'Kırmızı Oda' toplumsal yaralara parmak basıyor

Rüşvet, irtikap, zimmet, tehdit, şantaj, hile, gasp ve daha nice suçların, sıradanlaştığı (“kötülüğün sıradanlaştığı”) kapitalist toplumda şiddetin sonlanacağından söz edilebilir mi? Şiddeti besleyen toplumsal eşitsizliklerdir. Eşitlik, özgürlük taleplerimizi ise ancak ve ancak toplumsal bir dönüşümle kazanabileceğiz.

Tülin Tankut

Araştırmalara göre televizyon dizilerini en çok kadınlar izliyor. Diziler, pek çok kadın için artık gündelik bir ihtiyaç haline geldi. Kadına bir konuşma alanı sağladı. Tıpkı erkeklerin izledikleri futbol maçı üzerinde uzun uzun yorum yapmaları gibi, diziler de kadınların yaşama sokmaları gereken bir olay niteliği kazandı.

Psikiyatr- yazar   Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitaplarından uyarlanan “Kırmızı Oda” dizisiyse daha baştan, izleyiciye “Hep birlikte şiddetin her türlüsüne dur diyelim” mesajını sunarak farklılığını ortaya koydu.

İzlenme oranlarına bakılırsa izleyici diziyi tutmuş görünüyor. Gerçek yaşamda bulamadığının özlemiyle olsa gerek. Öyle ya, şiddete karşı bir vurdumduymazlık… Demokratik mücadeleler engelleniyor; devletin aldığı önlemler yetersiz kalıyor. Yasaların uygulanmasında keyfilik ağır basıyor, kararlar alınırken cinsler arası iktidar ilişkileri sorgulanmıyor… Siyasetçilerin öncelikleri arasında yer almadığı için sürüncemede kalıyor şiddetle mücadele konusu.  Çoğu kadın olan mağdurlarsa sorunlar karşısında boyun eğiyorlar, çünkü yasal haklarını arayacak donanımdan yoksunlar. (6284 sayılı yasadan kaçının haberi var?)

Dizinin etkileme gücü gerçeklerden, gerçek hayat hikayelerinden yola çıkılmasından kaynaklanıyor olmalı. Karakterlerin gündelik yaşamda başlarından geçen şiddet olayları irdeleniyor her bölümde. İzleyiciler arasında şiddet mağdurları ya da şiddetin kökünün kazınmasını arzulayanlar da vardır kuşkusuz. Şiddeti gündeme getirmek, bunun kişide yarattığı fizyolojik ve psikolojik sorunları bilimsel verileri yansıtan bir yaklaşımla irdeleyerek izleyiciyi aydınlatmak haliyle bundan sonra da ilgiyi canlı tutacaktır. Ayrıca karakterlerin farklı kesimlerden seçilmiş olması da dizi için bir artı puan.

Psikiyatr Hanım’ın danışanlarına (“hastalar”) gelince; hikayeleri, çocuklukla başlıyor. Seans sırasında, çocukluk döneminin yetişkinlikte kişi üzerinde  belirleyici etkileri olabileceği çıkıyor ortaya.

Nasıl mı?

Bizde aile bireyleri görev bilinciyle hareket eder. Aileyi ülküselleştirip bireylerin çıkarlarının önüne koymak oldukça yaygındır. İtaat vaaz eden dinsel bilgilerle harmanlanmış genel geçer kültürümüzün etkisiyle, özellikle kırsaldan kente göç sırasında değerlerin de birlikte taşınması nedeniyle çocuklar hep bir suçluluk duygusu içinde bırakılır. Dolayısıyla boyun eğmeye yatkın bir biçimde toplumsallaşırlar. Öte yandan demokrasi geleneğimizin olmayışı “baba”, lider, kurtarıcı v.b. arayışımızın hâlâ son bulmamış olmasında etkendir.

Psikiyatr Hanım’ın ilk danışanı genç bankacı Mehmet de kötü bir çocukluk geçirmiştir. Kendisi gibi bankacı olan eşi Nesrin ve iki çocuğuna şiddet uyguladığı için eşinin zoruyla gelmiştir kliniğe. O da genel geçer erkeklik tanımına uyacak biçimde, şiddet uygulayarak, korkutarak eşini cinsel rolüyle uyum içinde olmaya, kendisine itaat etmeye zorlamaktadır. Kadını yönetmek için onun güçsüz olması gerektiği önyargısıyla hareket eder. Eşinin mesleğinde yükselmesini hazmedemez. Kıskançlık gösterileriyle kadını cezalandırır.    “Erkekliğini” koruma adına insanlığından ödün vermekten çekinmez.  Oğlu, kendi çocukluğunu hatırlatır ona. Oğlu da güç ilişkileri içinde büyümektedir tıpkı kendisi gibi. Zulmü ailesinedir Mehmet’in. İşinde, çevresinde “melek gibidir”, evde olmadığından erkekliğini göstermeye de gerek kalmamaktır anlaşılan.

İkinci danışan Meliha’nın çocukluğu yoksul köy koşullarında geçmiştir. Cehaletin, yoksulluğun, cinsiyetçi önyargının yoğun yaşandığı koşullarda. (Önyargılar ki, yaşamı çekilmez kılıyor! Felaketlere bile yol açabiliyor) Aile koşullar yüzünden darmadağın olmuştur. Altı kardeşin en büyüğü Güler, kardeşlerini kurtarmak için kendini feda etmiştir. Meliha, kızının zorlamasıyla gelir kliniğe. Öylesine perişandır ki, bir başka yaşamı düşlemeye bile gücü yetmemektedir. Yaşamını dinsel kodlara göre sürdürse de kendini dinde bulduğu izlenimini vermez.  Kendine inanır. Güzel sesini mevlithan olarak değerlendirmiştir. İstemediği bir evlilik yapmıştır. Yaşadığı acılar göz önüne alınınca başkaca seçeneğinin olmadığı anlaşılıyor.

