafkas Müslüman Lejyonu, İdil-Ural Lejyonu gibi alt bölümler oluşturuldu. İlk kez Ocak 1942’de Türkistan ve Kafkasyalı Müslüman Türklerin içinde bulunacağı bir askeri birliğin kurulmasına dönük adımlar atıldı. Kurulan Türkistan Lejyonu’nun komutanlığına bir Nazi subayı olan Binbaşı Mayer Mader getirildi. Türkistan Lejyonu’nun yanı sıra, bir antikomünist olan Veli Kayyum Han tarafından “Milli Türkistan Birlik Komitesi” adıyla bir örgüt kurularak “gönüllü” birliklerin yaygınlaşması amaçlandı.  Komite, Türk ve Müslüman topluluklar içinde savaşçı toplarken, “Milli Türkistan” ve “Milli Edebiyat” isimli propaganda yayınlarını da çıkarıyordu. Nazi desteği ile yapılan propaganda çalışmaları sonucunda lejyonun asker sayısı kısa sürede 200 bine ulaştı.

Nazilerin ve kapitalist blokun tüm çabalarına karşı savaş Sovyetler Birliği’nin zaferiyle sonuçlandı. Savaşın ardından Alman istihbarat şeflerinden Reinhard Gehlen, Türkistan ve Kafkasya’da edindiği askeri bilgileri ABD emperyalizminin hizmetine sunarak, Sovyetler’e karşı kurdukları projenin devam etmesinde önemli bir rol oynadı. Gehlen, önemli istihbarat bilgilerinin yanı sıra oluşturulan lejyonlardaki önemli isimlerin de ABD saflarına geçmesine yardımcı oldu. Bu sayede, antikomünist lejyonların içindeki kilit isimler ABD’nin Soğuk Savaş stratejisinin parçası haline getirildi.

ABD Başkanı Harry Truman’ın 1947’de açıkladığı “Truman Doktrini” tam da Nazi mirasının Soğuk Savaş koşullarına uyarlanması anlamına geliyordu. Truman Doktrinine göre, “komünizm tehdidi” altındaki ülkelere mali ve askeri destek verilecekti. Bu ülkeler Türkiye ve Yunanistan olarak belirlendi ve iki ülkeye toplamda 400 milyon dolar mali yardım yapıldı. Türkiye artık antikomünist cephenin önemli ülkelerinden biriydi.

Türkiye’de Antikomünizm, Türkçülük ve ABD İlişkileri

Truman Doktrini ve hemen ardından gelen Marshall Planı’yla Türkiye ve Yunanistan Batı Bloku’nun ileri karakolları haline getirildiler. Yapılması planlanan ilk işlerden biri “komünizmle mücadele” adı altında Sovyetlerin kazandığı büyük zaferin etkisinin kırılmasıydı. İlk adım olarak CIA’in kurduğu radyo istasyonları antikomünist propaganda için kullanılmaya başlandı. Kurulan iki radyodan biri Doğu Avrupa’da diğeri ise Orta Asya ve Kafkaslarda yayın yapmaya başladı. Kafkaslarda yayın yapan “Özgürlük Radyosu” (Azatlık Radyosu) ilk yayınını Azeri Türkçesi ile yaptı. Radyo yayınları, Sovyet karşıtı Müsavat Partisi ve Mehmed Emin Resulzade gibi isimler tarafından organize ediliyordu. Müsavat Partisi’nin bir diğer önemli ismi olan Muhammed Kengerli ise daha sonra Türkiye’ye iltica edecek ve Federal Almanya-Türkiye ilişkilerini sağlamak konusunda kilit bir rol üstlenecekti. İlerleyen yıllarda Uğur Mumcu, Muhammed Kengerli ile Federal Almanya arasındaki bağlantının MHP’li Enver Altaylı tarafından sağlandığını yazacaktı.[1]

