Salgın günlerinde kapitalist Türkiye’nin sağlık hizmetleri

Son günlerde AKP iktidarının ve yandaşların koronavirüs salgını sonrası “başarı öyküsüne” odaklandığı anlaşılıyor. Gerek ortaya konan yaklaşımlar gerekse yandaşlar tarafından yapılmaya başlanan propaganda, sağlıkta dönüşüm ile tam boy piyasacılığa geçen AKP’nin virüs salgınını da siyasi ranta çevirmeye çalıştığını gösteriyor.

Salgın günlerinde kapitalist Türkiye’nin sağlık hizmetleri

AKP ve sermayenin “başarı öyküsüne” hazır mısınız?

Son günlerde AKP iktidarının ve yandaşların koronavirüs salgını sonrası “başarı öyküsüne” odaklandığı anlaşılıyor. Gerek ortaya konan yaklaşımlar gerekse yandaşlar tarafından yapılmaya başlanan propaganda, sağlıkta dönüşüm ile tam boy piyasacılığa geçen AKP’nin virüs salgınını da siyasi ranta çevirmeye çalıştığını gösteriyor.

Geçtiğimiz hafta Cüneyt Özdemir’in Türkiye’de sağlık sisteminin iyi olduğu ve beğenmeyenleri İngiltere’ye gidebileceğini söylemesinden sonra yandaş Sabah gazetesinden Mahmut Övür de köşe yazısında AKP iktidarının sağlıkta piyasacılık ve sosyal güvenliği tasfiye politikalarını parlatmak amacıyla bazı yazılar kaleme aldı.

Bunlar ile birlikte koronavirüsle mücadele üzerinden Cumhurbaşkanlığı katından başlayarak salgın esnasındaki ortaya çıkan bazı “pozitif” noktalar üzerinden sermaye düzeninin aklanması ve sağlıkta piyasalaşmanın kutsanması arayışının baskın olduğunu, Türkiye açısından salgın nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın bunun bir “başarı öyküsüne” tahvil edilmeye çalışılacağının anlaşıldığı bir ortamdan geçmekteyiz. Bu açıdan ortaya konulan argümanları değerlendirmek ve yaldızlarının altında ne olduğunu göstermek önem taşıyor.

“Türkiye’de çok iyi işleyen bir sosyal güvenlik sistemi var”

AKP’nin kendinden önceki iktidarlardan devraldığı ve nihayete erdirdiği neo-liberal ekonomik açılımlar ve paketlerden en önemlisi sosyal devletin tasfiyesi ve sosyal güvenlik sistemindeki dönüşümdür. Bu atılan adımların, AKP’den önceki dönemlerde ve AKP’nin ilk dönemlerinde IMF’den alınan kredilerin karşılığı olan yapısal dönüşümler olduğunun öncelikle altını çizmek gerekir. Sağlık alanında atılan adım sağlık hizmetlerinin finansmanının genel bütçe yerine emekçilerden alınan Genel Sağlık Sigortası (GSS) primlerinden karşılanmasıdır. Bu durum emekçilerin cebine bir hortum takılarak sağlığın finansmanı için ekstra sigorta primleri toplanmasına dayanmaktadır. Hastanelerde randevu sisteminin teknik olarak düzenlenmesi, hastanelerin yıkılarak yeniden yapılması ya da yapılan bazı düzenlemeler içinse GSS sistemine geçişe gerek bulunmamaktadır. Sağlık hizmetlerinin ücretsiz olmasından anlaşılan şey, hastaneye gittiğinizde ne kadar para ödeyip ödemediğiniz olamaz. Zaten bu sistem hastaneye gitmeden önce muayene ücretini sizden sigorta primiz adı altında almakta, ilaç almaya gittiğinizde ise muayene katkı payı ve ilaç fark ücreti adı altında emekçilerden çeşitli ödemeler alınmaktadır. Bununla birlikte sağlık harcamalarında OECD ülkeleri içinde Türkiye’nin bulunduğu sıra GSS üzerinden yapılan övünmeyi boşa düşürecek bir noktada bulunmaktadır. Sermaye devleti ve AKP’nin sağlık alanı için ayırdığı harcamaların GSYH’deki oranına baktığımızda Türkiye, %3,3 ile 36 ülke arasında sondan ikinci sırada yer alıyor.

 

“Özel hastaneler sağlık sistemini güçlendirdi ve çoğu başlıkta oralar da ücretsiz”

