Küresel köyün lümpenleri

Küresel köyün lümpenleri, medya ve siyaset dünyasındaki ‘cool’ görünümlü cahil ve nobran rol modelleriyle özdeşlik kurarak kendilerini geliştirmeyi reddediyor.

1990’lı yılların Türkiye’sinde, devlet tekelini kaldıran yasal düzenlemelerle yayın hayatına başlayan özel televizyon kanallarının, iletişim düzenini daha çoğulcu ve demokratik bir yapıya kavuşturacağı düşünülürdü. Aynı yıllarda, tek seçenek olarak dayatılan neoliberal küreselleşme anlayışına göre ulusal sınırlar anlamını yitirmiş, Marshall Mc Luhan’ın geleceğin dünyasına ilişkin ‘küresel köy’ öngörüsü önem kazanmıştı. Telekomünikasyon alt yapılarının geliştirilmesiyle yaygınlaşan internet kullanımı, bireysel haberleşme olanaklarını büyük ölçüde artırınca ifade özgürlüğünün artık engellenemeyeceği görüşü ağırlık kazandı. Donanım ve yazılım alanındaki ilerlemelere koşut olarak 21. Yüzyıl, dijital çağ ya da bilgi çağı olarak adlandırıldı. Ardından farklı amaçlara yönelik çok sayıda platform, dijital sosyalleşmenin başat konuma gelmesini sağladı. Örneğin 2020 yılı itibarıyla küresel ölçekte  Facebook 2,4 milyar, YouTube 2 milyar, Instagram 1 milyar, TikTok 800 milyon, Twitter ise 340 milyon üyeye ulaştı[1]. Dolayısıyla hem şirketler, hem de siyasal iktidarlar bu platformlara üye olan milyarlarca insanı, gözetim ve denetim altında tutabilmek için stratejik ve teknolojik üstünlüklerini artırdılar. Dijital çağda bireyin özgürleşeceği, demokrasinin gelişeceği gibi masallara inananlar, teknolojik devrimin sınıfsal hegemonyadan ve onu temsil eden iktidarlardan bağımsız işleyebileceğini varsaymıştı. Sonuçta, siyasal rejimlerin özgürlüklerin kullanımına getirdiği sınırlamalar, bireylerin lehine ya da aleyhine farklılık gösterse bile mülkiyet ve sınıf ilişkilerinin temel belirleyici olduğu bir kez daha kanıtlanmış oldu.

Yüzeysel olanla yetinmek

İletişimi bireyselleştiren yeni teknolojik araç ve ortamlar sayesinde, dijital dolaşımdaki fotoğraf ve videonun yanı sıra mesaj, bilgi, haber, yorum gibi yazılı paylaşımların sayısı sürekli artıyor. Dijital dünyalılar ise her gün maruz kaldıkları ileti bombardımanı karşısında bir süre sonra kayıtsızlaşmaya başlıyor. Herbert A. Simon’un belirttiği gibi bilgi bolluğu, dikkat kıtlığına neden oluyor[2]. Mecraların doğası, çok sayıda paylaşıma olanak tanıdığı için bireyin seçici algısı, filtre işlevi görüyor. Ayrıca, kullanıcılar dikkat çekmek üzere kurgulanmış çok sayıda siyasi ya da ticari amaçlı iletiyle karşılaşıyor. Daha çok sansasyonel özellikler taşıyan bu tür içerikler, iletişim profesyonelleri tarafından hedef kitlelerinin dikkatini ve algısını yönetmek amacıyla kurgulanıyor.

Dijital dünyadaki trafiğin hızlı akışına yetişmeye çalışan kullanıcılar, 7000 karakterlik bir köşe yazısı okumaktansa 280 karakterlik 25 adet tweeti okumayı yeğliyor. Özellikle sözlü kültürden ekran kültürüne ani geçiş yapmak zorunda kalan bizim gibi toplumlar, yazılı kültüre pek aşina olmadıkları için okumak, eğlenceli bir eylem olarak görülmüyor. İnceleyecek sabrı olmayan, yüzeyselliğin ve vasatlığın tuzağına düşmüş kitleler, önyargılarına tutunarak özgüven içinde yaşıyorlar. Filtre balonlarının sunduğu steril alanlarda kendi çalıp oynayanlar, beslendikleri taraftarlık kültürünü de yeniden üretiyor. Sosyal medya kullanıcıları için takip ettikleri ‘bilirkişiler’, kanaat önderi olarak işlev görüyor; olup bitene, onların görüşleri üzerinden taraf olmak pragmatik bir yol olarak benimseniyor. Kaynağa duyulan güven üzerinden yürüyen bu süreç, düşünmekten çok inanmaya dayanıyor. Ortak platformlarda, beyin kaslarını geliştirecek düşünme pratikleri yerine daha çok çene kaslarını geliştiren öfke pratikleri göze çarpıyor. Trollerin yönetiminde karşıt görüşlerin değil, bunları savunan insanların çarpıştığı dijital bir kör dövüşü sürüp gidiyor…