Özgürlük Radyosu’nda görev alan bir diğer kişi de Nazilerin Türkistan Lejyonu’nda subay olarak görev yapan ve savaştan sonra CIA’e çalışan Ruzi Nazar’dı.[2] Nazar, daha sonra Türkiye’de CIA’in İstasyon Şefi olarak görev yürütecek ve uzun yıllar Türkçü hareket ile CIA’in bağlantısını sağlayacaktı. Ruzi Nazar’ın Türkiye’den ilk tanıştığı kişi, bir Turancı olan Reha Oğuz Türkkan’dır. Türkkan yargılandığı Turancılık davasından sonra 1947’de ABD’ye yerleşmişti.  O sıralar NATO görevi nedeniyle Pentagon’da bulunan Alparslan Türkeş’le de bir başka Turancı olan Altemur Kılıç sayesinde tanışmışlardı. Altemur Kılıç ise o dönemde Washington Büyükelçiliği Basın Müşavirliği görevini yapmaktaydı. Tesadüf o ki, Ruzi Nazar da radyodaki görevinden sonra CIA tarafından Washington’a getirilmişti(!) Türkiye’de Türkçü akımın her figürünün geçmişinde bir NATO ya da ABD ilişkisi bulmak mümkündür. Buradan hareketle, Türkkan, Türkeş, Kılıç ve Nazar’ın buluşma adreslerinin ABD olması tesadüf sayılmamalıdır. Görüleceği üzere, ABD emperyalizmi Sovyetlerin etkisini kırmak için Türkçü-Turancı isimleri yan yana getirerek hamilik görevini üsleniyor ve Türkçü örgütlerin yolunu açıyordu.

Türkiye burjuva sınıf da kendi üzerine düşen görevleri yerine getirmekte oldukça hünerliydi. ABD doktrinine uygun olarak 1950 yılında Kore’ye asker gönderen Türkiye, bundan iki yıl sonra, 1952 yılında Yunanistan’la bilirlikte NATO’ya alındı. Ardından, 1953 yılında Sovyetlerin Doğu Avrupa’daki etkisini azaltmak için oluşturulan Balkan Paktı’na katıldı. Aynı yıl kurulan Bağdat Paktı’na da katılan Türkiye, komünizmle mücadele konusunda oldukça aktif bir siyaset izledi. Bugün hala varlığını sürdüren İncirlik Üssü’nün 1954 yılında ABD’ye verilmesi de aynı siyasetin sonuçlarından biriydi. Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin de içinde bulunduğu emperyalist projenin adımları olarak hayata geçirildi.

Dış politikada bunlar yaşanırken ülke içine de önemli gelişmeler yaşanmıştı. 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi Türkiye sermaye sınıfı açısından emperyalizmle daha uyumlu ilişkilerin kurulması anlamına geliyordu. DP iktidarı Türkiye’nin sağcılaşma dinamiklerini hızlandırırken, antikomünist örgütlenmelerin de yaygınlaşmasını kolaylaştırdı.

“Türk Gençlik Teşkilatı, Türk Kültür Derneği, Türk Kültür Ocakları, Genç Türkler Cemiyetleri gibi dernekler komünizmle mücadele esasına göre kurulan ve bu doğrultuda hareket eden örgütlenmelerdi. Öte yandan uzunca bir süredir bu derneklerin bir araya gelmesine yönelik düşünsel bir mesai yürütülmekteydi. Mayıs 1950’de Milliyetçiler Federasyonu, sonrasında ise bu federasyonun kendini feshiyle Nisan 1950’de Türk Milliyetçiler Derneği (TMD) kuruldu.” [3]

1950’lerde kurulan örgütlerden biri de Komünizmle Mücadele Dernekleri’ydi. İlk şubesini Zonguldak’ta açan dernek, Türkçü isimlerden Nihal Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar tarafından kurulmuştu. Derneğin ilk şubesini Zonguldak’ta açmasının nedenlerinden biri TKP’nin bir işçi kenti olan Zonguldak’taki örgütlülüğüydü.

