KESK'in hali: Eğitim-Sen 11. Olağan Genel Kurulu ve Sınıf

Eğitim-Sen demek KESK demektir. Yani KESK politikalarına bakmadan Kurul’daki garip tartışma ve suçlamaları, Kurul’daki heyecansız ve verimsiz havayı anlamak güçleşir. O nedenle de çubuğu sınıf sendikacılığına büktük.

KESK'in hali: Eğitim-Sen 11. Olağan Genel Kurulu ve Sınıf

Özgür Karataş

Bu yazı başlıkta da ima edildiği gibi KESK’in geldiği son duruma ışık tutma amacı taşıyor. Özelde Eğitim-Sen 11. Genel Kurul’da yaşananlara odaklansak da Kurul’da yaşananlar KESK’in genel yönelimlerine işaret ediyor. O nedenle Kurul’daki tartışmaları bir sonuç zinciri olarak görmek gerekiyor. Oysa ki yürütülen tartışmalara baktığımızda ortaklaşılan eleştiriler: Sendikadaki koltuk kavgaları, dar grup çıkarcılığı, yönetim kurullarının oluşturulma yöntemleri vb. konular. Elbette bu eleştiriler haklıdır ancak sosyalistler açısından bir koşula bağlanmalıdır. O da kamu emekçileri hareketinin, bir sınıf hareketi olarak kavranması ve bunun pratiğe aktarılmasıdır. Denilebilir ki bu zaten bilindik bir gerçek. Ama KESK ve ona bağlı sendikal hareket içerisindeki yönelim ve pratikler bu gerçeklere karşı sırtını dönüyor. O halde eleştiriyi buraya odaklamalıyız.

Başka bir şekilde şöyle diyebiliriz: KESK’in asıl sorunu sınıfa sırtını dönmesidir. Bu, şu anlama da gelir: KESK, sınıfın örgütlü gücü yerine başka dinamikleri geçirmek istemektedir. Yukarıda bahsettiğimiz diğer eleştirileri ancak bu şekilde anlamlandırabiliriz, aksi halde havada asılı kalıyor. Bu bağlamda Kurul sonrası sendikaya hakim siyasetlerin kendi yayın organlarından yaptıkları açıklamalar ve suçlamalar da “KESK’in hali”nden başka bir şey değildir. Örnek mi? Koltuk kavgası eleştirisi yapan anlayış bizzat kendisi yıllarca bu pazarlıkların parçası oldu. Yani bu siyasetlerin yaptığı eleştiriler KESK’in olduğu kadar kendi problemleridir de. Hiçbir biçimde günahlarını sırtlarından atamazlar. KESK’i bu hale getiren bizzat onlardır!

Diğer yandan bu eleştiriler için eklektik de diyebiliriz çünkü ya sınıf temelinden kopuklar ya da sınıf hareketinin üstünü örtmektedirler. Bunu bir örnekle açmaya çalışalım. Örneğin Kurul’dan çekilme kararı alan bir grup, açıklamasında Kurul’daki sorunun Eğitim-Sen’i kimin “temsil” edeceğinden doğduğunu iddia ediyor. Oysa “o mu temsil edecek yoksa öbürü mü?” türünden bir yüzeysellik ve meseleyi bağlamından/bütünlüğünden koparan bir bakış, sınıfın örgütlü gücüne olan inançsızlığın üstünü örtmektedir. Kurul’un verimsiz, başarısız ve heyecandan yoksun geçmesi bu söylediklerimizi doğrular niteliktedir. “Koltuk kavgası/taht kavgası” suçlaması da aynı temele sahiptir: Kim yönetecek? Yani sınıf içeriğinin dışında kurgulanmış bir suçlama. Demek ki bizim açımızdan eleştiriler kamu emekçilerinin sınıf çıkarları temelinde ve bir bütünlük temelinde yapılmalıdır.

Siyaset-Sendika denklemi

Öncelikle KESK’teki temel problemin sınıftan kaçış olduğunu tespit etmiş olduk. Hemen ardından şu tespiti de yapabiliriz: KESK’e hakim güçler de sınıfsal içerikten her geçen gün uzaklaşmış hatta bazıları ise sınıfı doğrudan inkar etmiştir. Bu, kendiliğinden ortaya çıkan bir durum olamaz. Politik tercihler, emperyalist-kapitalist sistemin 1990’larla birlikte tek kutuplu güç olması bütün devrimci hareketin programlarına yansımıştır. 1990’larda Sovyet devletinin yıkılmasıyla ortaya çıkan Fukuyamacı teze göre kapitalizm tek egemen sistemdir ve tarihin sonu olarak ebediyen yaşayacaktır. Bu tez kapitalizmin ideolojik argümanı olarak sol içine de empoze edildi. Solun bir kısmının liberalleşmesinin temelinde bu teze bir şeklide sarılmak yatar.