Bir başka danışan genç hukukçu Alya, varlıklı bir aileden gelmektedir. Çocukluğu, hani çocuğu ebeveynden korumak lazım, dedirtecek ölçüde kötü geçmiştir; sevgisizlik, ilgisizlik kurbanı çoğu çocuk gibi. Hiçbir kalıba girmez Alya. Ama başkaldırısı bilinçli değildir; toplumun dışladığı “toplum teki”dir daha çok. Kendini yeniden var etme çabası içinde, çevrenin etkisiyle kendisine “normal” diye dayatılan yaşama başkaldırmaktan “hasta” düşmüştür belli ki.

Psikiyatri seanslarına ekran başında bizler de katılırız. Danışanların iç hesaplaşmaları gözlerimizin önünde cereyan eder. Psikiyatr Hanım’ın içtenlikli “iç sesi”ni duyarız. İnsan davranışları üzerindeki psikolojik etmenlere dair ip uçları buluruz seans sürerken. Demek ki danışanın korku ve kaygı içinde oluşu, benliğinin istikrara kavuşmasını engellemektedir.

Sağaltım sırasında danışanlardan Mehmet’e, zihnine kodlananlarla yaşamaktan vazgeçmesi salık verilir. Mehmet gibi eşi Nesrin de eril değerlerle yetiştirilmiştir. Dizide bu noktaya dikkat çekilir: Danışanlar aracılığıyla erkek ve kadın deneyimleri eleştirel bir zeminde sorgulanır. Böylece her türlü deneyim ve duygunun toplumsal olarak kurgulandığı gözler önüne serilir. Bu neden önemlidir? Çünkü toplumsal olan, dönüşüme açıktır. Örneğin, cinsiyet rolleri iletişimi engellediği için Nesrin korkudan eşiyle konuşamaz. Şiddet çocuklarına yöneldiğinde sesini çıkarabilir ancak.  Sağaltım sayesinde genç kadın olayları suskunlukla geçirmiş olmasının yanlışlığını kavrar. Bu arada kadın izleyici özveri konusunda da uyarılır: Eşler arasında özveri, karşılıklı olmadığı için Nesrin’in ailesine olanı özverisi de erdem olarak kabul edilemez.

Meliha, nesnel koşulları içinde yapılanmış olmasına karşın çemberi kırıp özüne döneceği sinyalini verir.

Düzene ayak uyduramayan Alya’nın iyileşme süreciyse dikkatle irdelenmeli.  Genç kadının gerçekliği, kuşkuya yer bırakmayacak bir nesnellikle mercek altına alınır. Çelişkileri, bastırılmak yerine korunarak aşılma sürecine aktarılır. Diğerlerine olduğu gibi, ona da koşullara teslim olmayı reddedip sorunlarla yüzleşerek daha iyi bir yaşam arayışı için umut aşılanır. Özellikle kadınların buna ihtiyacı vardır, çünkü çoğunun yaşamı kendi denetiminde değildir.

Kişilerin değişimi süreç içerisinde yavaş yavaş gerçekleşir. Toplumsal değişim içinse önemli olan toplumun verilecek mücadeleye ve engelleri aşmaya ne kadar hazırlıklı olduğudur.

Ya bu günkü koşullarda tüm dünyada, şiddetin bir daha geri gelmemek üzere sona erdirilmesi mümkün müdür?

İnsana, hayvana, doğaya, çevreye yönelik şiddet olaylarını önlemek için topyekûn şiddeti reddetmek gerekir. Denilebilir ki, emperyalist, kapitalist sistem en büyük kârını silahtan sağlıyor ama… Uzağa gitmeye gerek yok! Rüşvet, irtikap, zimmet, tehdit, şantaj, hile, gasp ve daha nice suçların, sıradanlaştığı (“kötülüğün sıradanlaştığı”) kapitalist toplumda şiddetin sonlanacağından söz edilebilir mi? Şiddeti besleyen toplumsal eşitsizliklerdir. Eşitlik, özgürlük taleplerimizi ise ancak ve ancak toplumsal bir dönüşümle kazanabileceğiz.

Dizi bu bağlamda geleceğe olan umudumuzu perçinliyor, diyebiliriz. Toplumsal yaraları gün ışığına çıkarmakla yetinmeyip her birine neşter atmaya yönelik çabası, hele de içinden geçmekte olduğumuz bu kaotik süreçte dikkatlerden kaçmamalı. Bugüne kadar gösterilen tüm bölümlerde diziye damgasını vuran nesnel yaklaşım korunuyor. Ahlaki yargılardan, ayrımcılıktan, dogmalardan kaçınılıyor, önyargılar silinmeye çalışılıyor.  Toplumsal sorumluluk iddiasıyla yola çıkan bir yapım için de daha ne olsun, demek geliyor insanın içinden. Üstüne üstlük dizi sektörü çalışanlarının ortak emeğiyle kotarılmış nitelikli bir yapımla karşı karşıyayız.

Psikiyatr– yazar Gülseren Budayıcıoğlu, bir söyleşisinde “Kırmızı Oda ile birlikte, umarım ülkemiz dizi dünyası artık çok başka bir boyuta geçer” temennisinde bulunuyor. Bu sözler dizi sektörü çalışanlarını da cesaretlendirecektir, tabii özgür çalışma ortamı bulabildiklerinde… Destekse önce biz izleyicilerden gelmeli.