Altan Deliorman ve İlhan Darendelioğlu tarafından kurulan Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği (TKMD) ise 1956 yılında kurulan başka bir antikomünist örgütlenmeydi. Dernek, Peyami Safa, İsmail Hami Danişmend, Zeki Velidi Togan gibi dönemin Türkçü yazar ve tarihçiler ile konferans ve seminerler düzenleyerek “komünizm belasını” anlatmakla görevliydi.[4]

Komünizmle mücadele için kurulan ve aynı isimi taşıyan başka bir dernek de 1963 yılında İzmir’de kurulan Türkiye Komünizmle Mücadele Derneğidir (TKMD). Dernek, 1944 yılında Irkçılık-Turancılık davasından bilinen Fethi Tevetoğlu ve Said Nursi’nin öğrencilerinden Bekir Berk gibi isimlerin öncülüğünde kuruldu. TKMD’yi önceki derneklerden ayıran şey ise Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in derneğin fahri başkanı olmasıydı. Dernek bu sayede “kamu yararına çalışan dernek” statüsüne alınarak her yıl bütçeden 100 bin liralık ödenek almaktaydı.[5] TKMD’nin Said Nursi ile bağlantısıysa Bekir Berk’ten ibaret değildi. O yıllarda derneğin Erzurum şubesinde Fethullah Gülen ismi öne çıkmaktaydı. Gülen birkaç yıl sonra derneğin de merkezi olan İzmir’e vaiz olarak atanacak, ardından Kestanepazarı’nda ayrı bir dernek kurarak yoluna devam edecekti. Dönemin en etkili antikomünist derneği olan TKMD, 1969 yılında Amerikan 6. Filosu’nu protesto eden solcu öğrencilere yapılan kanlı saldırının (Kanlı Pazar) da mimarları arasındaydı.

Türkiye’de solun toplumsallaşmasını durdurmaya dönük saldırılar o yıllarda kurulan antikomünist örgütler tarafından sistemli bir biçimde sürdürülmüştür. Komünizmle mücadele dernekleri dışında, Milli Türk Talebe Birliği, Ülkü Ocakları da bu kervana katılan diğer örgütlerdir. 60’lı yıllarda Sosyalist Fikir Kulübüne karşı oluşturulan Hür Düşünce Kulübünün (HDK) kurucuları arasında hayli ilginç isimler göz çarpmaktadır.

“Hür Düşünce Kulübü’nün başkanı Hasan Celal Güzel idi. İkinci Başkan Melih Gökçek, Yayın Kurulu Başkanı Mehmet Keçeciler, Muhasip Üye Abdülkadir Aksu, diğer yönetim kurulu üyeleri Veysel Atasoy ve Atilla Koç’tu. İleride içlerinden iki genel başkan, altı bakan çıkacak olan bu ilk yönetim kurulunun yedinci üyesi, daha sonra siyasi yelpazenin soluna geçecek olan Murat Karayalçın idi. 12 Eylül sonrası Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin (SHP) başına geçecek, Dışişleri Bakanlığı yapacaktı. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz da bir dönem Hür Düşünce Kulübü’nün yönetiminde bulunmuştu.”[6]

Bir ABD açılımı olarak Türkçülük

Türkiye’de sağ siyasetin temelleri antikomünizmle atılmıştır. Türkiye burjuvazisinin ABD ile kurduğu ilişki bir bağımlılık ilişkisine dönüşürken, Türkçü-Turancı akımların örgütlü olarak siyaset sahnesine çıkması ABD eliyle gerçekleşmiştir. Türkiye’nin dışında diğer Türk coğrafyasında da Türkçülük işlevli bir araç olarak sosyalizme karşı kullanılmıştır. Pentagon belgelerine yansıyan şekliyle: “Türkler politik anlamda güçlü bir milliyetçi ve antikomünist anlayışa sahipler. Ve Kızıl Ordu’nun Türkler içinde varlık göstermesi milliyetçi duyguların kabarmasına neden olacaktır.”[7] denmektedir. Ancak bu genelleme bir durum tespitinden öte, emperyalizmin bir temennisi olarak okunmalıdır. Türkçülük ya da Türk-İslam sentezi, sonuçları itibariyle, bağımsızlıkçı olmadığı gibi tam tersine emperyalizmle bir bağımlılık ilişkisi üzerinden yaşamını sürdürmektedir.