AKP iktidarının “Sağlıkta Dönüşüm” adı altında attığı adımlar tam boy piyasacılık, sağlık alanında özel sektörün ve tekelleşmenin güçlenmesidir. Bu açıdan bakıldığında harcamalar bazında sağlık alanında özellikle son on yılda özel sektörün payı yüzde 25 seviyesine, önemli ameliyatlar ve yoğun bakım hizmetleri gibi yüksek gelir getirici faaliyetlerde ise yüzde 50’ler seviyesine yükselmiştir. Bugün özel sektörün emekçilere ücretsiz hizmet verdiği büyük bir yalandır. Özel hastaneler çeşitli hizmetleri için devletle yaptıkları anlaşma uyarınca normal muayene hizmetlerin çok üstünde bir meblağı devletten, yani dolaylı yoldan emekçilerden almaktadır. Koronavirüs salgını gibi zamanlarda ise vurgun peşinde olan özel hastaneler, salgın dolayısıyla ücretsiz vermek zorunda kaldıkları bazı hizmetlerin karşılığını ise katmerli bir şekilde almaktadır. Nisan ayı başında yayımlanan Sağlık Uygulama Tebliği ile birlikte koronavirüs salgını boyunca pandemi hastanesi olarak hizmet veren özel hastanelere çeşitli kalemlerde yapılan ödemeler birkaç katına çıkarıldı. Sağlık Bakanı’nın özel hastane zinciri patronu olduğu ülkemizde tüm hastaneler kamulaştırılıp tamamen ücretsiz hale getirilmedikçe bu söylenenlerin büyük bir yalan olduğunu görmek gerekmektedir.

“Şehir hastaneleri en büyük sağlık reformu”

Hastanelerin hangi temelde ve nasıl açılacağı nüfus yoğunluğuna ve toplumun ihtiyaçlarına göre planlamalı ve devlet tek elden bu işin sahibi olmalıdır. AKP iktidarı şehir hastaneleri ile özel sektörün ihtiyaçları doğrultusunda bir adım atmaktadır. Kamu-özel ortaklığı olarak gündeme getirilen şehir hastaneleri, hastanenin inşaatını yapan ve şehir hastanesi açıldıktan sonra da laboratuar, görüntüleme, otopark, temizlik, güvenlik, yemek vb… hizmetleri hastane bünyesinde vermeye devam edecek olan özel şirketlere tamı tamına 25 yıl boyunca Sağlık Bakanlığı’nın kira ödeme garantisi vermesidir. Yap-kirala-devret adı verilen sistemde devlet bütçesinden özel sektöre kaynak aktarılırken gizli bir şekilde yapılan anlaşmalarla hastanelerde yüzde 70 yatak doluluk garantisi de verildiği bilinmektedir. Aynen köprü ve otoyol geçiş ücretleri gibi. Sağlıkta sessiz devrim ve büyük reform olarak sunulan şehir hastanelerinin de arka planında emekçilerin vebine farklı bir yöntemle bir hortum daha takılması var. İsterseniz tekrar sayalım. Genel bütçenin oluşması için vergi ödüyoruz, Genel Sağlık Sigortası primi ödüyoruz, muayene katılım payı ödüyoruz, ilaç fark ücreti ödüyoruz, bir de belki de hiç gitmeyeceğimiz şehir hastanelerinin yatak doluluk parasına katkıda bulunuyoruz. Hiç gidemeyeceğimizi varsayıyoruz çünkü şehir hastaneleri genelde merkezi noktalarda değil ve ulaşım çok zahmetli.

Tüm bunlarla birlikte örneğin İngiltere’de kamu-özel ortaklığı ile birlikte sağlık alanında bugün yaşanan çöküşün temellerinin atıldığı biliniyor. Bugün özellikle AKP iktidarının ve yandaşlarının, Türkiye’deki sağlık sisteminin İngiltere’den daha üstün olduğunu ifade ederek “başarı öyküsü” yazmaya çalıştıklarını görüyoruz. Oysaki, Türkiye böyle giderse İngiltere ile aynı yolun yolcusu…

O açıdan toplum için yeni sağlık kuruluşlarının yapılması ile bunların sermayeye rant amaçlı gündeme getirilmesini ayırmak gerekiyor.

“İlaç sektörünün yüzde 80’i yerli ve milli”

Sağlık Bakanı tarafından da, yandaş kalemler tarafından da gündeme getirilen bu başlık toplumu yanıltıcı bir içeriğe sahip. Dünya üzerinden yüz milyarlarca dolarla ölçülen ilaç pazarında Türkiye nüfusu ve sağlık özellikleri nedeniyle oldukça iştah kabartıcı bir yerde duruyor. Tarihi boyunca yerli ve yabancı ilaç şirketlerine kaynak aktarımı konusunda beis görmeyen AKP iktidarı, işin karlı boyutunu gördüğü noktada özellikle yerlilik ve millilik adı altında sermayeyi kayırma operasyonuna devam ediyor. Türkiye’de SSK’nın ilaç fabrikasını ve Ulusal Aşı Üretim Merkezi’ni kapatan AKP’nin şimdi çıkıp çeşitli rakamlarla toplumu kandırması ise yaptıklarını gizleme arayışında başka bir şey olarak görülmemeli. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın ilaç gündemi ile ilgili yaptığı açıklamada yer alan ifadeleri yandaş köşe yazarı Mahmut Övür köşesine şu şekilde taşıyor ve aslında nasıl bir yerlileşmeye geçildiği anlatmaya çalışıyor.

“2016 yılında kutu bazında yüzde 75 olan imal ilaç oranı 2018 yılında yüzde 82’ye çıkmıştır. Bu oran 2019 yılı verilerine göre yüzde 87,60 olmuştur.”