Diğer taraftan emperyalist devletlerin oluşan Sovyet boşluklarını değerlendirerek bölgemizde egemen güce dönüşmesi ulusal hareketlerin yönünü kendilerine doğru değiştirmesini sağlamıştır. Böylece sol iddiası taşıyan birçok gelenek emperyalist ülkelerin işbirlikçisi haline dönüşmüştür. Bu da solun emek ve sınıf hareketine bakışını temelde değiştirmiştir.

Peki pratikte bu iki etkiyi nasıl somutlayabiliriz? Bunun en açık göstergeleri KESK ve ona bağlı sendikaların kurullarının “barış ve demokrasi” şenliğine dönüştürülmesidir. Hiç tereddütsüz belirtelim ki barış ya da demokrasi talepleri sınıf mücadelesinin yerine geçirilmiştir. Oysa ki emekçilerin kurtuluşu ancak sınıfın örgütlü gücüne ve onun siyasetine dayanır.

Sendikalar ve siyaset ilişkisini kurarken bizim açımızdan bu iki olgunun önemini kısaca şöyle açıklayabiliriz:

1. Sendikalar emekçilerin sınıf örgütü olarak onların kurtuluşa giden kavgada “okul” olma işlevi görür.

2. Siyaset ise kabaca söylersek sınıf kavgasının açık bir ifadesinden başka bir şey değildir.

O halde şu sonuca varabiliriz: sınıftan ve onun örgütlü gücünden kaçış kendi pratiklerini siyasi alanda gösterir hatta siyasi alana yön verir. Nitekim KESK için somutlarsak, ülkemizde sınıf hareketinin politik ihtiyaçları ortadayken siyaseti belirleyenin etnik, çevreci/ekolojik ve cinsiyet temelli politikalar olması ya da bunlara öncelik verilmesi kabul edilemez.

Bizim açımızdan ise Lenin’in ifadesiyle, “siyaset ekonominin en yoğun ifadesidir” ve “siyaset ekonomiye öncelik taşır.” Elbette her dönemin özgül koşulları ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçları farklılık gösterir. Lenin döneminde bu ifadeler, Sovyet devletinin sınıf temelinde inşa sorununa sıkıca bağlıdır. Demek ki bizim gibi kapitalist sömürü düzeninde Lenin’in ifadeleri politik mücadelenin sınıf mücadelesi temelinde örgütlenerek doğrudan sermaye iktidarını hedef almalıdır. Örneğin bu bağlamda şu sorular akla gelebilir: Feminist mücadele iktidara karşı verilmiyor mu? Etnik/ulusal talepler meşru değil mi? Bu sorular çoğaltılabilir ama burada keselim ve temel itirazımızı şöyle ifade edelim: Genel anlamda bu mücadele tarzları iktidarların sermaye karakterlerine karşı gözlerini kapatmaktadır. Örneğin güncel siyasette kadın hakları, kadına yönelik şiddete karşı mücadele konusundaki talepler elbette meşrudur ama emekçi eksenden kopuk mücadeleyi kimse sınıf mücadelesi diye geçiştiremez. Nitekim bu durum KESK tüzüğündeki şu süslü sözlerde de karşılığını buluyor: “1.i) Ekolojik denge ile tarihi ve kültürel çevreyi korumayı ve üretim süreçleri içerisinde zarar görmemesini sağlayacak sendikal inisiyatifleri geliştirmeyi hedeflemeli.”

Bu alıntı bağlamında ilk olarak “üretim süreçleri”nden ne anlamalıyız?” Bizim açımızdan anlaşılacak şey, sömüren-sömürülen ilişkisi veya çelişkisidir. İkinci olarak sendikaların görevi ne olmalıdır? sorusuna odaklandığımızda sendikalar bu çelişkide sömürüye uğrayan emekçinin mücadele örgütü olarak öncülük etmelidir. Oysa Tüzük maddesinde vurgu sömürülen sınıfa değil ekolojik denge, tarih ve kültürel çevreye indirgenmektedir. Çünkü amaç çevreci, etnik kimliğe indirgenmiş böylece sınıfın iradesi güme gitmiştir. Demek ki KESK’te etnik temelli siyaset sınıf temelli siyaseti kuşatarak ortadan kaldırmıştır.