Cumhuriyet arifesinde Almancı, İngilizci mandacılardan tutun İkinci Dünya Savaşı’ndaki Nazi özentilerine, Soğuk Savaş’tan günümüze uzanan ABD hayranlığına kadar, Türkçülük hiçbir dönemde kendi omurgası üzerinde durmayı becerememiştir. Oysa Sovyetler Birliğinde yaşayan onlarca halk ilk kez kendi dillerinde okuyup yazmışlar, kendi kültürlerini ve alt kimliklerini sosyalizmde yaşatabilmişlerdir. Sovyetlerin çözülüşü sonrası Kafkasya ve Türkistan’da bulunan ülkeler, bırakın bağımsız olmayı egemen bir devlet görünümü bile verememektedirler. Sosyalist dönemde uzaya giden Kazak kozmonot Toktar Ebubekirov’un ülkesinin durumu şimdilerde içler acısıdır. Sosyalizm sayesine uzaya giden ilk Türk kökenli kozmonot olan Çavuşistanlı Andriyan Nikolayev’i de bu başlıkta hatırlamakta fayda vardır.

Türkiye’ye gelince, ülkücü hareketin liderlerinden Alparslan Türkeş, Türkçü camia içinde ABD’nin yönelimlerini anlayarak pozisyon alan ilk liderden biri olarak bilinmektedir. MHP’nin (o zamanki adıyla CKMP) 1969 Adana Kongresinde partisi Türkçülükten, Türk-İslamcı bir çizgiye yerleştiğini ilan ederek ABD’nin antikomünist doktrininin omurgasını oluşturmuştur. Türkeş’in yakın “çalışma arkadaşı” Özbek asıllı Ruzi Nazar’ın bir CIA şefi olması ise milliyetçi camia açısından “caiz” görülmektedir. Başka bir Özbek asıllı isim olan Enver Altaylı ise MİT ajanı olarak çalıştıktan sonra, uzun yıllar MHP’de görev almış ve farklı yıllarda Türkeş’in, Özal’ın ve Demirel’in danışmanlığını yapmıştır. Altaylı’nın o günlerde CIA ve Alman istihbaratı için çalıştığı artık bir sır değildir. Sovyetler’in dağılma sürecinde Orta Asya’ya giden Altaylı, Özbekistan’da ve bölge ülkelerindeki darbeleri örgütlemekle de suçlanmaktadır. Altaylı ayrıca Fethullah Gülen’in Asya’daki okullarında uzun yıllar faaliyet göstermiştir. Altaylı bugün, 15 Temmuz darbe girişimiyle bağlantılı olarak Fethullahçılıktan hapis yatmaktadır.

Tüm bu karmaşık ilişkiler Türkçülüğün sözde vatanseverlik adı altında emperyalizme hizmet ettiğini göstermektedir. ABD’nin ve NATO’nun çıkarlarının bugün vatanseverlik gibi gösterilmesi mücadele edilmesi gereken bir başlıktır. Azerbaycan’ın, Özbekistan’ın ya da Türkiye’nin yakın tarihinde başına gelen tüm felaketlerin kaynağında emperyalizm ve onunla bağlantılı ilişkiler yatmaktadır. Çözüm ise milliyetçilikten ve kapitalizmden uzak, antiemperyalist bir yurtseverlikten geçmektedir.

[1] Murat Yetkin, Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı, İstanbul: Doğan Kitap, Sayfa: 33

[2] Azerbaycan Milli Birlik Komitesi kurucusu Abdürrahman Fatalibeyli, Müsavat Partisi’nden; Halil Hasmehmedov, Şefi Rüstembeyli, Nağı Şeyhzamanlı, Fuat Emircan, Kuzey Kafkasya Lejyonu’ndan; Alihan Kantemir, Sultan Kılıç Girey, Ahmed Nabi Mogama gibi isimler de benzer lejyonlarda Nazi saflarında savaşmışlardır.

[3] Fatih Yaşlı, Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş – Türkiye ve Soğuk Savaş, İstanbul, Yordam Kitap, Sayfa: 123

[4] Fatih Yaşlı, Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş – Türkiye ve Soğuk Savaş, İstanbul, Yordam Kitap, Sayfa: 127-128

[5] Fatih Yaşlı, Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş – Türkiye ve Soğuk Savaş, İstanbul, Yordam Kitap, Sayfa: 202-203

[6] Murat Yetkin, Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı, İstanbul: Doğan Kitap, Sayfa: 41

[7] Daniele Ganser, NATO’nun Gizli Orduları, İstanbul, Güncel Yayınları, Sayfa: 395