Yüzeysellik ve vasatlık, gerçekte postmodern dönemin yükselen değerleri arasında yer alıyor. Örneğin “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik” diyen pop arabeskçi,  edindiği servetinin hiç değilse bir bölümünü entelektüel gelişimi için kullanmayı aklından bile geçirmemiştir. Benzer biçimde, dönemin lümpenleri de medya ve siyaset dünyasındaki ‘cool’ görünümlü cahil ve nobran rol modelleriyle özdeşlik kurarak kendilerini geliştirmeyi reddediyor. Bu yüzden, neoliberal küreselleşmenin siyaset dünyasına ‘armağan’ ettiği sağcı popülist liderler, lümpen kitleyle benzeştikçe oy oranları artıyor!

Tüketim kültürü lümpen seviyor

Bireylerin zihinsel ve duygusal açıdan sığlaşmasına neden olan bir diğer etmen de tüketimin idealize edilmesidir. Postmodern dönemde tüketim, insan yaşamının temel amacı haline getirilmiş, dijital dünya ise alışverişi kolaylaştıran iklimiyle tüketici için cazibe merkezi olmuştur. Tüketim odaklı toplumsallaşma, bireyleri yüzeyselliğin ve vasatlığın tuzağına düşürerek sınıf bilinci geliştirmekten de alıkoymuştur. Birey, sınıfsal kimliği yerine müşteri kimliğiyle toplumsal yaşama dahil olabildiği ölçüde sistemle barışık yaşamaktadır. Sınıf ilişkilerini maskeleyen tüketim kültürünü irdeleyen Amerikalı sosyolog Thorstein B. Veblen, işçi sınıfının bağımlı bir sınıf olma  durumundan kurtulamayışını, teknolojideki gelişmeler sayesinde artan toplumsal  üretimden elde edebildiği payın görece çoğalmasına bağlar. Veblen’e göre, maddi  refahtaki bu artış sayesinde orta sınıfların yaşam üslubuna öykünen ve bunu belirli bir oranda gerçekleştirebilen yeni işçi sınıfı, öğrendiği kıskanma, öykünme ve imrenme duyguları nedeniyle devrimci potansiyelini yitirmeye başlamıştır.[3]

Ülkemizde çalışan kesimin maddi refahtan aldığı pay trajik biçimde azaldığı için alım gücü de düşmüştür. Özellikle salgın döneminde, çalışanların sefalet ücretiyle yüksek enflasyona karşı direnebilmesi çok zordur. Eş deyişle, işçi ya da işsiz olsun dinci kapitalizmin ülkeyi getirdiği noktada, hiçbir yoksulun tüketici kimliğini sınıfsal kimliğinin önüne koyabilmesi mümkün değildir. Bu süreç, lümpenleşmeye karşı sınıf temelli örgütlenmeyi geliştirmek için bir fırsat olarak görülmelidir. Demokratik kitle örgütlerinin öncülüğünde, ücretli çalışanların yanı sıra  tüm diplomalı ve diplomasız işsizleri de kapsayacak platformlar ve dayanışma ağları yaygınlaştırılmalıdır. Dolayısıyla yerel ya da merkezi iktidarın siyasal propagandasına hizmet eden sosyal yardımların sınıf mücadelesini perdelemesi önlenmelidir.

İşsizliğin en önemli nedeni olan üretim ve istihdam hedefinden kopartılmış eğitim sistemi, son yirmi yılda vasat bir gençlik kitlesi peydahlamıştır. Sınav süresi, hızlı yanıt, yüzdelik dilim gibi nicel kriterlere verilen öncelik, nitel kriterlerin yitimine neden olmuştur. Siyasal iktidar, toplumun geneline geleceğe dönük ulaşılabilir somut hedefler gösteremediği için günümüz insanında kendini geliştirme motivasyonu azalmıştır. Sosyal medya ile eğlenen, tüketim hayaliyle avunan yüksek öğretime kayıtlı çoğu öğrenci, diploma almak için zaman doldurmaktan başka somut bir gelecek hedefine sahip değildir.

Küresel köye lümpen yetiştiren neoliberalizm döneminin neocahiliye versiyonu, yüzeyselleşmeyi ve vasatlaşmayı ne yazık ki her alana bulaştırmıştır. Ülkeyi çöküşe götürecek bu gidişata dur demek için bilime, akla ve ahlaka dayalı insani bir düzen kurma idealine dört elle sarılmak gerekiyor. Yüreğin sol yanda attığını bilmek, zamanın nabzını bulmaya yeter.

[1] https://medyaakademi.com.tr/2020/02/03/2020-sosyal-medya-kullanici-sayilari/

[2] https://www.nngroup.com/articles/attention-economy/

[3] https://www.j-humansciences.com/ojs/index.php/IJHS/article/view/378/267