Bunun en açık halini Kurul’daki bir deklarasyonda görebiliriz: “Temel çelişki Devletli Uygarlıkla Demokratik Uygarlık arasındadır.” Bu ifadeler Kurul’dan emekçilere yönelirken bizzat onların gözüne baka baka sınıfsal çelişkiyi inkara varmıştır. Çok açık ki bu siyasi argümanın temelinde bölgemizdeki emperyalist projelere onay verme ve bu projelerde “demokratik” bir rol alma isteği yatmaktadır. Demek ki kurtuluş umudu emekçi sınıflara güvenden emperyalist merkezlere kaymıştır. Bu siyaset sayesinde sınıfın mücadele programı da çöpe atılmıştır.

Türkiye siyaseti işçi düşmanı AKP tarafından 2013’te çözüm süreciyle yeniden dizayn edilirken KESK Genel Başkanı Lami Özgen akil adam olmaya uygun görülmüştü. Sınıf düşmanlarıyla oturup “demokrasicilik” propagandasına girişen bir sendikal kimlik itibarsızlaştırılmış ve emekçilerin gündeminden uzaklaştırılmıştır. Yani KESK kamu emekçilerine yabancılaşmıştır. Bu da KESK’te egemen siyasetlerin reformist karakterlerinin sonucu olarak görülmelidir ve hepsi garip suçlamaları bırakıp emekçilere hesap vermelidir!

1990’larda temel itiraz, sendikaların siyasetten uzak kalmasına yöneliyordu günümüzde ise temel itiraz yanlış siyasallaşma olarak yapılabilir. Her ne kadar sınıf mücadeleleri dünyada ve ülkemizde zayıflasa da KESK bundan azade değildir, yani doğrudan bu zayıflığın sorumluluğunu taşımaktadır. O nedenle mücadelede sınıf yerine kimliklerin geçirilmesi meşru kabul edilemez. Bu durumun baş göstermesinde ana çizgi kamu emekçi hareketinin düzen içi çizgisidir. Tabi ki ücret talepleri, kimi sosyal haklar sendikaların gündeminde olacaktır ancak sendikaların programları düzen içine hapsedilemez. Bizlerin temel itirazı burada düğümlenmektedir, yoksa Kurul’dan çıkıp vicdan rahatlatan açıklamalara sığınarak yapılamaz.

Sınıfa yabancılaşma

Bu kavram söylemle sınırlandırılamaz. Öncelikle 1990’ların ortasında kamu emekçileri tarafından kazanılan bir hak olarak sendikal örgütlenme hakkı alındıktan kısa süre sonra emekçilerin güncel ve tarihsel çıkarları KESK yönetimleri tarafından ihlal edilmeye başlandı. Bu tespit niyet sorgulamasına sıkıştırılmamalıdır çünkü emekçilerin gündeminden uzaklaşmak niyetin ötesinde politiktir. Yani sendikanın politik yönelimleri emekçileri sınıf gündeminden uzak tutmayı getirmiştir. Peki bu yönelimler nasıl ortaya çıktı?

a) özelleştirmeler

Bunu anlamak için kamu emekçi hareketlerinde bazı kırılma noktalarına bakalım. 1990’lar bir yandan KESK’ in kurulduğu böylece örgütlenme hakkının da kazanıldığı diğer yandan kamu kaynaklarının yok edildiği yıllardır. Hatta kamu kurumları çeşitli bahanelerle suçlanarak (verimsiz çalışma, devlete ek yük olma vb.) bir bir satılmaya başlandı. Yani özelleştirme politikasıyla sağcı iktidarlar 1990’larda önemli bir kamu tasfiyesine girişmişti. Bunun en somut uygulamalarını da AKP yaptı. 2000’li yıllar ise özelleştirme furyasının yaygınlaştığı yıllar olmuştur. Bu politikalara karşı KESK ne yaptı? Ülkemizin en önemli kurum-kuruluşları (Petkim, Tüpraş, Telekom, Erdemir sadece bazılarıdır) satılırken KESK hiçbir mücadele programı üretmedi sadece kimi özelleştirme karşıtı eylemlere başkanlar düzeyinde katılmaktan başka. Oysa tüm üyelerine ve kamu emekçilerine bir eylemlilik programı çıkarmalıydı, ama KESK bunu geçiştirmeyi tercih etti. Tabi ki kamu emekçilerinin gücü de eğitim ve sağlığın özelleştirilmesiyle iyice kırılacaktı.

b) sendikal bürokrasi

Sendikal hareketlerde bürokratik eğilimler nasıl güçlenir? diye sorarsak baştan yanıtlayalım: Sınıf mücadelesinden ve onun pratiklerinden kaçmak bürokratik eğilimleri besler. Bizlerin ise temel mücadele argümanı ve pratiği sınıf sendikacılığıdır. Yani ancak sınıf sendikacılığı sayesinde bürokratik tutumlar aşılabilir.

Somut alarak söylersek, kamu emekçileri tabanı ve KESK üyeleriyle, KESK’ in bağları kopmaktadır. İş yerlerinde oluşan emek gündemleri, ekonomik krizler, sosyal haklar konularında KESK ve bağlı sendikalar hiçbir kalıcı ve mücadeleci tutum geliştirememiştir. Eğitimin ve sağlığın gerici ve piyasacı karakterine karşı mücadele örgütlemeyen Eğitim-Sen ve SES ile karşı karşıyayız. Salt gündeme yönelik geçiştirici açıklamalar mücadele programı çıkaramamıştır. 4+4+4 başlığında, eğitim müfredatının değiştirilmesi, dincileşme vb. başlıklarda KESK süreci izlemiştir.

15 Temmuz sonrası çıkarılan KHK’larda yaklaşık 5 bin üyesi ihraç edilen KESK iyice paralize olmuştur. Öyle ki kendi üyesine, ihraçlarına sahip çıkamayan bir KESK söz konusudur. KHK’lar aslında solun kamudan tasfiye edilmesidir. KESK Tekel eylemlerinde olduğu gibi tüm kamu emekçileri tabanını bir Ankara eyleminde direnmeye çağıran ve diğer emekçilerle ortak bir mücadele programı oluşturulması gibi önerilere kulak tıkadığında tabanından da kopmuştur. Haliyle ortaya çıkan diğer eylemliliklere de burun kıvırmış ve onları boğmuştur. Yüksel direnişçileriyle kavga ederek kendi öz gündeminin üzerini örtmüştür. Kurul’da bazı Yüksel eylemcilerinin ihraç edilmesi de bu amaca hizmet etmektedir.

İhraçlar başlığında KESK hiçbir kurul vb. oluşum kurmayarak kendi üyelerinin de mücadele taleplerini etkisiz hale getirmiştir. Mesele grup kavgalarına indirgenmemeli, emekçi tabandan kaçışı gözden kaçırmamalıyız.

KESK’ teki bürokrasinin bir sonucu olarak KESK üye sayısını verebiliriz. 2012 yılında 240 bin olan üye sayısı 2020 yılında 137 bine düşmüştür. Neredeyse yüzde 50’ye yaklaşan bir niceliksel erime gerçekleşmiştir. Bunu korku, baskı vb. gerekçelerle açıklayamayız. Nitekim erime AKP’nin liberal dönemlerinde de sürmüştür. Asıl neden olarak kamu emekçileri içerisinde ortaya çıkarılan kimlik politikaları olarak görülebilir. Bu başlıklar emekçi tabandaki birliği bozmuş, emekçileri yıldırmış ve umutsuz bırakmıştır. Bunun da ötesinde KESK’te sınıf uzlaşmacılığı ortaya çıkmıştır. O halde özetle denilebilir ki KESK sınıf siyaseti yerine burjuva siyasi argümanlara sığınarak tabanından ve emekçilerden kopmuştur.

Sonuç olarak

Kısır bir Eğitim-Sen Genel Kurul’undan yola çıkarak KESK’e bakmaya çalıştık. Eğitim-Sen KESK’in nicelik açısından en büyük sendikasıdır. Bu oran yüzde 60 civarındadır. O halde Eğitim-Sen demek KESK demektir. Yani KESK politikalarına bakmadan Kurul’daki garip tartışma ve suçlamaları, Kurul’daki heyecansız ve verimsiz havayı anlamak güçleşir. O nedenle de çubuğu sınıf sendikacılığına büktük.

Önümüzdeki dönemi kamu emekçileri içerisinde örgütlenerek kazanmaktan başka çaremiz yok. Ülkemizdeki ekonomik kriz gerçeğini görmezlikten gelemeyiz. Bu gerçeklik bize alan açmalıdır. Ama KESK ve bağlı sendikalar artık sınıf gündemine çubuğu bükmeli, sınıf sendikacılığına yaslanmalıdır. Umut emekçi sınıftadır!