Ancak aşağıdaki grafiğe baktığımızda kutu ilaç bazında yüzdenin maddi olarak aynı karşılığa denk gelmediğini, 2019 yılındaki ithal ilaç harcamalarının hala yüzde 50’ye yakın bir seviyede seyrettiğini görüyoruz.

Bir diğer oran da ilaçların ithalat ve ihracat oranları üzerinden verilebilir. Buna göre de ülkemiz hala ilaç konusunda dışa bağımlı. İthalat oranları düşmüyor tersine yükseliyor. Hatta bununla birlikte Türkiye’de üretildiği söylenen ilaçların hammaddelerinin yerli olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusu olarak karşımızda duruyor.

“Koronavirüs salgınında büyük başarı elde ediyoruz. Bu sağlıkta sessiz devrimin ve AKP’nin başarısı”

Sağlık alanında sermayeyi ihya edici politikaları gündeme getiren, sağlık hizmetlerinde adım adım devletin elini çekmesinin yolunu yapan ve piyasalaşmanın önünü açan AKP iktidarının koronavirüs salgını bile ortaya çıkan ya da çıkması muhtemel sonuçlar üzerinden bir başarı öyküsü yazmaya çalıştığı görülüyor.

Bu noktada ise ABD, İngiltere, Fransa, İspanya ve İtalya’da sağlık alanında yaşanan çöküşün karşısında Türkiye’de sağlık sisteminin başarılı olduğu ve bunun AKP sayesinde başarıldığı propaganda edilmektedir. Türkiye’de sistemin diğer ülkeler gibi çökmemiş olmasının çeşitli nedenleri olmakla birlikte bunun “özgün bir kapitalizmin” ürünü olduğunu bize inandırmaları zor. Çünkü salgınla toplumsal önlemler almadan sadece tedavi edici yöntemlerle mücadele edemez ya da kalıcı hale getiremezsiniz. Ülkemizde de yüksek düzeyde vaka görülmekte, ölümle yaşanmakta, salgın tehlikesinin henüz ortadan kalktığına dair büyük veriler bulunmamaktadır.

Uzun yıllar boyunca toplum sağlığından ziyade tedavi edici hizmetler için yapılan yatırımın bugün koronavirüs tedavisindeki görece etkisi üzerinden ortaya çıkan bazı sonuçların normal kabul edilmesi yerine abartılarak siyasi bir ranta çevrilmesi durumu ile karşı karşıyayız. Oysaki sermaye devleti salgının yayılmasının önlenmesi için toplumsal alanda çok sınırlı ve hatta yanlış adımlar atmış ve aslında arka planda adı konulmamış bir “sosyal bağışıklık” stratejisi uygulamıştır. Bunun nedenlerine bakıldığında özellikle umreden gelenlerin topluma yayılmasının izin verilmesi, yine benzeri zamanlarda yurtdışından girişlerin kontrolsüz yapılması, erken dönemde yaygın test yapılmaması, hala tarama amaçlı yapılmıyor olması ve hastaların izolasyonunun uygulanmaması, karantina merkezlerinin kurulmaması, alelacele alınmış sokağa çıkma yasağı kararı ile yaratılan panik ortamı ile virüsün yayılmasının kolaylaştırılması, maske zorunluluğu getirip toplumun bütününe maske dağıtılamaması ve emekçilerin yaygın ve toplu çalışmaya devam etmesi gibi başlıklar ilk akla gelenlerdir. Ülkemizde salgının başından beri başka ülkelere maske ve test kiti hibe edilmesi ya da satılması üzerinden bir böbürlenme hali mevcuttur. Bu örnekten çıkan sonuç, Türkiye sermayesinin öncelikle dış pazarlardaki kârlarını güvence altına aldıktan sonra kendi ülkesinin vatandaşlarına sıra gelmesinden başka bir şey değildir. Bu esnada büyük umutlarla Çin’den getirilen test kitlerinin bozuk çıkıp iade edildiği de henüz unutulmamıştır.

Bugün ülkemizde koronavirüs salgınında kullanılan tedavi protokolünün hastalığın ilerlemesini engellemesi ve hastaların toparlanması üzerindeki pozitif etkisi ise bilimsel bir mesele olup son tahlilde bunun muhatabı ya da kararını veren kurul ise salgının öncesinde şekillenmiş olan Bilim Kurulu’dur. Eğer ki, koronavirüsle mücadelede bir başarı tanımı yapılacaksa öncelikle bu kurulun üyeleri ve salgına karşı hayatını ortaya koyarak çalışan sağlık emekçileri için yapılabilir. Bunu ötesi sermaye devletinin, AKP iktidarının ve sürecin başından beri sesi çıkmayan Türkiye burjuvazisinin kendi “başarı öyküsü”nü yazarak bütün yanlışlarının üzerini örtmek ve kötülüklerini aklamak anlamına gelecektir. Bize göre iyi kapitalizm yoktur.

*Bu yazı ilk olarak haftalık Sosyalist Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır. Gazetenin 167. sayısı buradan okunabilir: